TA NRIL A RIN A RA B A L A RI ERICH VON DÄ NIK EN 1 Orijinal adı: Chariots of the Gods 2 Türkçesi: Zeki OKAR
Ç NDEK LER GR
..................................................................................................................................................... 3
B R NC BÖLÜM: EVRENDE AKILLI YARATIKLAR VAR MI? ................................................................. 4 K NC BÖLÜM: UZAY GEM M Z O DÜNYAYA N NCE .......................................................................... 7 ÜÇÜNCÜ BÖLÜM: AÇIKLANAMAYANIN MKÂN DI I DÜNYASI.......................................................... 11 DÖRDÜNCÜ BÖLÜM: TANRI B R ASTRONOT MUYDU? .................................................................... 22 BE NC BÖLÜM: GÖKLERDEN GELEN - ATE SAÇAN SAVA ARABALARI ................................... 28 ALTINCI BÖLÜM: ESK HAYAL VE MASALLAR MI, YOKSA ESK GERÇEKLER M ? .......................... 33 YED NC BÖLÜM: ESK HAR KALAR MI YOKSA UZAY YOLCULU U MERKEZLER M ?................... 43 SEK Z NC BÖLÜM: PASKALYA ADASI - KU ADAMLARIN ÜLKES .................................................. 51 DOKUZUNCU BÖLÜM: GÜNEY AMER KA'NIN DER N SIRLARI VE BA KA GAR PL KLER................ 55 ONUNCU BÖLÜM: DÜNYANIN UZAY DENEMELER ........................................................................... 61 ON B R NC BÖLÜM: DO RUDAN HABERLE ME Ç N ARA TIRMALAR .......................................... 72 ON K NC BÖLÜM: YARIN................................................................................................................... 80
GR Bu kitabı yazmak cesaret isteyen bir i ti; okumak da aynı ekilde cesaret isteyecektir. Kapsadı ı kuramlar ve kanıtlar, geleneksel arkeolojinin özenle kurulmu mozaik yapısına uymadı ı için, belki bilginlerimizce 'sözü edilmemesi gereken' kitaplar sınıfına sokulacaktır. Geçmi imizi ara tırmanın, gelece imizi ara tırmaktan çok daha çekici ve serüvenli olabilece i gerçe i kar ısında halk, belki kabu una çekilip orada kurdu u dünyada ya amayı seçecektir. Ne olursa olsun, binlerce, milyonlarca yıl geriye uzanan geçmi imizin tutarsızlıklarla dolu oldu u gerçe i, kesinlikle koruyacaktır. Geçmi , ilkel dünyamızı, içi adam dolu uzay arabalarıyla ziyaret eden bilinmeyen tanrılarla doludur; akıl almaz teknik yeteneklerin var oldu u, günümüzde ise ancak bir bölümü yeniden bulunan bilgilerin gizlendi i bir geçmi ... Arkeoloji derseniz, o da tutarsızlıklar içindedir. Çünkü binlerce yıllık elektrik pilleri, platin kopçalı kusursuz uzay giyimleri içinde garip yaratıklar, küçük elektronik beyinlerin bile çözemedi i on be basamaklı sayılar yeni kazılarda ortaya çıkmaktadır. Bunları yapmı olması gereken ilkel insanların, böylesine inanılmaz bilgileri nereden elde ettikleri sorusu ister istemez ki inin aklına takılmıyor mu? Tutarsızlıklar din alanında da sürüp gitmektedir. öyle ki, bütün dinler sözle mi gibi, insano luna yardım ve kurtulu vaat ederler. lkel tanrılar da aynı eyler için söz verirler. Ama niçin verdikleri sözü tutmazlar; niçin son derece modern silâhlarını ilkel insanlara kar ı kullanırlar; niçin onları yok etmeyi tasarlarlar? Binlerce yıldır kurulmasına çalı ılan inançlar dünyasının artık yıkılaca ı dü üncesine alı alım. Birkaç yıllık dikkatli ara tırma, hepimizi rahatlatan zihin kurumlarını yerle bir etmeye yetiyor; gizli toplumların kitaplıklarında saklı duran bilgiler birer birer gün ı ı ına çıkıyor; uzay ça ı gizlilikler ça ı olma niteli ini yitiriyor ve yıldızları hedef alan uzay yolculukları, geçmi le aramızda kalan uçurumları kapatmaya ba lıyor. Tanrılar, rahipler, krallar, kahramanlar bu uçurumun karanlıklarından çıkıyorlar. Geçmi imizi gerçekten eksiksiz ö renmek istiyorsak, onları gizledikleri sırları açıklamaya zorlamalıyız. Bu nasıl yapılabilir? Arkeolojik ara tırmaları modern laboratuvarlar üstlerine almalıdır! Arkeologlar tarihsel yerle me kalıntılarını, üstün duyarlıklı ölçü araçlarıyla yeniden incelemelidirler! Ve gerçe i arayanlar, bütün kurumlara ku kuyla bakmaya koyulmalıdırlar! On bin yıl öncesinin insanı için uzay yolculu u bir sorun de il, bir gerçekti! Bunun ispatı, karanlık geçmi te tanrıların bıraktıkları ve bugün anlamını çözmeye çalı tı ımız sayısız izlerdir. Evet, pek uzak ça larda uzaylıların dünyamızı ziyaret ettiklerini ileri sürüyorum! Bu dünya dı ı akıllı yaratıkların kimler olduklarını ya da hangi gezegenden geldiklerini henüz bilmiyorum. Ancak; o ça da ya ayan insansı yaratıkları kitle halinde yok ettiklerine ve yeni, belki de ilk, 'homo sapiens'i ürettiklerine kesinlikle inanıyorum. Bu iddia tümüyle devrimcidir; kusursuz gibi görünen zihin kurumlarını temelinden sarsmaktadır. Amacım, bu iddianın delillerini gözler önüne sermektir. Kitabım birçok ki inin cesaret vermesi ve i birli iyle hazırlanabildi. Son birkaç yıldır yüzümü göremeyen karıma anlayı lılı ı için, binlerce mil bana yol arkada lı ı eden Hans
Neuner'e aksamasız ve de erli yardımları için, Dr. Stehlin ve Louis Emrich'e sürekli destek olu ları için te ekkür etmek isterim. Ayrıca bana, Bilimsel ve Teknik Ara tırma Merkezlerini gezdiren Houston ve Huntsville NASA tüm personeline, Prof. Dr. Werner von Braun, Prof. Dr. Willy Ley ve Bert Slattery'e ve dünyanın çe itli bölgelerinde benden yardım ve desteklerini esirgemeyen insanlara te ekkürü bir borç bilirim. ERICH VON DÄNIKEN
