OSMANLI TOPLUMSAL DÜZENİ GİRİŞ
İlber Ortaylı‟nın deyişiyle1 “üçüncü Roma” olarak adlandırılabilecek Osmanlı İmparatorluğu‟nun, hüküm sürdüğü geniş coğrafyada bugün “otuz üç, ulus devlet” bulunmaktadır.2 Osmanlı toplumunun yapısı işte bu “Pax - Ottomana”3 içinde yaşayan çok çeşitli etnik guruplar ile onların dil ve dinlerinin karmaşık bir birleşiminden oluşmuştur. Bir yapı ve işleyiş olarak Osmanlı toplumunun üç temel ayak üzerinde durduğu söylenebilir. Bu sacayaklarından birincisini “köylülük”, ikincisini “millet sistemi” ve üçüncüsünü ise yönetici seçkinlerin yani “patrimonyal devletin”4 büyük bir dikkatle denetleyip gözettiği “denge” hali oluşturmaktaydı. On altıncı yüzyılın ortalarında kırk milyona yaklaşan nüfusunun5 çok büyük bölümü tıpkı dönemin diğer imparatorluk ve siyasi birimlerinde olduğu gibi
“köylülük”
ve
dolayısıyla
“tarım”
üzerinden
elde
edilen
gelire
dayanmaktaydı.6 Köylülüğün temelinde ise “çift - hane” sistemi, devlete ait küçük araziyi işleten ataerkil aile tipi yer alıyordu. Tarihsel bir inceleme nesnesi olarak Osmanlı toplumunun en başat özelliklerinden biri olan “millet sisteminin” arka planında ise “Ehl-i Kitab” anlayışı ve onu sürdüren İslami uygulama bulunurken, yönetici seçkinlerin temel hedefi tüm bu toplumsal yapı ve işleyişi ayakta tuttuğu düşünülen, “ezel - ebet” “denge” olgusunu gözetmekti. “Denge”, herkesin bulunduğu tabaka ve millet sistemi içinde kalmasının birincil öncelik görülmesi, toplumsal yapının dönüşümünün içsel gelişimine bırakılmasıydı.7
1
İlber Ortaylı (2004), Osmanlı Barışı, Ufuk Kitapları, İstanbul, sayfa 13-22 L.Carl Brown (2000), İmparatorluk Mirası-Balkanlar’da ve Ortadoğu’da Osmanlı Damgası, (Çev. Gül Çağalı Güven), İletişim Yayınları, İstanbul, sayfa 9-12. Burada yer alan listeye bağımsızlıklarını yeni kazanan Kosova ve Karadağ‟da eklenmiştir.(Murat Kul) 3 Ortaylı, age, sayfa 11 4 Halil İnalcık (1999), Halil İnalcık ile Söyleşi-Osmanlı Tarihi En Çok Saptırılmış, Tek Yanlı Yorumlanmış Tarihtir, Osmanlı Özel Sayısı, Cogito-Üç Aylık Düşünce Dergisi, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul sayfa 39 5 Kemal H. Karpat (2002), Osmanlı Modernleşmesi-Toplum, Kuramsal Değişim ve Nüfus, (Çev. Akile Zorlu Durukan ve Kaan Durukan), İmge Kitabevi, sayfa 42. 6 Karpat, age, 12-13. Karpat‟ın ayrımlaması ise şöyledir; “Osmanlı toplumsal düzeninin iki temel kurumundan biri, dini ve etnik sınırları aşan dört tabakalı (askerler, bürokratlar, zanaatkar ve tüccarlar ile reaya, yani üretici sınıflar) hiyerarşik toplumsal düzen, ikincisi ise millet sistemidir.” 7 Age, sayfa 13-14-15. 2
BİRİNCİ BÖLÜM OSMANLI TOPLUMSAL DÜZENİNİN TEMELİ: KÖYLÜLÜK
Kuşku yok ki Osmanlı tabakalaşmasını, sınıflarını belirleyen en önemli etken mülkiyet ve özellikle toprak üzerindeki tasarruftur. Nüfusunun yüzde doksanı köylü olan bir tarım toplumunda8 köylülüğün durumu incelenmeden bütünlüklü bir toplum incelemesi yapmakta mümkün görülmüyor. Osmanlı düzeninde devlet mülkü olarak toprak, esas itibarıyla iki ana bölüme ayrılmıştır; miri arazi ve mukata‟alı arazi.
1.1 Çift-Hane ve Köylülük Miri toprak sistemi, yani devletin çıplak mülkiyet hakkını elinde tuttuğu arazi, merkezi otoriteye bütün tarım arazisini ve tarımı, dolayısıyla yerleşik köylüyü kontrol olanağı sağlıyordu.9 Ancak miri arazi özellikle hububat ziraati yapılan, yani tarla olarak kullanılan arazi için geçerliydi. Bunun arkasında ise şehirlerin iaşesi, kıtlık ve açlığın önlenmesini dikkate alan bir idari anlayış bulunmaktaydı. Bu nedenle buğday ve arpa tarımı yapılan, hububat ekilen tarımsal arazilerin, bağ ve bahçeye dönüştürülmesi Fatih döneminden itibaren yasaklanmıştır.10 Köylülüğün temelinde ise bir çift öküz ile çekilen saban yoluyla miri araziyi işleyen ataerkil aile, yani koca, kadın, çocuklar ile evlenmiş oğullar ve torunlar bulunmaktadır. Aileye tahsis edilen bu arazi satılamaz, bölünemez ve kendi başına bırakılamazdı. Arazinin terk edilmesi durumunda aileye “çift bozma resmi” adı altında ceza verilebilirdi. Aile reisinin ölmesi ve erkek evladın da olmadığı durumlarda Devlet, arazinin işletme hakkını başkasına aktarıyor ancak ailede erkek evlat varsa “bive” adıyla dul eşe işletme hakkı tanınıyordu. Kadim tapu sistemine göre köylü, işlettiği arazinin çıplak mülküne sahip olamıyor ancak
8
Halil İnalcık (2005), Tarihçilerin Kutbu-Halil İnalcık Kitabı, (Söyleşi: Emine Çaykara), Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, sayfa 151. 9 Halil İnalcık (2009), Devlet-i Aliyye-Osmanlı İmparatorluğu Üzerine Araştırmalar I, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, sayfa 246-247 10 Halil İnalcık, age, sayfa 247
babadan oğluna geçen bir işletme düzeni içinde geçimini sağlayabiliyordu.11 Merkezi yönetimin vergi mükellefi olarak tanıdığı temel birim işte bu yapıdan, bir çift öküzün sürebildiği hububat ekili arazi ve onu işleten aileden oluşmaktaydı. İnalcık, Osmanlı İmparatorluğu‟nun temelinde yer alan bu sistemin aynı coğrafya üzerinde hüküm sürmüş Roma ve Bizans imparatorlukları tarafından da temel mali birim olarak kabul edilip köylünün korunduğunu belirtir.12
Öte yandan mutlaka vurgulanması gereken bir başka önemli nokta “çift-hane” sisteminin ardındaki siyasal zihniyete ilişkindir. Karpat; “…çiftliklerin oluşumu ve gelişmesinin arkasında pazar güçlerinden çok, hukuki ve politik nedenler vardır.”13 Derken, benzer bir değerlendirmeyi, “Osmanlı sosyal yapısı üzerine yaptığım çalışmalar, tarımsal topraklar ve köylü emeği üzerindeki Osmanlı devlet denetiminin, imparatorluğun toplumsal ve ekonomik açıdan değişmemesinde önemli bir etken olduğu kuramını destekliyor.”14 ifadesiyle, Halil İnalcık‟da yapmaktadır. Kısaca vurgulamak gerekirse, Osmanlı toplumu temel yapı olarak köylü bir toplumdu ve merkezi yönetimi askeri bir vesayeti besleyen tarımsal fazlayı kaynak haline getiren vergi sistemi üzerine kurulmuştu.15 Bu zihniyetin temelinde ise İmparatorluğun uzun süre ayakta kalmasını sağlayan “denge” isteği ve arayışı ile Osmanlı yönetici seçkinlerinin piyasaya dayanmayan iktisadi çıkar sağlama ve zenginleşme olgusu bulunmaktaydı. Osmanlı devlet arazi sisteminin ikinci kısmını mukata‟alı araziler oluşturmaktadır. Köylünün tasarrufu dışında, işletilmeyen yahut arazinin köylü tarafından herhangi bir nedenle terk edildiği durumlarda belirli bir kira karşılığında üçüncü kişilere işletilmesi amacıyla bir arazinin bırakılmasına mukata‟alı arazi uygulaması deniliyordu.16 Bu yapının üzerinde ise Osmanlı‟nın klasik dönemine damgasını vuran “tımar” sistemi bulunmaktaydı. 11
İnalcık, age, sayfa 246-248 İnalcık, age, sayfa 252-253 13 Kemal Karpat (2002), age, sayfa 59 14 Halil İnalcık (2000), “Mirasın Anlamı: Osmanlı Örneği”, (Ed. L. Carl Brown), İmparatorluk Mirası, İletişim Yayınları, İstanbul, sayfa 34 15 Taner Timur (1989), Osmanlı Çalışmaları – İlkel Feodalizmden Yarı Sömürge Ekonomisine, V Yayınları, Ankara, sayfa 29 16 Halil İnalcık (2003), Osmanlı Uygarlığı, (Ed. Halil İnalcık ve Günsel Renda), T.C. Kültür Bakanlığı, İstanbul, sayfa 173 12
1.2. Tımar Sistemi Tımar sistemi de tıpkı çift-hane uygulamasında olduğu gibi Bizans geleneğine dayanmaktadır. Sistem, 1. Murat, (1362 - 1389) döneminde savaşçı beylerin, gazilerin hazine üzerindeki etkilerini azaltmak amacıyla başlatılmış ve giderek devletin köylüyü denetleyerek tarımsal artığa el koymasının en önemli aracı haline gelmiştir.17 Kuruluş ve yükseliş döneminin başlarında, merkezi yönetim genellikle savaşlarda başarı ve cesaret gösteren askeri önderler arasından, yani “kılıç ehli” içinden tımarlı sipahi atardı. Bu kişiler, devlet adına mülkün korunmasını, işletilmesini ve geçimini sağlar, bunun karşılığında ise tahsisli araziden elde ettiği gelirle topladığı asker, (cebeli) ve iaşe yoluyla merkezin ihtiyaç duyduğu anda yardımcı