B R NC BÖLÜM: EVRENDE AKILLI YARATIKLAR VAR MI? Y RM NC YÜZYIL NSANI, türünün evrendeki tek örne i midir? Ba ka yıldızlardan gözümüzle görebilece imiz örnekler gelmedi i sürece bu soruya verilen, «Evet, dünyamız, üzerinde insan ya ayan tek gezegendir!» kar ılı ı geçerli ve inandırıcı kalacaktır. Ancak son ara tırma ve bulgulardan ortaya çıkan gerçekler dikkatle incelendi inde, soru i aretleri ormanının büyüdükçe büyüdü ü görülecektir. Astronomlar bulutsuz bir gecede çıplak gözle 4500 yıldız görülebilece ini söylüyorlar. Küçük bir gözlem evi teleskopu bu sayıyı iki milyona çıkarabiliyor. Modern yansıtıcı teleskoplarca, Samanyolu’nu olu turan milyarlarca yıldızın ı ı ını gözlemciye getirmek gücünde. Ancak, evrenin heybetli ölçüleri açısından Samanyolu, çok daha büyük bir yıldızlar sisteminin ufacık bir parçasıdır. Bu sistem yirmiye yakın galaksiden olu ur ve yarıçapı bir buçuk milyon ı ık yılıdır. (1 ı ık yılı, ı ı ın bir yılda aldı ı yoldur ve 300.000 x 60 x 60 x 24 x 365 = 9.460.800.000.000 kilometreye e ittir). Ancak böylesine korkunç bir sayıyla anlatılan bu sistem bile, elektronik teleskopların gösterdi i nebulaların büyüklü ü kar ısında küçücük kalır. Astronom Harlow Shapley, teleskoplarımızın görü alanı içinde yakla ık olarak (100.000.000.000.000.000.000) yıldız bulundu unu ve bunların binde birinde gezegenler sistemi bulundu unu tahmin ediyor. Bu tahminin temelinden hareketle, söz konusu yıldızların binde birinde hayat için gerekli ko ullar oldu unu kabul edersek, geriye (100.000.000.000.000) yıldız kalıyor. Peki, bunların kaçında hayata uygun atmosfer var? Binde birinde mi? Öyleyse (100.000.000.000) yıldız hayat için gerekli atmosferi ta ıyor demektir. Daha ileri giderek, bunların binde birinde hayatın ortaya çıktı ını dü ünürsek, u anda üstünde hayat olan 100 milyon gezegen bulundu u anla ılır. Bu hesaplar, günümüzün tekni iyle yapılan teleskopların gösterdi i yıldızlar temel alınarak yapılmı tır. Bu arada tekni in her gün geli meler gösterdi i unutulmamalıdır. Biyokimyacı Dr. S. Miller'in varsayımını izledi imizde hayatın ve hayat için gerekli ko ulların, birtakım ba ka gezegenlerde daha çabuk geli mi olabilece ini görürüz. Bu varsayımı kabul edersek, 100.000 gezegende, bizimkinden daha geli mi uygarlıkların bulundu unu da kabul etmemiz gerekir. Tanınmı bilim adamı, yazar ve W. von Braun'un arkada ı Prof. Dr. Willy Ley, New York'taki konu mamızda görü lerini öyle açıkladı: «Yalnız Samanyolu'ndaki yıldızların sayısı 30 milyar kadardır. Günümüz astronomi bilginleri, bunların 18 milyarında gezegenler sistemi bulundu unu kabul ederler. Gezegen sistemleri arasındaki uzaklı ın, gezegenlerin ancak yüzde birine bir yıldız yörüngesine girme olana ı tanıdı ını dü ünelim. Bu durumda, hayatı destekleyecek güçte 180 milyon gezegenle kar ı kar ıya kalırız. Bunların yüzde birinde de hayatın gerçekten ortaya çıktı ını dü ünürsek, geriye 1.800.000 gezegen kalır. Üzerinde hayat bulunan gezegenlerin yine yüzde birinde «Homo Sapiens'e e it akıl düzeyindeki canlıların ya adıklarını kabul edersek, Samanyolu’nda 18.000 uygarlık oldu u ortaya çıkar.» Samanyolu'ndaki yıldız sayısının son sayımlarda 100 milyara çıktı ı göz önünde
tutulursa, Prof. Ley'in dikkatle yaptı ı hesaptaki uygarlık sayısı büyük çapta artar. Ütopik sayıları ya da bilinmeyen galaksileri katmaksızın yapılan yukarıdaki tahmini, biraz daha ilerletebiliriz ve 18.000 gezegenin en az yüzde birinde gerçekten hayat oldu unu ileri sürebiliriz. Dünyaya benzer gezegenleri var oldu u, gerek hesaplar, gerekse bilimsel ara tırmalar sonucu, ku ku tanımaz bir duruma gelmi tir. Ancak hayatı destekleyen ko ulların ille de dünyanınkilerle özde olması gerekmez. Hayatın yalnız dünyadaki ko ullar altında geli ti i dü üncesi çoktan çürütülmü tür. Oksijen ve su olmayınca hayat da olmaz inancı tümüyle yanlı tır. Öyle ki dünyamızda bile oksijene gerek duymayan canlılar vardır. Anaerobik bakteri adı verilen bu yaratıklara oksijen, öldürücü etki yapmaktadır. Neden uzayda aynı ekilde ya ayan geli mi türler bulunmasın? Çalı malarını pek yakın tarihlere kadar dünyamız üzerinde yo unla tıran ara tırmacılar, gezegenimizi hayat için 'ideal' olarak nitelendirmi lerdi. Bol bol suyu, tükenmeyen oksijeni, organik yollarla kendili inden yenilenen do ası ve ne çok sıcak, ne çok so uk iklimiyle dünyamız, bu niteli i hak eder görünüyordu. yi ama hayatın do u u ve geli mesi böylesine katı kurallarla sınırlandırıldı ında, ortaya çıkan a ırtıcı durumlara ne demeli? Bilginler, dünyada iki milyona yakın de i ik canlı türünün bulundu unu tahmin ediyorlar; bunların bir milyon iki yüz bini bilimsel olarak tanınıyor. Ancak, tanınanlar içinde birkaç bin türün, bugün geçerli kurallar gere ince, ya amaması gerekiyor! Bu durumda, hayat için gerekli ko ulları belirleyen yasaların yeni ba tan ele alınıp incelenmelerinden ba ka çıkar yol yoktur. Normal olarak yüksek radyoaktiviteli suların mikroptan arınmı olaca ı dü ünülebilir. Ne var ki birtakım bakteri türleri, nükleer reaktörleri çevreleyen Dr. Siegel'in yaptı ı bir deney ise korku vericidir: Siegel, Jüpiter'in atmosferini laboratuvarında yaratarak, birtakım bakterileri burada üretmeyi denemi tir. Bilindi i gibi Jüpiter'in atmosferi, bizim anladı ımız biçimde hayat için hiç bir uygunluk göstermemektedir. Bununla birlikte Siegel'in bakterileri, amonyak, metan ve hidrojene ra men ölmemi ve üremelerini sürdürmü lerdir. Bristol Üniversitesi entomoIojistlerinden Hinton ve Blum'un deneyi de aynı oranda ürkütücüdür. Bu bilim adamları, bir tatarcık türünü birkaç saat 100° santigrad ısıda kuruttuktan sonra, uzay kadar so uk olan sıvı helyuma atmı lardır. Daha sonra yüksek ısı vererek do al hayata döndürdükleri hayvancıklar hiç bir ey olmamı gibi ya amalarını sürdürmü ler, hatta 'sa lıklı' yavrular bile do urmu lardı! Bunların dı ında yanarda larda ya ayan, ta yiyen, demir üreten bakteri türleri de tanınmaktadır. Soru i aretleri ormanı büyüdükçe büyümüyor mu? Birçok ara tırma merkezinde deneyler sürdürülürken, hayatın hiç bir zaman dünyamız ko ullarıyla sınırlandırılamayaca ının delilleri de artmaktadır. Dünya yüzyıllar boyu, yerküreyi yöneten ko ullar ve yasalar çevresinde dönüp duruyor. Bu inanı , alı ılmı ölçü ve dü ünce sistemlerini benimseyen ara tırmacıların gözlerine her eyi bulanık ve titrek gösteren bir gözlük gibi yerle ti. Uzay incelenirken de çıkarılamayan bu gözlük yüzünden, ça açan dü ünürlerden Teilhard de Chardin, uzayda ancak 'hayal'in gerçek olabilece ini ileri sürdü!