olurdu. Yıllık gelirinin yüksekliğine göre, “tımar”, “zeamet” ve “has” olarak adlandırılan18 sistemin en önemli noktası, tımarın başlangıç itibarıyla bir hukuki hak olarak değil, devlete hizmet karşılığı yalnızca hizmet edene tahsis edilmiş olmasıydı. Mülk, yine devletindi. Uygulamada “zeamet” ve “has” gibi yüksek gelirli tımarlar, yönetici seçkinler ile saray ahalisi ve padişah soyuna tahsis edilirdi. Bu durumu “değer üretmeyen iktisat” olarak tanımlayan Türköne, pazar mekanizmasından değil, statüden kaynaklanan değerlerin hakim olduğu bu anlayış ve uygulamanın, iktidar ile zenginlik arasında Batı‟dakinin aksine bir seyir izlemesine yol açtığını savunmaktadır. Türköne‟ye göre “Batı‟da üretim araçlarının mülkiyetine sahip olmak iktidara yaklaştırıcı bir araç iken, Osmanlı‟da siyasi iktidar, ekonomik iktidara yol açmıştır.”19 Tahsisin kişiye değil “göreve - sıfata” yapılmış olması iktidarda kalmayı bir zorunluluk haline getiriyor, bu durum ise bir yandan seçkinler arasındaki mücadeleyi keskinleştirirken,
bir
yandan
da
yönetici
tabakanın
“ikbal”
sonrası
karşılaşabilecekleri bir “müsadereye”, yani edinilmiş mülklerinin ellerinden alınması olasılığına karşı önlem olarak “evladiye vakıfları” kurmaları yönünde
17
Kemal H. Karpat (2006), Osmanlı’da Değişim, Modernleşme ve Uluslaşma, (Çev. Dilek Özdemir), İmge Kitabevi, Ankara, sayfa 226 18 Mübahat S. Kütükoğlu (1994), “Osmanlı İktisadi Yapısı”, Osmanlı Devleti ve Medeniyeti Tarihi, (Ed. Ekmeleddin İhsanoğlu), IRCICA, İstanbul, sayfa 543. (Yıllık geliri 20 bin akçeye kadar olanlar tımar, 20 ile 100 bin akçe arasında olanlar zeamet ve 100 bin akçenin üzerindekiler has olarak adlandırılıyordu.) 19 Mümtaz‟er Türköne (2003), Siyaset, (Ed. Mümtaz‟er Türköne), Lotus Yayınevi, Ankara, sayfa 249
onları teşvik ediyordu.20 Ancak asıl önemlisi bu durum Batı tipi bir sermaye sınıfının ve sermayenin de önünü kesiyordu. Osmanlı yönetimi bu düzeni kayda geçirmek için son derece ayrıntılı “tahrir defterleri” tutarak sistemin işlemesini ve gelir akışını teminat altına almıştı. Klasik dönemde “nişancıya” bağlı olarak görev yapan “Defterhane”nin en önemli işi, işte bu arazi kayıtlarının tutulduğu tahrirlerdi.21 İster Müslüman ister Hıristiyan olsun reayanın düzenli olarak vergi ödemesine karşılık, tımar sistemine dahil olan tımarlı guruplar vergi ödemiyordu. Bu durum, özellikle geleneksel sipahi sisteminin ortadan kalktığı on yedinci yüzyıl başlarından itibaren merkezdeki iktidar seçkinleri arasındaki mücadele ve gerilimi yeni bir boyuta taşımıştır.
Sistemin çöküşü toplumsal, siyasal, iktisadi, küresel ve teknolojik değişimlerin karmaşık bir sonucuydu. En basit ve göze çarpan açıklama silah teknolojisindeki Batılı değişimin, atlı sipahileri savaş meydanlarında ağırlıklı bir güç olmaktan çıkarmış olmasıdır. Özellikle Avusturya cephesinde yeni ve daha etkili tüfekler kullanan düşman piyadeleri karşısında Osmanlı tımarlı sipahileri yerine Anadolu‟dan toplanan ve aslen reaya olan tüfekli sekban birliklerinden yararlanılmaya başlanmıştı.22
Kuşkusuz sayıları giderek artan ve daha az eğitimle, çok daha kısa süre içinde orduya yazılabilen reaya kitleleri savaş dışı kaldıkları ve ücret ödenmediğinde silahlı çetelere dönüşüyor ve büyük bir iç güvenlik sorunu oluşturuyorlardı. Celali isyanları bu çerçevede değerlendirilebilir. Bu tür “köylü” isyanlarıyla ilgili en kapsamlı çalışmalardan birini yapan Mustafa Akdağ‟a göre durum, ağırlıkla yönetici seçkinler ve bunların taşra bağlantılarının on altıncı yüzyıl sonlarından itibaren küçük köylü ve yerel küçük beylerin topraklarına el koymaları sonucu ortaya çıkmıştı.23 Karpat‟ta, Celali isyanlarının büyük bölümünün, (1596 - 1650
20
Taner Timur (1989), age, sayfa 30 Mehmet İpşirli (1994), “Klasik Dönem Osmanlı Devlet Teşkilatı”, Osmanlı Devleti ve Medeniyeti Tarihi, (Ed. Ekmeleddin İhsanoğlu), IRCICA, İstanbul, sayfa 175 ve devamı 22 İnalcık (2009), age, 187 23 Timur (1989), age, sayfa 48 21
arası), tarımsal arazilerini merkezi seçkinler ve onların yerel işbirlikçilerine karşı kaybeden tımarlı sipahilerce yönlendirildiğini belirtmektedir.24 Yazar, isyanın gerekçelerini şöyle sıralar;
“Merkezi otoritenin zayıflamasına paralel olarak, tarımsal üretim ve gelirler düşer. On yedinci yüzyıldaki İran ve Avusturya savaşları merkezi otoriteyi daha da zayıflatır ve klasik toplumsal - siyasi düzenin çözülmesini hızlandırır. Bunların tümünün sonucu toplumdaki bütün gurupların kendini yeniden tanımlaması ve özellikle taşrada merkez dışı güçlerin önem kazanmasıdır. Örneğin Cezayir‟de 1671‟de yerel halk önem olarak Osmanlı beylerbeyinin hemen ardından gelen bir ağa seçmiş, devamında bu şahıs 25 beylerbeyinden de öne çıkarak yörenin dayısı olmuştur.”
On altıncı yüzyıl boyunca giderek artan reaya nüfusu ve devlete ödenen ayni vergiden, (Müslümanlar için öşür, Hıristiyanlar için haraç), nakdi vergiye doğru kayış eğilimi, bu gerilimi tırmandıran en önemli iki neden olarak vurgulanabilir. Vergi yükümlüsü Osmanlı reayasının, özellikle de Müslüman köylülerin kaynakların denetimi üzerindeki mücadelede edilgen özneler olmadıklarını savunan, (köylüler bölgelerini koruyan müstahkem mevziler inşa etmeye ve tahsildarlara karşı koymaya başlamışlardı) El - Haj da, nakdi vergiye kayışın arkasında, Osmanlı seçkinleri arasındaki nakit para kullanımının artışını kanıt olarak göstermektedir.26
Öte yandan miri arazi, tımar ve tahrir defterleri sistemi sayesinde imparatorluk bürokrasisi bütün bir toplumsal üretimi ve düzeni denetliyor ancak daha önemlisi İnalcık‟ın deyişiyle onu “yaratabiliyordu”. Bu etkileme ve yönlendirme gücü sayesinde çift-hane sisteminin çöküş ve dağılması çok uzun bir süre önlenebildiği gibi tarımsal arazinin amaç dışı kullanımı yahut büyük çiftliklerin, Batı tarzı, bir tür feodal mülke dönüşmesi de sıkı biçimde engelleniyor ve böylece “tutucu ve dengeci” bir düzenin devamı sağlanıyordu.27
24
Karpat (2002), age, sayfa 60 Karpat, age, sayfa 60 26 Rıfa‟at Ali Abou-El-Haj (2000), Modern Devletin Doğası, (Çev. Oktay Özel ve Canay Şahin), İmge Kitabevi, Ankara, sayfa 41 27 İnalcık (2009), age, sayfa 253 25
1.3. Şehirler, Ticaret ve Tüccar Sınıfı, Vakıf Sistemi ve Loncalar Osmanlı coğrafyasında şehirlerin büyük bölümü daha çok bağ ve bahçelerle çevrili nispeten küçük yerleşim birimlerinden oluşmaktaydı. Şehirlerin nüfusunun genel olarak 8 - 10 bin arasında olduğu, Bursa‟nın on altıncı yüzyıl ortalarına doğru toplam nüfusunun 36 bin civarına, yüzyılın sonlarına doğru ise yetmiş bine ulaştığı
değerlendirilmektedir.28
Balkanlardaki
şehirlerin
büyük
bölümü
Anadolu‟ya göre daha da küçüktü. On altıncı yüzyıl ortalarında Atina‟nın nüfusu 18 bine ancak ulaşıyordu.29 Öte yandan İstanbul, 16. yüzyıl sonları itibarıyla yaklaşık 700 bine ulaşan nüfusuyla Avrupa‟nın en büyük şehri unvanını taşımaktaydı.30 İmparatorluğun geniş coğrafyası içinde şehirleri birbirine bağlayan yolların güvenliğinin görece sağlanmış olması ve mal taşıyan kervanlara konaklama alanları, yani kervansarayların sıkça yapılmış olması ticaretin gelişmesine ve özellikle de Bursa, Halep, Kahire, Şam, Selanik gibi doğu - batı ticaret ekseni üzerinde bulunan önemli şehirlerin gelişmesine ve zenginleşmesine yol açmıştı.
Ticaretin evrensel uygulaması faizle borç verme İslami anlayışın temel yasaklarından biri olmasına rağmen son derece yaygındı.31 Köylü ve zanaat erbabının üretimi ve geliri üzerinde devlet denetimi son derece açıkken tüccarlar sermaye sahibi olmaya en yakın sınıf olarak ticaret yapmaktaydılar. Tüccardan anlaşılan ise İnalcık‟ın vurguladığı gibi “…yalnız bölgelerarası ticaretle uğraşan veya uzak yerlerden gelen malları satan büyük işadamı demekti.” 32 Üretimini ve satışını aynı şehirde yapan zanaat erbabı ile küçük esnaf, bu anlamda tüccar kavramının dışında tutulmuştu.33 Merkezi idarenin ticaretin önemine ve tüccarın getirisine ilişkin tüm pratik bilgi ve dikkatine, İslam‟ın ticarete ve tüccara dair olumlu yorumlarına rağmen geniş halk kitlelerinin gözünde ticarete ve tüccara 28
Suraıya Faroqhı (2009), Osmanlı Kültürü ve Gündelik Yaşam - Ortaçağdan Yirminci Yüzyıla, (Çev. Elif Kılıç), Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul, sayfa 55 29 Faroqhı (2009), age, sayfa 56 30 Bahaeddin Yediyıldız (1994), “Osmanlı Toplumu - Yerleşim Durumuna Göre Osmanlı Toplumu”, (Ed. Ekmeleddin İhsanoğlu), Osmanlı Devleti ve Medeniyeti Tarihi, IRCICA, İstanbul, sayfa 471 31 Faroqhı (2009), age, sayfa 73 32 İnalcık (2009), age, sayfa 257 33 İnalcık (2009), age, sayfa 257
yönelik dışlama ve nefret yaygın bir tavır ve ruh haliydi. Benzer bir anlayış Osmanlı yönetici seçkinleri için de geçerliydi. Zenginleşen tüccar bu gücünü siyasal güce dönüştüremiyor, yönetici seçkinlerin arasına katılamıyordu.34 Ayrıca Devlet, şehrin iaşe ve ibatesinin sağlanması amacıyla temel tüketim malları üzerinde spekülasyonu yasaklıyor, ancak yerel halkın ihtiyacı karşılandıktan sonra tüccarın ihracına izin veriliyor, buğday gibi bazı mallara ise kıtlık dönemlerinde hiç verilmiyordu.35
Öte yandan Anadolu‟da, Müslüman nüfusun ağırlıkta olduğu şehirleşmenin karakteristik özellikleri arasında merkezde bir camii ve onun etrafında imar edilen han, hamam ve pazar yeri sayılabilir. Konya ve Bursa gibi görece daha büyük şehirlerde kütüphanesi, imarethanesi, misafirhanesi ve sebilleriyle medrese ve külliyelerde bulunmaktaydı. Kuşkusuz bu külliye ve medreselerin pek çoğu vakıf idareleri altındaydı ve buralara gelir elde edebilmek için bedesten, çarşı ve dükkanlar da inşa edilmişti.36 Temel amacı Tanrı adına hayır için belirli bir değeri vakfetmek, bağışlamak olan vakıf sistemi, Osmanlı toplumsal düzeninin en önemli unsurlarından biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Vakıf, şartnamesini Padişah‟ın bile değiştiremediği, dini bir kutsallık içinde mutlak bir koruma altındaydı. Bu durum, İslami toplumsal geleneğin tercih ettiği bir “hayır - hizmet” yöntemi olarak görüldüğü gibi aynı zamanda ve daha önemlisi, devlet nezdinde gözden düşen seçkinler için müsadereye karşı bir önlem olarak kullanılmaktaydı. Vakfa ait mülkün ve vakıf şartnamesinin sahip olduğu bu mutlak dokunulmazlık hali çok sayıda devlet ricali ile yerel yönetici, (ayan) ve eşrafın, mülklerini ve dolayısıyla ailelerinin geleceklerini güvenceye almalarında yaygın bir kullanıma yol açmıştı.37 Kurulan vakıf sayılarının özellikle on yedi ve on sekizinci yüzyıllarda taşrada giderek artmış olmasının bir sonucu da, teknolojik ilerlemeyi destekleyecek, pratik değeri yüksek, akademik alanlar yerine, dini ve edebi
34
Karpat (2002), age, sayfa 31. Karpat şöyle devam ediyor: “Bütün Osmanlı tarihinde Müslüman bir tüccar ya da zanaatkarın yüksek bir göreve getirildiği ya da danışman olarak kullanıldığı, ancak nadir birkaç durumdadır…Yönetim tüccara, onun mesleki bilgisine ve bağlantılarına ihtiyaç duyar ancak onu iktidar ve etki dairesinin dışında tutar.” 35 İnalcık (2009), age, sayfa 259 36 Yediyıldız (1994), age, sayfa 471 37 Karpat (2002), age, sayfa 62 ve devamı, İnalcık (2009), age, sayfa 261, El-Haj (2000), sayfa 46.