E er ba ka gezegenlerde ya ayan akıllı yaratıklar da bizim gibi dü ünüyorlarsa, kendi hayatları için gerekli ko ulları, bütün evren için geçerli sayıyorlar demektir. Böylece bizim anladı ımız biçimde bir hayat için kesinlikle öldürücü olan -150, 200 derece ısıda ya ayan yaratıklar, evrende hayat izi ararken -150 dereceyi de birlikte arayacaklardır. Tıpkı bizim geçmi imizi aydınlatmaya çabalarken kullandı ımız mantık gibi... u, ya da bu zamanda ortaya çıkan her atak dü ünceye ütopya gözüyle bakılır. Ama günlük gerçekler arasına giren ütopyalar sayılamayacak kadar çoktur! Burada verilen örnekler en uzak ihtimalli türden olmakla birlikte, bugün kavramakta güçlük çekti imiz birtakım kavramlar açıklanınca, gerçek durumuna gireceklerdir. O zaman tüm engeller yıkılacak ve insan, evrenin gizli tuttu u bilgilere bir adım daha yakla acaktır. Gelecek ku aklar evrende bugün hayal edemedi imiz ölçüde de i ik türden canlılar bulacaklar, biz orada olmasak bile, evrendeki tek akıllı yaratık olmadıklarını, hele hiç de en eski yaratık olmadıklarını kabul edeceklerdir. Ya ı sekiz ya da on iki milyar olarak bilinen evrenden kopup gelen gökta ları, mikroskoplarımızın altına organik bile imlerin, izlerim getirmektedirler. Milyonlarca yıllık bakteriler yeniden hayat kazanırken, uzaydaki sayısız güne lerden çıkan sporlar, bo lu u a arak gezegenlerin çekim alanına kapılmaktadırlar. Milyonlarca yıldır süregelen dönemlerde, yeni hayat türleri yaratılmakta ve geli mektedir. Bu arada yerkürenin her yanından toplanan sayısız ta örneklerinin incelenmesi, dünyamızın dört milyar yıl önce meydana geldi ini ortaya çıkarmı tır. Ne var ki bilimin tek bildi i ey, bir milyon yıl kadar önce, 'insanı andırır bir ey'in dünyada ya adı ıdır! Ve dev zaman nehrine, a ır çalı malar, büyük serüvenler ve geni çapta merak kar ılı ında kurdu u baraja ancak 7000 yıllık bir insanlık tarihi toplayabilmi tir. Evrenin milyarlarca yılla ölçülen geçmi i kar ısında bu sayı gülünç kalmıyor mu? nsanın bugünkü durumuna gelebilmesi için 400.000 yıl geçmesi gerekmi ti. Neden ba ka gezegenler bize benzeyen ya da benzemeyen varlıkların geli mesi için daha elveri li ko ullar sa lamamı olsun? Neden ba ka bir gezegende bize e it ya da bizden üstün 'rakipler' bulunmasın? Birtakım kestirme kar ılıklarla bu sorular hasıraltı edilemez! Geçmi te yıkılmaz görünen yasalara bugün gülündü ü unutulmamalıdır. Sözgeli i, yüzlerce ku ak dünyanın düz oldu u inancındaydı. Binlerce yıl güne in dünyanın çevresinde döndü ü ileri sürüldü. Bugün bile, Samanyolu’nun merkezinden 30.000 ı ık yılı uzakta, sıradan, minicik bir gezegen oldu u ispatlandı ı halde, dünyanın, her eyin merkezi oldu una inananlarımız var. Uzay ara tırmalarında elde etti imiz bilgiler, evren kar ısındaki küçüklü ümüzü ve de ersizli imizi çoktan ortaya koymu tur. Ancak gelece imizin evrende gizli oldu u gerçe i, de erinden bir ey yitirmemi tir. Gelece e öyle bir bakmadan, geçmi i tarafsızlık ve içtenlikle ara tırma gücünü bulabilece imizi sanmıyorum...
K NC BÖLÜM: UZAY GEM M Z O DÜNYAYA N NCE TÜM KURGU-B L M yazarlarının büyükbabası sayılan Jules Verne bugün dünyaca ünlü bir yazardır. Fantezileri çoktan kurgu-bilim olmaktan çıkmı , seksen günde yapılabilece ini dü ündü ü dünya çevresindeki yolculuk, astronotlarca seksen altı dakikaya indirilmi tir. Biz de, bu ileri görü lü yazarın yöntemini izleyerek, uzay gemisiyle ileride yapılacak bir yolculukta neler olabilece ini dü ünmeye çalı alım. Elbette sözünü etti imiz yolculu un gerçekle mesi, Jules Verne'in dü lerinin gerçekle mesinden çok daha kısa bir süre alacaktır. Bununla birlikte, uzay gemimizin 150 yıl sonra bilinmeyen bir yıldıza gitmek için dünyadan ayrıldı ını dü ünelim: Gemimiz, deniz a ırı gemiler büyüklü ünde ve 99.800'ü yakıt olmak üzere, 100.000 ton kalkı a ırlı ında olsun. mkânsız mı? Hiç sanmam! Daha bugünden parça parça yörüngeye sokulan uzay gemileri, dünya çevresinde dola ırlarken birle tirebiliyor. Hem bu birle me i lemi yirmi yıldan az bir süre sonra gereksiz kalacak; çünkü aya inecek dev gemileri yerde hazırlamak bir sorun olmaktan çıkacak. Üstelik yarının roket atma i lemi için sürdürülen temel ara tırmalar, tam yolla ilerliyor. Bu ara tırmalardan anla ıldı ına göre, gelece in roket motoru, gücünü nükleer enerjiden alacak ve ı ık hızına yakın bir hıza ula acak. Aynı alandaki yeni atılımlar arasında uygulama imkânı, basit parçalar üzerinde yapılan fiziksel deneylerle ispatlanan 'Foton Roketi' de var. Gövdesinde ta ıdı ı yakıt, roketi ı ık hızına öylesine yakla tırıyor ki, görelili in her etkisi, özellikle fırlatıldı ı yerle, kendisi arasındaki zaman farkı açıkça görülebiliyor. Roket çalı ınca yakıt elektromanyetik radyasyona dönü üyor ve salkım biçimi bir itici güç olarak, ı ık hızıyla gövdeden ayrılıyor. Teorik olarak bu sistemle donatılmı bir uzay gemisinin ı ık hızının %99'una ula ması gerekir ve bu hız, güne sistemimizin sınır kapılarını ardına kadar açmak için yeterlidir. Akıllara durgunluk veren bir dü ünce!... Ancak yeni bir ça ın belkemi i sayılabilecek olan yirminci yüzyıl insanı, büyükbabasının tanık oldu u ve akıl almaz buldu u tren, elektrik telgraf, otomobil ve uçak gibi teknolojik geli me ürünlerinin, bugün ola anüstü bir yanı kalmadı ını aklından çıkarmamalıdır. Aynı ekilde kendisi de ilk radyo yayınlarına, renkli televizyondan izlenen ilk uzay yolculuklarına ve dünya çevresinde dönüp duran uydulara tanıklık etmi , her halde birço unu akıl almaz bulmu tu. Ku kusuz onun çocuklarının çocukları gezegenler arası yolculuklara çıkacaklar ve üniversitelerin teknik bölümlerinde kozmik ara tırmalar yapacaklardır. Gelelim hedefi uzak bir yıldız olan uzay gemimiz yolculu una: Her eyden önce gemi tayfasının, vakit öldürmek için ne gibi yollar tuttu unu dü ünmeye çalı alım. Çünkü Einstein'ın zafiyet Teorisine göre ı ık hızının hemen altında yol alan bir uzay gemisinde zaman, dünyada kalanlara göre çok daha yava geçer. nanılmaz gibi görünüyor ama, uzay gemimiz ı ık hızının %99'una varan bir hızla gidiyorsa, dünyada geçen bir yüzyıla kar ılık, geminin içinde ancak 14,1 yıl geçiyor demektir. Uzay yolcularımızla, dünyada kalanlar arasındaki zaman farkını, Lorentz de i tirgeçlerinin verdi i a a ıdaki formülle hesaplayabiliriz:
t v = 1− T c
2
(t: uzay yolcularına göre zaman, T: dünyadaki zaman, v: uçu hızı, c: ı ık hızı.) Uzay gemisinin uçu hızı da, Prof. Ackeret'in kurdu u temel roket denklemlerine göre hesaplanabilir:
w v c = w w 2 w 1 − (1 − t ) c c 1 − (1 − t )
2
v: ivme, w: fırlatma hızı, c: ı ık hızı, t: kalkı taki yakıt a ırlı ı.) Zaman böyle a ır a ır akıp giderken gemi adamları hem görevleri gere i hem de vakit öldürmek için, yanından geçtikleri gezegenleri inceleyerek, onların yerlerini belirleyecek, görüntü analizleri yapacak, yerçekimlerini hesaplayacak ve yörüngelerini ölçeceklerdir. Son olarak da ko ulları dünyamıza en çok benzeyen bir gezegeni ini yeri olarak seçeceklerdir. Bunda amaç, tükenmeye yüz tutan yakıtlarını yenilemektir. nilecek gezegenin dünyamıza çok benzedi ini kabul edelim. Daha önde de belirtti im gibi, bunun olmaması için hiç bir neden yoktur. Gezegen, dünyamızın 8000 yıl önceki durumuna benzememekte ve üzerinde uygarlık da aynı a amayı ya amaktadır. Elbette bütün bunlar ini ten önce, gemideki araçlarla belirlenmi tir. nilecek alan, 'bölünebilir madde kaynaklarına' en yakın olan bölgedir. Gemideki araçlar, uranyum madenlerinin hangi da sıralarında bulunabilece ini de güvenilir ve çabuk bir biçimde gösterirler. ni tasarlanan biçimde gerçekle tirilir. Gemi adamlarının gözüne çarpan ilk ey, ta tan araçlar yapan, mızraklarla vah î hayvan avlayan, otlaklarda koyun ve keçi sürüleri güden, ilkel biçimde çanak çömlek ve ev gereçleri yapan birtakım yaratıklar olur. Acaba bu ilkel yaratıklar, gökten inen canavar ve içinden çıkan garip eyler hakkında ne dü ünürler? Her halde ilk yapacakları ey yerlere kapanıp yüzlerini topra a gizlemek olacaktır. O güne kadar aya ve güne e tapmı lardır. Ama imdi olan, korkunç bir eydir: Tanrılar gökten inmi lerdir! Olayın ilk heyecanı geçince, ilkel yaratıklar bir kaya ardına geçip olanı biteni izlemeye koyulurlar. Az ötelerinde kafalarında çubuklu apkalar ta ıyan, (antenli ba lıklar); geceyi gündüze çevirebilen (ı ıldaklar) tanrılar harıl harıl çalı maktadırlar. Yabancılar hiç güç harcamadan gö e yükselirken (roketli kemerler) gezegen sakinleri neredeyse küçük dillerini yutarlar. Bilinmeyen 'hayvanlar' homurdana vızıldaya gökte uçmaya ba layınca da (helikopterler ve her i e yarayan ta ıtlar) yüzlerini yine topra a gömerler. Son olarak tüyler ürpertici bir 'bumm' sesi duyulur (deneme patlaması). Yaratıklar çil yavrusu gibi da ılarak ma aralarına kaçı ırlar. Artık astronotlarımız onların gözünde yüce birer tanrıdır.
Günler geçer. Uzay adamları yo un çalı malarını sürdürürler. Bir gün rahipler ve büyücülerden olu an bir topluluk tanrılarla ili ki kurmak için, ilkel içgüdüleriyle kestirdikleri ba kana yakla ırlar. Yanlarında konukseverliklerini gösterecek arma anlar vardır. Uzay adamlarımız elektronik beyin aracılı ıyla onların dillerini hemen ö renirler ve nezaketlerine te ekkür ederler. Uzun uzadıya kendilerinin tanrı olmadı ını, tapmaya de er bir üstünlük ta ımadıklarını anlatırlarsa da, sonuç alamazlar. lkel dostlarımız ba ka türlü dü ünememektedir. Onlar yıldızlardan gelmi , büyük güçler göstererek mucizeler yaratmı lardır. Tanrılardan ba ka bir ey olamazlar! Uzay adamları direnerek yardım teklif ederler. Yine sonuç yoktur. Olan bitenler çoktan, kar ılarındaki ilkel yaratıkların anlayı sınırlarını a mı tır. ni gününden sonra olacakları tam olarak kestirmek güçtür, ancak a a ıdaki eylemlerin, önceden dü ünülmü bir tasarı gere ince uygulanabilece i dü ünülebilir. Nüfusun bir bölümü kazanılarak, dünyaya dönü ara tırılması ve çıkarılması için e itilir.
için gerekli olan uranyum'un
Yaratıkların en akıllısı 'kral' seçilir. Gücünün apaçık belirtisi olarak, tanrılarla do rudan do ruya ili ki kurulabilece i bir telsiz aracı verilir. Uzay adamlarımız onlara basit uygarlık gereklerini ve birtakım ahlâk kavramlarını ö retirler. Özellikle seçilmi kadınlar gemi adamlarınca döllenir. Böylece do al evrimin birkaç a amasını atlatan bir soy do ar. Bu soyun uzayda uzmanla abilmesi için ne kadar zaman geçmesi gerekti ini kendi tecrübelerimizden biliyoruz. Neyse, uzay adamlarımız dönü yolculu una ba lamadan önce, arkalarında ancak çok çok sonra, yüksek teknik yetenekleri olan ve matematik temellere kurulmu bir uygarlı ın anlayabilece i birtakım izler ve i aretler bırakırlar. Gezegen yaratıklarını, kendilerini ileride bekleyen tehlikelere kar ı uyarmanın ne ölçüde yarar sa layaca ını da kestirmek pek güçtür. Onlara korkunç kıtalararası sava ları ve atomik patlamaları konu alan filmler gösterdik ve sava ın i rençli ini anlattık diyelim. leri uygarlık düzeyine ula an ve tarih kitapları tiksindirici sava lardan geçilmeyen yirminci yüzyıl dünyası bile, durmadan 'sava ate iyle' oynadı ına göre, onların da her eye ra men, bir gün aynı çılgınlı a dü eceklerini dü ünmek yerinde olur sanırım! Uzay gemisi evrenin karanlıklarında kaybolup gidince, geride kalan dostlarımız, bu inanılmaz mucizeyi konu maya ba layacaklardır: Tanrılar buradaydı! Ba larından geçenleri babadan o ula, anneden kıza geçecek destanlar biçimine sokacaklar, tanrıların geride bıraktı ı arma anları, küçük araçları tapınaklarına kaldırarak, kutsal emanetler olarak koruyacaklardır. E er yazıyı ke fetmi lerse, olanları korkunç, ola anüstü ve mucizevî diye niteleyerek yazmaya koyulacaklardır. Kitapları ve resimleri, sa ır edici gürültülerle gökten inen bir uçan gemiyi ve altın elbiseli tanrıları anlatacaktır. Denizlerin ve karaların üstünde uçan sava arabalarından, korkunç silâhlardan söz edecek, tanrıların geri dönmeye söz verdiklerini, altını çize çize belirteceklerdir. Bir zamanlar gördüklerini kayalar üzerine çizmeye koyulacaklardır: Kafalarında ba lıklar ve çubuklar bulunan
ekilsiz devler; gö üslerinde çantalar
ta ıyan yaratıklar; ne oldu u bilinmeyen varlıkların binip gökyüzünde dola tıkları toplar; üstünde ı ınların fı kırdı ı de nekler, kocaman böceklere benzeyen ve ta ıt aracı oldu u kesin olan garip biçimler... Uzay gemimizin ziyaretinin do uraca ı türlü etkiler saymakla bitmez. Kitabımızın ileri sayfalarında, eski ça larda dünyamızı ziyarete gelen 'tanrıların' da ne gibi izler bıraktıklarını görece iz. Gezegende bıraktı ımız dostlarımızın bu olanlardan sonraki hayatlarını izlemek kolaydır. Gizlice seyrettikleri tanrılardan, epey yeni ey ö renmi lerdir. Geminin indi i alan, kutsal bölge olarak açıklanır. Din merkezi sayılabilecek olan bu alanda, belirli dönemlerde, 'hac' toplantıları yapılır ve tanrıların 'kahramanlıkları' anlatılır. Astronomik kurallara uygun piramitler ve tapınaklar kurulur. Yüzyıllar geçer. nsanlar ço alır ve sava a ba lar. Sonunda kutsal yerlerin ço u toprak altında kalır. Daha sonra tanrıların yerlerini bulan ba ka ku aklar gelir, kazılar yapılır ve bu ku akların kar ısına binlerce anla ılmaz kalıntı çıkar. te biz, bugün aynı a amadayız. Üstelik aya inmeyi ve uzayın birçok sırrını çözmeyi de ba ardı ımız için, dü ünce boyutlarımız oldukça geni . Dev bir geminin, güney denizlerindeki ilkel yerlileri ne ölçüde etkiledi ini biliyoruz. Cortes'in Güney Amerika insanlarını nasıl korkuttu unu kitaplarımız yazıyor. Bu bakımdan, silik de olsa, bir uzay gemisinin tarih öncesi dönemlerde nasıl etkili oldu unu dü ünebiliriz. imdi soru i aretleri ormanını meydana getiren açıklanmamı kalıntılar dizisine yeni bir açıdan bakmalıyız. Bir araya geldiklerinde, tarih öncesi uzay yolculuklarından arta kaldıkları anlamını ta ıyorlar mı? Bizi geçmi in karanlıklarına götürürken, aynı zamanda gelece imiz için yaptı ımız tasarılara ı ık tutuyorlar mı?