alanlarda uzmanlaşan daha geleneksel bir sınıfın güçlenmesine neden olmasıydı. Osmanlı tarihinde “Lale Devri” olarak bilinen dönemi sona erdiren ve daha sonra yönetici seçkinler içindeki konum ve ağırlığını arttıran “ulema”nın ardında, yeniçeriler, küçük eşraf ve esnaf ile yakın ve yoğun bağlantıları olan işte bu sınıf çok önemli bir rol oynamıştı.38
Osmanlı toplumsal düzeninde öne çıkan önemli guruplardan biri de kuşkusuz “hirfet/esnaf” tabakasıydı. Bu tabakanın içinde yer alan zanaat ve esnaf erbabı, İmparatorluk yönetiminin yüzyıllar boyunca büyük bir dikkat ve özenle gözleyip, denetlediği toplumsal sistemin “denge” halinin en önemli araçlarından birini oluşturmaktaydı. Şehirlerin yakın bölgelerinde üretilen sınırlı hammadde ve kaynakları kullanan hirfet üyeleri, rekabeti ortadan kaldıran, sermaye birikimini sınırlayan, çeşit ve teknolojiyi denetleyen, “durağan” bir işleyişi disiplinle izliyordu. On iki ve on üçüncü yüzyıllarda ortaya çıkıp gelişen “ahilik” geleneğini sürdüren bu tabaka, “loncalar” halinde örgütlenerek, üyeliğe kabulü, uygulaması ve yaşayış tarzıyla benzerliği, adeta birörneklik içinde “dengeli” bir toplumsal düzen yaratmaktaydı. Zenginliği artan üyeler yalnızca “hirfet” sisteminden çıkarılmakla kalmıyor, günlük hayat içinde de yani toplumsal olarak da dışlanıyordu. Ticari spekülasyon kanun dışı sayılıyor, hammadde ve teknoloji kullanımı önceden belirlenmiş ve ortak kullanıma açılmış bir biçimde çok kesin kurallara bağlanıyordu. Üretilen malın kalite ve çeşitliliğinde değişiklik yapılmasına asla izin verilmeyerek olası rekabet ve değişim eğiliminin teşviki daha en baştan önlenmiş oluyordu. Merkezi yönetimde “hisba” ve fiyat denetimi ile ve bunu uygulayan kadıya bağlı muhtesib yoluyla sistemin dengesini gözetmekle yükümlü kılınmıştı. Büyük tüccara yönelik “bezirgan” ve “madrabaz” gibi tanımlamaların zaman içinde “negatif” toplumsal anlamlar kazanmaları işte bu zihniyet dünyası ile iktisadi anlayış ve yaşayışın bir sonucuydu ve çok daha önemlisi bu durum “Müslüman bir orta sınıfın” ortaya çıkışını geciktiren ve engelleyen bir tarihselliğe de yol açmıştı.39
38
Karpat (2002), age, sayfa 63-68-69 İnalcık (2009), age, sayfa 265-266, Karpat (2006), age, sayfa 143. Karpat, Müslüman orta sınıfın ortaya çıkışının engellenmesi örneği olarak Patrona Halil İsyanını, (1730) vermektedir. 39
İKİNCİ BÖLÜM OSMANLI MİLLET SİSTEMİ
Osmanlı yönetici seçkinleri, nüfusunun etnik kökeni açısından son derece çeşitlilik göstermekteydi. Faroqhı, bu çeşitliliği, “Bunlar arasında ülkeye tutsak edilerek, ya da kendi isteğiyle seyyah ya da sığınmacı olarak gelmiş İspanyol, İtalyan, İranlı gibi „yabancılarda‟ bulunuyordu.” ifadesiyle belirtir. 40 Nüfusun içinde, devletin yönetici seçkinleri içinde olduğu kadar Bosnalı, Sırp, Hırvat, Arap ve Rum unsurlar bulunmaktaydı. Hiç kuşku yok ki “kozmopolit” bir Akdeniz imparatorluğu olarak Osmanlı “ulus dışı”, “ulus üstü”, çok etnili bir toplumsal yapıya sahipti ve bu yapı “millet sistemi” olarak adlandırılıyordu.