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM: AÇIKLANAMAYANIN MKÂN DI I DÜNYASI TAR HSEL GEÇM M ZLE ilgili bilgiler, dolaylı bilgilerden bir araya getirilmi tir. Kazılar, eski kitaplar, ma ara resimleri, destanlar v.b... Bütün bu malzeme, etkileyici ve ilginç bir mozaik levhanın yapımında kullanılmı tı. Ancak parçaları, yalnızca önceden tasarlanmı bir dü ünce biçimine uyabiliyordu. Ço u zaman da çimento apaçık görülüyordu. Bir olay öyle, öyle olmu tur... Bu ba ka türlü açıklanamaz. E er bilginlerimiz öyle istiyorlarsa öyle olsun. Ama var olan dü ünce biçimlerinden ve geçerli varsayımlardan ku kuya dü üp de, sorular sormaya ba layınca tepki görüyorsak, ara tırmanın sonu gelmi demektir. Geçmi imiz ancak bir yere kadar do rudur. Yeni görü ler ortaya çıktı ında, eski varsayım hemen atılmalı ve yerine, o görü lerden bir yenisi getirilmelidir. Yeni varsayımı, geçmi i açıkladı ı sanılan eski varsayımların yerine koyma zamanı gelmi tir. Güne sistemi, evren, mikrokozm ve makrokozm hakkındaki bilgiler, teknoloji, tıp, jeoloji ve biyolojideki ilerlemeler, uzay yolculuklarının ba laması ve bu türden birçok ey, dünyamızın görü ünü elli yıl içinde oldu u gibi, de i tirmi tir. Bugün, a ırı ısı de i imlerine dayanabilecek uzay elbiseleri yapılabilece ini biliyoruz. Bugün uzayda dola manın ütopik bir dü ünce olmadı ını biliyoruz. Renkli televizyon mucizesini benimsemi durumdayız. I ı ın hızını ölçebildi imiz gibi, Einstein'ın zafiyet Teorisini de ispatlayabiliyoruz. Dünyamızın görüntüsünü çevreleyen buz kalıbı erimeye ba larken ortaya atılan yeni varsayımlar, beraberlerinde yeni kriterler getiriyorlar. Sözgeli i, gelecekte arkeolojinin yalnızca kazılar yapmakla u ra an bir bilim dalı olmayaca ı imdiden anla ılıyor. Bulunan kalıntıların toplanması ve sınıflandırılması yeterli görülmüyor. Geçmi imizin güvenilebilir bir resmini çizmek için öteki bilim dallarının da i e karı ması bekleniyor. Öyleyse imkânsızlıklar dünyasına, bütün merakımız ve açık fikirlili imizle girelim. 'Tanrıların' bize bıraktı ı mirasa sahip çıkalım: On sekizinci yüzyılın ba larında, Topkapı Sarayında, Amiral Pîrî Reis'e ait birçok eski harita bulunmu tu. Berlin Devlet Kitaplı ında saklanan ve Akdeniz'le Lût gölü dolaylarını tam olarak gösteren atlaslar da bu amiralindi. Bir süre önce bütün bu haritalar incelenmek üzere Amerikalı haritacı Arlington H. Mallery'e verildi. Mallery bütün co rafî konuların haritalarda yer aldı ını, ancak gerçek yerlerinde bulunmadıklarını belirtti ve Amerikan donanması haritacılarından Walters'ın yardımını istedi. Walters ve Mallery, uzun çalı malardan sonra haritaları modern bir küreye uygulamayı ba ardılar. Çıkan sonuçla, bilim çevrelerinde yer yerinden oynadı: Haritalar kesinlikle do ru çizilmi ti. Üstelik Akdeniz ve Lût gölü çevresini göstermekle kalmıyor, Kuzey ve Güney Amerika kıyılarını, hatta Antarktika'nın ana hatlarını da çiziyordu. Daha da a ırtıcı olarak, Pîrî Reis'in haritalarında yalnız kıtaların dı hatları de il, da sıraları, doruklar, adalar, nehirler ve ovalar tam bir do rulukla görünüyordu. Jeofizik yılı olan 1957'de haritalar, hem Weston Gözlem evi yönetmeni, hem de Birle ik Devletler Donanması haritacısı olan Cizvit Rahibi Lineham'a verildiler. Lineham,
titiz ara tırmalardan sonra haritaların akıl almaz ölçüde do ru olduklarını, üstelik o günlerde bile do ru dürüst ke fedilmemi bölgeleri açıkça gösterdiklerini bildirdi. in en akıl almaz yanı, haritalarda ayrıntılarıyla görülen Antarktika da larıydı. Çünkü bu da lar 1952 yılında, ses yansıtıcı araçlarla ke fedilebilmi ti. Daha önce varlıkları bilinmiyordu ve Antarktika tarih boyunca hep buzlarla kaplı kalmı tı! Prof. Charles H. Hapgood ve matematikçi W. Strachan'm son çalı maları bize daha da tüyler ürpertici bilgiler getiriyorlar. Uydulardan çekilmi dünya foto rafları, Pîrî Reis'in haritalarıyla kar ıla tırılınca ortaya korkunç bir benzerlik çıkmı . Bilim adamları bu haritaların asıllarının çok yükseklerden çekilmi foto raflar oldukları sonucuna varmı lar. Bunu nasıl açıklayabiliriz? Bir uzay gemisi Kahire'nin tam üstünde, fakat çok yükseklerde uçarken foto raf makinesini a a ıya do rultuyor. Film banyo edilince ortaya öyle bir görüntü çıkıyor: Kahire merkez olmak üzere, 5000 kilometrelik bir dairenin içinde kalan bölgeler do ru olarak görünmekte. Çünkü bu bölgeler merce in tam altına gelmi tir. Ancak resmin merkezinden uzakla tıkça ülkeler ve kıtalar büzülmeye, gerçek biçimlerini yitirmeye ba lıyorlar. Neden? Dünyanın küre biçiminde olması yüzünden merkezden uzakla tıkça kıtalar 'A a ı do ru batmaktadır' da ondan! öyle ki, Güney Amerika, uzunlamasına bir büzülme göstermektedir. Aynı büzülme, ne hikmetse, Pîrî Reis'in haritalarında ve A.B.D. uydularından çekilen foto raflarda da vardır. Çabucak kar ılık bulunabilecek birkaç soru sorulabilir. Bu haritalar atalarımızın elinden mi çıkmı tır? Hayır! Çünkü yapılmaları için çok ileri bir tekni in bulunması gerekiyordu... Havadan resim çekebilecek düzeye ula mı bir teknik! Haritaların çizildi i dönemlerde böyle bir teknik bulunmadı ına göre, ne yolla çizildiklerini nasıl açıklayaca ız? Dü ünce boyutlarımızı a tı ı ve mantık kurallarına uymadı ı için belki hiç aldırmayaca ız. Ya da bütün cesaretimizi toplayarak haritaların, bir uzay gemisinden çekilen foto raflar aracılı ıyla çizildi ini ileri sürece iz. Pîrî Reis'in haritaları, ku kusuz asıllarının kopyasının, kopyasının, kopyasıydı. Bununla birlikte, asılları oldu unu ve on sekizinci yüzyılda çizildiklerini kabul etsek bile, nasıl çizildikleri yolunda en ufak bir açıklama yapamayız. Çünkü onları çizen kimse ya da kimselerin, uçabilmeleri ve foto raf çekmesini bilmeleri gerekmektedir! Pîrî Reis'in de kalyonlarından ba ka bir aracı olmadı ına göre... And da larının Peru eteklerinde, denize oldukça yakın bir düzlükte antik Nazca ehri uzanır. ehrin kuzeyindeki Palpa vadisinde de elli dokuz kilometre uzunlu unda, bin altı yüz metre geni li inde düzgün bir erit vardır. eritte, paslanmı demiri andıran bir sürü ta tan ba ka bir ey görünmez. Bölge yerlileri buraya «pampa» adını verirler. Oysa ortalıkta bir tek ot bile yoktur. Nazca düzlü ünden uçakla geçerseniz, gözünüze dev çizgiler çarpar. Bunların bir bölümü birbirine paraleldir, bir bölümüyse birbiriyle kesi ir. Ayrıca iç içe geçmi olan büyük dörtgenlerle çevrili olanlar da vardır. Arkeologlar bunların nka yolları olduklarını ileri sürerler. Mantıkdı ı bir dü ünce! Birbirine paralel olan, birbiriyle kesi en, düzlükte uzanıp
giderken ansızın bitiveren yollar nkaların ne i ine yarayabilirdi! Yolu andıran çizgilerin bulundu u bölgede, tipik Nazca i i çanak çömlekler ortaya çıkarılmı tır. Ancak bu sebepten dolayı, geometrik biçimde düzenlenmi çizgileri Nazca kültürüne ba lamak, gerçekleri geni çapta basitle tirmekten ba ka bir ey de ildir. Bölgede ciddî kazılar 1952 yılından sonra ba lamı tır. Yine de, ortaya çıkarılan eserler do ru dürüst sıralanmamı tır. Yalnız geometrik biçimler ve çizgiler ölçülmü tür. Ortaya çıkan sayılar, çizgilerin astronomik tasarılar gere ince çizildi ini ileri süren varsayımı do rulamaktadır. Peru eski eserleri uzmanı Prof. AIden Mason ise bu çizgilerde, bamba ka bir din türünün ve özel bir takvimin gizlendi ini savunmaktadır. 60 km. uzunlu undaki Nazca düzlü ünün havadan görünü ü, bana tek bir hatırlattı: Bir havaalanı!
eyi
O da nereden çıktı diyebilirsiniz. Ara tırma (=bilgi), ancak, incelenecek bir ey bulundu u zaman yapılabilir. ncelenecek ey bulamayınca da, yorulmak bilmeden çalı ılır düzeltilir ve ortaya, var olan mozaik levhaya tam tamına uyan parlak ve düzgün bir ta parçası çıkarılır. Klasik arkeoloji, nka öncesi insanlarının kusursuz bir yer ölçme tekni ine sahip olabileceklerini kabul etmez. O ça larda uça ın var oldu unu ileri sürmek ise tam anlamıyla arlatanlık olur. Öyleyse Nazca'daki çizgiler hangi amaca hizmet ediyorlardı? Benim görü üme göre, bir modelden dev ölçeklerle büyütülerek ve bir koordinatlar sistemi kullanılarak, ya da uçan bir nesneden verilen talimatlara uyularak çizilmi lerdi. Bununla birlikte Nazca düzlü ünün kesinlikle bir ini alanı oldu unu ileri sürecek de ilim. Yapımında demir vb. madenler kullanılmı olsa bile, bunu ispatlayacak herhangi bir kalıntı bulunamaz. Çünkü, ta ın on binlerce yıl dayanabilmesine kar ılık, birçok metal birkaç yıl içinde a ınıp gider. Bu durumda öyle bir varsayım ileri sürebiliriz: Çizgiler, 'tanrılara,' «Buraya inin! Her ey sizin emretti iniz biçimde hazırlandı» demek için çizilmi lerdi. Geometrik biçimlerin yaratıcıları 'tanrıların' yere inebilmesi için nelerin gerekli oldu unu, belki çok iyi biliyorlardı. Peru'nun birçok bölgesinde da eteklerinde, uçak nesnelere yol göstermek için yapıldıkları ku kusuz, kocaman i aretler vardır. Bunların en ilginci, Pisco körfezini çevreleyen killi tepelere kazılmı olandır. 245 metre uzunlu undaki bir i aret kilometrelerce uzaktan açıkça görünür. lk bakı ta bir sürü eye benzetilebilir. Diyelim üç çatallı bir zıpkına ya da üç kollu bir amdana... Ama bunların hiç biri de ildir. aretin orta kolonunda upuzun bir halat bulunmu tur. Nedir bu? Çok eski bir sarkacın kalıntısı mı? Bu sorulara, var olan dogmalar yardımıyla kar ılık bulmaya çalı mak, karanlıkta görmeye çalı maktan farksızdır. Ama bilginler, her zaman oldu u gibi, bunlara da birer kulp takabileceklerini ve arkeolojinin kocaman mozaik levhasına uydurabileceklerini sanmaktadırlar. Peki ama, nka öncesi insanlarını, o akıl almaz çizgileri, ini eritlerini çizmeye iten güç neydi? Onları Lima'nın güneyindeki killi tepelere yüzlerce metre uzunlukta i aretler yapmaya götüren nasıl bir çılgınlıktı?