2.1. Millet Sistemi Nedir? Günümüzde yaygın kullanımıyla “ulus” kavramı, Avrupa coğrafyasında özellikle son beş yüz yıl içinde, Rönesans ve reform hareketleri ile filizlenerek gelişen, belirli bir coğrafya üzerinde tarih, kültür, inanç ve dil gibi başat deneyimleri paylaşan ve kökensel bir ortak geçmişe atıfta bulunan toplumsal varlıklar olarak tanımlanmaktadır. Ulus - devletler ise çok daha yeni, yaklaşık iki yüzyıllık bir süreç içinde batı Avrupa‟dan başlayarak dünyaya yayılmışlar ve bugünün egemen siyasal birimleri haline gelmişlerdir. Hiç şüphe yok ki nihayetinde “ulus” denilen varlık, siyasal ve psikolojik bir “kurgu” olarak ancak onun üyelerince “öznel” biçimde tanımlanabilir.41 Kapitalist üretim ilişkileri üzerinde biçimlenmiş bir toplum ile bu toplumun siyasal odağı olarak devlet kurumunu bir araya getiren ulus - devlet kavramı, bir açıdan günümüz liberal demokratik devletin başlangıcı ve yayılmasıyla aynı dönem içinde hayat bulmuştur. Liberal demokrasilerin doğuşu ve gelişimi aynı zamanda ulus devletlerin de doğuş ve gelişmesine tanıklık etmiştir.42 “Üçüncü Roma” sıfatını da 40
Faroqhı (2009), age, sayfa 51 Mümtaz‟er Türköne (2003), Siyaset, Lotus Yayınevi, Ankara, sayfa 632 42 Bernard Yack (2003), “The Liberal Democratic State”, The Nation State, (Ed. T.V.Paul, G.John İkenberry ve John A.Hall), Princeton University Press, USA, sayfa 29 41
taşıyan Osmanlı İmparatorluğu‟nun “millet sistemi” ve devlet yapılanması yukarıda açıklanan “ulus” ve “ulus - devlet” kavramsallaştırmasından çok büyük farklılık göstermektedir.
Osmanlı‟da “millet” kavramı, “dini - kültürel” bir boyut taşımaktaydı. Kelimenin Arapça aslı, “söz” anlamına geliyor, “Tanrı‟nın sözü”, “Tanrı‟nın sözü etrafında toplananları” ifade ediyordu.43 Arnavut kökenli bir Türk Milliyetçisi olan Şemsettin Sami Fraşeri‟nin, yirminci yüzyılın başında hazırladığı ilk Osmanlı Türkçesi sözlüğü “Kamus-ı Türki”de, “din” ve “millet” kavramları aynı anlamda kullanılırken “millet” ile “ümmet”in farklı anlamlar içerdiği yer almaktaydı. Sözlüğe göre “millet”, bir dine bağlı çeşitli ırk ve dile mensup toplulukların ortak adı, “ümmet” ise bir dine mensup çeşitli toplulukların her birisi için kullanılmaktaydı.44 Türkiye‟nin iki yüzyılı aşan modernleşme, batılılaşma ve ulus - devletleşme süreci bu iki kelimenin anlamlarını karşılıklı olarak değiştirmiştir. İmparatorlukta etnik kökenli bir gurup hakimiyeti yerine tıpkı diğer Akdeniz imparatorluklarında olduğu gibi, (Roma ve Bizans), dil ve kültür homojenliği üzerine yükselen45 çok etnisiteli bir yönetim ve toplumsal yapılanma bulunmaktaydı. Yönetici seçkinlerin arasına girebilmek için Müslüman olmak ve Türkçe konuşup, Osmanlıca yazabilmek yeterliydi.46
Kısaca vurgulamak gerekirse, İmparatorluğun egemenliği altındaki nüfusun, din ve mezhep temeline göre örgütlenerek, yönetildiği sistemin ismi “millet sistemi” olarak adlandırılmıştır.47 Dini - kültürel kimliği İslam olan Osmanlı Devleti, İbrahimi geleneğin içinde yer alan Hıristiyan ve Musevi toplulukları ayrı bir cemaat olarak tanımlamış ve bu cemaatlerin her biri, eğitimden, aileye, 43
İlber Ortaylı (2008), Avrupa ve Biz, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, sayfa 62. Bernard Lewis millet kelimesinin kökeninin Aramca ve İbranice olduğunu kelimenin Tevrat‟ta geçtiğini vurgulamaktadır. Bernard Lewis (2000), Ortadoğu’nun Çoklu Kimliği, (Çev. Mehmet Harmancı), Sabah Kitapları, İstanbul sayfa 60 - 63 44 Bilal Eryılmaz (1993), “Osmanlılarda Millet Sistemi”, (Gen.Yay.Yön. Bekir Şahin), Osmanlı Ansiklopedisi - Tarih, Medeniyet, Kültür, Ağaç Yayıncılık, İstanbul, sayfa 225 45 Ortaylı (2008), age, sayfa 63 46 Lewis (2000), age, sayfa 67 47 Eryılmaz, age, sayfa 227
verasetten diğer sivil işlere kadar pek çok alanda özerk bırakılmışlar ve kendi kendilerini yönetmişlerdir. Bu yönetimin tepesinde ise her cemaatin ilgili ruhban sınıfı bulunmaktadır. Klasik dönemde üç ana gayrimüslim cemaat bulunmaktaydı; Rum - Ortodoks, Ermeni - Gregoryen ve Museviler.48 Bu sisteme on dokuzuncu yüzyıl sonrasında Protestanlar ve Katolikler de, (Katolik - Ermeniler), katılmıştır.49