Çok yükseklerden gelmesini bekledikleri varlıklar olmasaydı, ça ın araçlarıyla yıllar alabilecek çabalara giri irler miydi? Daha do rusu, uçan yaratıklardan haberleri olmasaydı, böylesine anlamsız görünen a ır i lere atılırlar mıydı? Görüldü ü gibi, ortaya çıkan kalıntıların ve eski eserlerin açıklanmasında, arkeoloji tek ba ına yetersiz kalmaktadır. De i ik ara tırma alanlarından gelecek bilim adamlarının bir araya toplanması, bilmecelerin çözümünü hızlandıracaktır. Dü ünce alı veri leri ve tartı malar, karanlıkta kalmı noktalara ı ık tutulmasını sa layacaktır. Ancak bütün bu bilim adamları, kalıpla mı dü üncelerden uzakla maya kar ı koyup bizim sordu umuz biçimde soruları alaya almaya ba larlarsa, toplu ara tırmanın hiç bir kesin sonuca varamama tehlikesi do acaktır. Ne yazık ki akademik çevrenin bilim adamları kendilerine ö retilenin dı ında gerçek tanımazlar ve geçmi ça lardaki uzay yolculuklarından söz edenlere bir ruh doktoruna görünmelerini tavsiye ederler. Fakat de i en bir ey yoktur. Sorular yine kar ılıksız kalmı , açıklanamayan kalıntılar, arttıkça artmı tır. öyle ki, ekinoksları veren, astronomik mevsimleri açıklayan, ayın her saatteki durumunu ve hareketlerini gösteren, bütün bunlarda dünya dönü ünü hesaba katan bir takvime ne buyurulur? Bu takvim Tiahuanaco'da, kuru çamurun içinde bulunmu tur ve içindeki her ey kesinlikle do rudur. Bu da onu tasarlayan, ortaya koyan ve kullananların bizden üstün bir uygarlık düzeyine ula mı oldu unu ispatlamaktadır. (Kendimize olan sonsuz güvenimiz, bu ispatı nasıl kabul edecek bilmiyorum!) Bir ba ka akıl almaz kalıntı da, Eski Tapınakta bulunan yedi buçuk metre boyundaki Büyük Put'tur. Tek parça kırmızı kum ta ından yapılan put, yakla ık olarak yirmi ton a ırlı ındadır. Ancak asıl büyük a kınlık, putun üzerindeki yüzü a kın sembolün kazılmasındaki ustalık ve düzgünlükle, saklandı ı tapına ın ilkelli i arasındaki çeli kiden do maktadır. Aslında tapına a 'eski' denmesinin nedeni, yapımında kullanılan ilkel tekniktir. H.S. Bellamy ve P. Allan, 'The Great Idol of Tiahuanaco' (Thiahuanaco'nun Büyük Putu) adlı kitaplarında putun üzerindeki sembollerin anlamlarını deliller göstererek açıklamı lardır. Varılan sonuçlar, temeli küre biçimli bir dünya olan çok büyük bir astronomi bilgisinin puta aktarıldı ını göstermektedir. Sembollerin belirtti i olaylar, Hoerbiger'in 1927'de, yani putun bulunmasından be yıl önce, yayınlandı ı 'Gezegenler Teorisi'nde sözü edilen olayların aynısıdır. Gezegenler Teorisi'nde, bir gezegenin dünyamızın çekim alanına girdi i ve aradaki uzaklık azaldıkça, dünyanın dönü hızının da azaldı ı ileri sürülür. Teoriye göre, gezegen sonunda parçalanmı ve ay olu mu tur. Putun üzerindeki semboller, bir gezegenin 288 günlük bir yılda dünya çevresinde 425 tur yaptı ını belirtir. Bu ola anüstü olay, Hoerbiger'in görü ünü do rular görünmektedir. Beilamy ve Allan putta, uzayın 27.000 yıl önceki durumunun anlatıldı ını belirtmekte ve «Puttaki yazılar ileriki ku aklara olanları anlatacak bir kayıt izlenimini veriyor.» demektedirler. Yüksek de eri olan bu antik esere 'eski bir tanrı heykeli' deyip geçemeyiz. Üzerindeki sembollerin anlamları kesin olarak açıklandı ı için kar ımıza öyle bir soru çıkar: «Bu astronomi bilgisini, yapı sanatında bile pek geri olan ilkel insanlar mı bir araya getirmi ti, yoksa bu bilgi dünya-dı ı bir kaynaktan mı gelmi ti?»
Hangisini kabul edersek edelim, gerek putun, gerekse takvimin üzerinde böylesine karma ık bir bilgi kütlesinin bulunması, tüyler ürperticidir. Tiahuanaco'daki sırlar bunlarla da bitmiyor. ehir, yerle me bölgelerinden kilometrelerce uza a ve 4.000 metre yükse e kurulmu , ula mak için Cuzco'dan (Peru) yola çıkmak, günlerce demiryolu ve kayıkla yol almak gerekiyor. ehrin bulundu u yüksek plato, bilinmeyen bir gezegenin yüzeyini andırıyor. Atmosfer basıncının deniz düzeyindekilerden yarı yarıya az olu u ve oksijenin de aynı oranda dü ük bulunması, insan gücü gerektiren i leri bir i kence haline getiriyor. Ama yerle menin kalıntıları bütün bu engellerle alay eder gibi gö e yükseliyor. Elimizde Tiahuanaco ile ilgili gerçek oldu u bilinen bir gelenek yoktur. Bu da bilginlerin, kalıtım yoluyla günümüze gelen tam ve do ru ö retilerine dayanarak, ehrin sakladı ı sırları çözmesini engeller. Kalıntıların üzerine, geçmi in esrarengizli i, karanlı ı ve bizim bilgisizli imiz sis gibi çökmü tür. ehirde duvarlar 100 ton a ırlı ında kumta ı bloklar üzerine, 60 tonluk ba ka bloklar konularak yapılmı tır. Bakır kenetlerle tutturulan kocaman kare biçimi ta lar, pürüzsüz oluklarla birle tirilmi lerdir. Oradaki bütün ta i leri, üstün bir ustalık i idir. 10 ton a ırlı ında ta bloklarda, ne i e yaradı ı henüz açıklanamayan iki buçuk metre uzunlu unda delikler açılmı tır. Be metre uzunlu unda a ınmı kaldırım ta ları da ehrin sırları arasındadır. 1.80 metre uzunlu unda ve yarım metre geni li inde su boruları, ba larından korkunç bir felâket geçmi gibi sa a sola saçılmı lardır. Saydıklarımızın hepsinde çok a ırtıcı, usta bir i çilik göze çarpmaktadır. Tiahuanacolu atalarımızın, su borularını bugün bile ula ılamayan bir pürüzsüzlük ve düzgünlü e getirmekten ba ka i leri, güçleri yok muydu? Hem de yeterli âletleri olmadı ı halde! Hayatlarının önemli bir bölümünü -o ça ın araçlarıyla böyle olması gerekir- nasıl bu i e vermi lerdi? Arkeologların onardıkları bir avluda, yı ınlarla ta büst durmaktadır. Dikkatle incelendi inde bu büstler de i ik ırklara özgü yüz biçimleri göstermektedirler. Bazı yüzler ince, uzun; bazıları kalın, i dudaklı; bazıları iri ya da gaga burunludur. Çok de i ik kulak biçimlerinin yanı sıra, yüz ifadeleri de bazısında sert, bazısında yumu aktır. Birtakım büstlerin tepesinde de garip ba lıklar durmaktadır. Bize çok yabancı gelen bu büstler, önyargılarımız ve inatçılı ımız yüzünden anlayamadı ımız bir haber iletiyor olamazlar mı? Güney Amerika'nın arkeolojik harikalarından biri de yine Tiahuanaco'daki Güne Kapısıdır. Tek parça ta tan yaratılan bu dev eser, yakla ık olarak üç metre yükseklikte ve be metre geni liktedir. A ırlı ı 10 ton kadar tahmin edilmektedir. Kapının üzerinde üç sıra olarak dizilmi 48 kare biçimi ekil vardır. ekillerde, uçan tanrıyı temsil eden bir varlık gösterilmektedir. Esrarengiz Tiahuanaco ehrinden söz eden efsaneler, buraya yıldızlardan altın bir geminin geldi ini söylerler. Gemiden, dünyanın Büyük Anası olmak isteyen Oryana adlı bir kadın inmi tir. Oryana'nın yalnız dört perdeli parma ı vardır. Büyük Ana Oryana, 70 çocuk do urduktan sonra yıldızlara dönmü tür. Gerçekten de Tiahuanaco dolaylarında dört parmaklı varlıkları gösteren çok çok eski resimler bulunmu tur. Kesin ya ı bilinemeyen bu resimlerin ne oldu unu, ya da efsanenin nereden do du unu bildirecek hiç bir kayıt yoktur.