2.2 Millet Sistemi’nin Kökeni ve Gelişimi Sistemin kökeni, İslam hukukuna ve ortaçağ İslam devletleri sürecinde oluşan “zimmi” geleneğine dayanmaktadır. İslami kurallar, İslam‟ın hüküm sürdüğü topraklar üzerinde yaşayanları; Müslümanlar ve gayrimüslimler olarak ikiye ayırmakta, İslam toprağında sürekli oturan ehl-i kitap tebaaya ise zimmi statüsünde, yani can ve mal güvenliği sağlanarak ve belirli bir vergi sistemi içinde, (cizye ve haraç), yaşamalarına izin vermektedir. Zimmiler, yani korunanlar askere alınmazdı.50 Osmanlı Devleti‟nin ilk dönemlerinde Anadolu‟da ve Balkanlar‟da yönetim altındaki Müslüman olmayan nüfusa ilişkin uygulama yukarıda ana hatları çizilen gelenek çerçevesinde gerçekleşmişti. Fatih Sultan Mehmet‟in İstanbul‟u fethetmesinin hemen sonrasında Osmanlı gerçek anlamıyla bir imparatorluğa dönüşürken “millet sistemi” de kuruldu. Fatih‟in, büyük bir iltifat ve törenle, Rum - Ortodoks Kilisesi‟nin başına Katolik karşıtı Ortodoks din adamı Georgios Scholarios‟u, Gennadios unvanıyla ataması ve ona “millet başı” beratı vermesi Ortodoks Kilisesi‟nin de adeta yeniden doğuşu oldu.51 Sultan‟ın beratı, kiliselerin korunmasını, bu dine mensup olanların evlenme, boşanma, veraset ve defin işlerinin kendi dini geleneklerine göre yürütülmesini vurguluyor, Patrik‟e üç tuğlu Osmanlı paşası unvanıyla birlikte Patrikhaneye hem ruhani hem de idari özerklik veriyordu.52
48
Selçuk Akşin Somel (2003), “Cemaat Mektepleri ve Yabancı Misyoner Okulları”, Osmanlı Uygarlığı – Cilt 1, T.C. Kültür Bakanlığı, Ankara, sayfa 387 49 Eryılmaz, age, sayfa 251 - 255 50 Eryılmaz, age, sayfa 228 - 229 51 İlber Ortaylı (2008), Osmanlı‟da Milletler ve Diplomasi – Seçme Eserler 3, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, sayfa 3 - 25 52 Eryılmaz, age, sayfa 233
Benzer bir ayrıcalık yine Fatih tarafından Ermeni - Gregoryen Kilisesine ve Musevi Hahambaşı‟na verildi. Hiç kuşkusuz, tüm bu uygulamanın ardında hem siyasal hem de toplumsal gerçekler yatmaktaydı. Fatih‟in Balkanlar ve Anadolu‟ya
hakim
imparatorluğu
içinde,
nüfusun
önemli
bölümü
gayrimüslimlerden oluşuyor, öte yandan yeni payitaht İstanbul‟un azalan nüfusunun canlandırılması gerekiyordu. Karpat, fetih sırasında altmış bin olan nüfusun yüz yılda yarım milyona ulaştığını ve bu sayı içinde Hıristiyanların oranının üçte bir olduğunu belirtir.53 Osmanlı yönetimi bu uygulamayla pek çok gayrimüslimi
katip
ve
mültezim
olarak
görevlendirirken
diğer
devlet
hizmetlerinde de sıkça kullandılar. Fetih sırasında işbirliği yapan Rum, Sırp, Bulgar ve Arnavut askeri sınıf üyeleri Hıristiyan tımar sahipleri olarak Osmanlı seyfiye sınıfıyla dahi bütünleşebildiler.54
Sistemin en önemli özelliği, Rum - Ortodoks Kilisesi‟nin ve Ermeni Patrikliğinin etki alanını neredeyse tüm imparatorluk coğrafyasına görece istikrarlı biçimde yaymış olmasıdır.55 Yunanca yahut Ermenice konuşan bir ruhban sınıfı, Sırpça, Bulgarca yahut Arapça konuşan ve farklı etnik kökendeki toplulukları aynı dini cemaatin üyesi sayabiliyordu. Yahut Erdel Voyvodalarında olduğu gibi kimi yerel yöneticiler Fenerli Rum Beyler arasından atanabiliyordu. On sekizinci yüzyılda Avrupa ile olan ticaretin ve ilişkilerin gelişmesi Fenerli Rum tüccar guruplarının gücünü arttırmış, giderek Patrikhane içinde de söz sahibi olmuşlardı. Eflak ve Boğdan gibi bölgelerde Slav ve Leh nüfusu Rumlaştırmaya çalışmışlar, zenginleşip, batılı eğitimle laikleştikçe milliyetçi bir söylem içinde Bizans‟ı yeniden kurmayı amaçlamışlardı.56 On sekizinci yüzyılın sonlarına kadar İmparatorluğun bir iç unsuru ve Devletin dikkatle gözettiği toplumsal dengenin en önemli parçalarından biri olan “millet sistemi” özellikle 1774 tarihli, Rusya ile imzalanan Küçük Kaynarca antlaşmasıyla bir dış soruna dönüşecek ve İmparatorluğun çözülüş sürecini de hızlandıracaktı.57
53
Karpat (2006), age, sayfa 343 Halil İnalcık (2000), age, sayfa 42 55 Karpat, age, sayfa 355 56 Karpat, age, sayfa 359 57 Karpat, age, sayfa 361 54
DEĞERLENDİRME VE SONUÇ
Osmanlı toplum düzeni, iktisadi ve siyasi denetimi elinde tutan patrimonyal bir merkezi bürokrasinin en tepede konumlandığı, toplumu oluşturan cemaat ve gurupların ezel ve ebet bir “denge” anlayışı içinde yaşadığı, kozmopolit bir imparatorluk coğrafyası içinde biçimlenmiştir. Yapının temelinde geniş “küçük köylü” yığınları bulunmakta ve sistem, köylünün ürettiği tarımsal üründen elde edilen ayni ve nakdi gelire dayanmaktadır.58 Bu toplumsal düzen Osmanlı‟ya üzerinde yükseldiği coğrafyanın tarihselliğinden ve ortaçağ İslam zihniyetinin59 geleneğinden miras kalmış görünmektedir. “Fetih” ve “kul” sistemi üzerine kurulu yönetici seçkinlerin, toplumsal düzende dikkatle gözettiği “denge” hali, tıpkı şehirlerde “ahilik” geleneğini izleyen “lonca” sisteminin iktisadi yaşamda rekabet ve sermaye birikimini kısıtlaması gibi, herkesin bulunduğu konum içinde, istikrara ve genel uyuma uygun davranmasını bir gereklilik olarak kabul ediyordu. Anadolu ve Balkanlarda gayrimüslimlerin İslamlaşması ve Türk kültürü etkisine girmesi bir zorlama ya da devlet baskısı ile değil, daha çok iktisadi ve siyasi hayatın süreç içinde harekete geçirdiği dinamiklere bağlanıyordu.60 Öte yandan “millet sistemi” de işte bu bölümlere ayrılmış61, adeta dikey olarak yan yana konumlanmış toplumsal gurupların varlığını kalıcı hale getiren ve İmparatorluğun “denge” haline hizmet eden pratik ve pragmatik bir anlamı ifade ediyordu.
58
Karpat (2002), age, sayfa 38 Karpat (2002), age, sayfa 13 60 Halil İnalcık (1999), “Halil İnalcık ile Söyleşi”, (Söyleşiyi Yap. İlber Ortaylı), Cogito Osmanlılar Özel Sayısı, Sayı 19, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, sayfa 39 61 İlber Ortaylı (2008), Osmanlı’da Milletler ve Diplomasi - Seçme Eserler 3, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, sayfa 4 59
KAYNAKÇA
İnalcık, Halil (1999), “Halil İnalcık ile Söyleşi”, (Söyleşiyi Yapan İlber Ortaylı), Cogito Osmanlılar Özel Sayısı, Sayı 19, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul Ortaylı, İlber (2008), Osmanlı’da Milletler ve Diplomasi - Seçme Eserler 3, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul Somel, Selçuk Akşin (2003), “Cemaat Mektepleri ve Yabancı Misyoner Okulları”, Osmanlı Uygarlığı - Cilt 1, T.C. Kültür Bakanlığı, Ankara Ortaylı, İlber (2008), Avrupa ve Biz, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul Lewis, Bernard (2000), Ortadoğu’nun Çoklu Kimliği, (Çev. Mehmet Harmancı), Sabah Kitapları, İstanbul Eryılmaz, Bilal (1993), “Osmanlılarda Millet Sistemi”, (Gen.Yay.Yön. Bekir Şahin), Osmanlı Ansiklopedisi - Tarih, Medeniyet, Kültür, Ağaç Yayıncılık, İstanbul Türköne, Mümtaz‟er (2003), Siyaset, Lotus Yayınevi, Ankara Yack, Bernard (2003), “The Liberal Democratic State”, The Nation State, (Ed. T.V.Paul, G.John İkenberry ve John A.Hall), Princeton University Press, USA Faroqhı, Suraıya (2009), Osmanlı Kültürü ve Gündelik Yaşam - Ortaçağdan Yirminci Yüzyıla, (Çev. Elif Kılıç), Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul Yediyıldız, Bahaeddin (1994), “Osmanlı Toplumu - Yerleşim Durumuna Göre Osmanlı Toplumu”, (Ed. Ekmeleddin İhsanoğlu), Osmanlı Devleti ve Medeniyeti Tarihi, IRCICA, İstanbul Abou-El-Haj, Rıfa‟at Ali (2000), Modern Devletin Doğası, (Çev. Oktay Özel ve Canay Şahin), İmge Kitabevi, Ankara İpşirli, Mehmet (1994), “Klasik Dönem Osmanlı Devlet Teşkilatı”, Osmanlı Devleti ve Medeniyeti Tarihi, (Ed. Ekmeleddin İhsanoğlu), IRCICA, İstanbul Karpat, Kemal H. (2006), Osmanlı’da Değişim, Modernleşme ve Uluslaşma, (Çev. Dilek Özdemir), İmge Kitabevi, Ankara Kütükoğlu, Mübahat S. (1994), “Osmanlı İktisadi Yapısı”, Osmanlı Devleti ve Medeniyeti Tarihi, (Ed. Ekmeleddin İhsanoğlu), IRCICA, İstanbul İnalcık, Halil (2000), “Mirasın Anlamı: Osmanlı Örneği”, (Ed. L. Carl Brown), İmparatorluk Mirası, İletişim Yayınları, İstanbul Timur, Taner (1989), Osmanlı Çalışmaları – İlkel Feodalizmden Yarı Sömürge Ekonomisine, V Yayınları, Ankara İnalcık, Halil (2003), Osmanlı Uygarlığı, (Ed. Halil İnalcık ve Günsel Renda), T.C. Kültür Bakanlığı, İstanbul
İnalcık, Halil (2005), Tarihçilerin Kutbu-Halil İnalcık Kitabı, (Söyleşi: Emine Çaykara), Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul İnalcık, Halil (2009), Devlet-i Aliyye-Osmanlı İmparatorluğu Üzerine Araştırmalar I, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul Ortaylı, İlber (2004), Osmanlı Barışı, Ufuk Kitapları, İstanbul Brown, L. Carl (2000), İmparatorluk Mirası-Balkanlar’da ve Ortadoğu’da Osmanlı Damgası, (Çev. Gül Çağalı Güven), İletişim Yayınları, İstanbul İnalcık, Halil (1999), Halil İnalcık ile Söyleşi-Osmanlı Tarihi En Çok Saptırılmış, Tek Yanlı Yorumlanmış Tarihtir, Osmanlı Özel Sayısı, Cogito-Üç Aylık Düşünce Dergisi, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul Karpat, Kemal H. (2002), Osmanlı Modernleşmesi-Toplum, Kuramsal Değişim ve Nüfus, (Çev. Akile Zorlu Durukan ve Kaan Durukan), İmge Kitabevi