Bu ehir ne gibi sırlar saklamaktadır? Bolivya platolarında çözülmeyi bekleyen ba ka dünyalardan mesajlar nelerdir? Tiahuanaco kültürünün ba langıcı ve sona ermesi hakkında en ufak bir bilgi olmadı ı halde, birtakım arkeologlar, buldukları birkaç gülünç kil heykelci e dayanarak, ehrin 3000 yıl önce kuruldu unu ileri sürerler. Oysa bu parçacıkların, Güne Kapısıyla hiç bir ortak yanları yoktur. Bilginler, her eyi kolaylarına gelen biçimde açıklamaya alı mı lardır. Kırık bir çömle i, uradan buradan buldukları parçalarla birle tirir, düzenlenmi bütüne bir etiket yapı tırarak akıl almaz kültürleri açıkladıklarını sanırlar. Böylece her ey sevgili mozaiklerine uymu tur! Bu yöntemi uygulamak, geçmi te yüksek teknik yeteneklerin var olabilece ini ve uzaylıların gelerek, tarih öncesi insanını etkilediklerini ileri süren dü ünceye bir ans tanımaktan çok daha kolaydır. Zaten, unun urasında, geçinip gitmek varken, böyle garip dü ünceler ileri sürmenin ne anlamı var? Güney Amerika'dan söz ederken Sacsayhuaman'ı da unutmamalıyız! Ancak burada, Cuzco ehrini çevreleyen görkemli savunma surlarının, 100 ton a ırlı ındaki tek parça blokların, turistlerin önünde hatıra foto rafı çekti i 450 metre uzunluk ve 15 metre geni likteki asma bahçelerinin durumunu anlatacak de ilim. Anlatmak istedi im, tanınmı nka kalelerinin bir kilometre kadar ötesinde bulunan, bilinmeyen Sacsayhuaman'dır. Hayal gücümüz bile, atalarımızın 100 ton a ırlı ındaki bir kayayı ta oca ından çıkarmak, oldukça uzak bir yere ta ımak ve i lemek için ne gibi teknik yeteneklere sahip olması gerekti ini kavrayamaz. Ancak 20.000 ton a ırlı ında ba ka bir blokla kar ıla ınca, yirminci yüzyıl tekni ine alı mı bir insan bile beyninden vurulmu a döner. Bu dört katlı bir ev büyüklü ündeki ta blok, Sacsayhuaman kalıntılarından az ötede ziyaretçilerin gözü önüne serilmi yatmaktadır. Üzerinde çok ince ve usta i lemeler, basamaklar, rampalar, delikler ve helezonlar vardır. Her halde nkalar, bu benzeri görülmemi dev eseri, bo vakitlerini de erlendirmek için oturup yapmamı lardı. Mutlaka bizce bilinmeyen bir amaca hizmet ediyordu. Ancak i in en korkunç yanı, bu dev eser, bilmeceyi daha da karı tırmak istercesine tepetaklak durmaktadır! Böylece merdivenler tavandan a a ıya do ru inmekte, delikler kumbara çenti i gibi ba ka ba ka yönlere bakmakta, iskemleyi andıran resimler havada yüzermi gibi görünmektedirler. nsan eli ve insan çabasının bu ta ı kazdı ını, ta ıdı ını ve i ledi ini dü ünebilir miyiz? Dü ünsek bile onu hangi akıl almaz gücün alıp tersine çevirdi ini bulabilir miyiz? Hangi dev güçler, burada i ba ındaydı? Ve hangi amaçla? Ziyaretçi bunları dü üne dü üne ilerlerken, 800 metre ötede, çok yüksek ısılarda kayaların erimesi sonucu ortaya çıkabilecek kaya camla malarıyla kar ıla ır. a kınlı ı bir kat daha artan ziyaretçiye, bu camla mayı buzulların yaptı ı söylenir. Her sıvı gibi buzullar da tek yöne do ru akarlar. Camla manın olu turdu u dönemlerde, sıvının bu özelli ini de i tirmi olabilece ini dü ünemeyiz. Daha do rusu, buzulların 16.000 metrekarelik bir alanda, sekiz ayrı koldan, sekiz ayrı yöne do ru aktı ını mantı ımız kabul etmez! Sacsayhuaman ve Tiahuanaco tarih öncesi yüzlerce sır saklar. Bunların bir bölümü, üstünkörü ve inandırıcı olmaktan uzak açıklamalarla geçi tirilmi tir. Ancak Peru'daki kaya camla masının tıpkısı, Gobi çölündeki kumlarda ve Irak'taki kazı bölgelerinde de görülmektedir. Bu türden kaya ve kum camla malarının neden Nevada çölünde atom bombası denemeleri yapıldıktan sonra ortaya çıkan camla malara benzedi ini kim
açıklayabilir? Tarih öncesi bilmeceleri çözüp inandırıcı açıklamalar yapmanın zamanı gelmi tir. Gerekli kurulu ların bu konuda ara tırmacıların ba laması için emir vermeleri gerekmektedir. öyle ki, Tiahuanaco'da sunî biçimde olu mu birtakım tepeler vardır. 4.300 metrekarelik bir alana da ılmı duran bu tepelerin 'tavan'ları hep aynı yüksekliktedir. Bunların altında bina ya da tapınak gibi bir eyin bulunması gerekir. Ne var ki, bugüne kadar tepeler zincirine bir tek kazı bile yapılmamı , bir tek kazma darbesi bile vurulmamı tır. Bu i te çalı tırılacak ki ilere ödenecek paranın bulunma zorluklarını kabul ediyorum. Ancak, bu bölgelere giden turistler, adım ba ında hiç bir i i gücü olmayan askerler ve subayları görmektedirler. Hiç olmazsa, bu ki iler, uzmanların önderli inde çalı tırılamaz mı? Dünyada bir dolu ey için para çabucak bulunabilmektedir. Özellikle gelece imizin ara tırılması bu eylerden biridir. Geçmi imiz karanlık kaldı ı sürece, gelece e bakmak hiç bir yarar sa lamayacaktır. Acaba geçmi imiz teknik çözümlere ula mamızı sa layamaz mı? Bugün üzerinde kafa patlattı ımız ve bulmaya çalı tı ımız yenilikler, çok eski ça larda var olup sonradan toprak altına girmi olamaz mı? Modern ara tırmacılar, bütün ısrarlara ra men, geçmi i incelememekte direnebilirler. Ama hiç olmazsa, modern ölçü araçları geçmi i ara tıranların emrine verilemez mi? Bugüne kadar hiç bir bilim adamı, elindeki modern araçlarla Tiahuanaco'da, Sacsayhuaman'da, efsanevî Sodom'da ya da Gobi çölünde ne kadar radyasyon bulundu unu ölçmemi tir. Çivi yazısı tabletler ve insanlı ın bütün eski kitapları, göklerde gemileriyle dola an 'tanrılardan, yıldızlardan gelen, ellerinde korkunç silâhlar bulunan ve yine yıldızlara dönen 'tanrılar'dan söz etmektedirler. Neden bu eski 'tanrılar'ın kimler ve neler olduklarını ara tırmıyoruz? Radyo Astronomlarımız, uzaya hiç durmadan sinyaller göndermekte ve bilinmeyen akıllı yaratıklarla ili ki kurmaya çalı maktadırlar. Neden çok daha yakınımızda bulunan, dünyaya izlerini bırakmı , akıllı yaratıkları ara tırmakla i e ba lamıyoruz? O izler hepimizin görebilece i biçimde, dünyanın dört buca ına da ılmı olarak incelenmeyi beklemektedirler. Günümüzden iki bin yıl önce, Sümerliler, parlak geçmi lerini yazıya dökmeye ba lamı lardı. Bu geçmi te anlatılan insanların, nereden geldiklerini bilmiyoruz. Tek bildi imiz, Sümerlilerin beraberlerinde çok ilerlemi bir kültür getirdikleridir. Sümerliler tanrılarını hep da tepelerinde aramı lardı. Öyle ki oturdukları bölgede da bulunmadı ı zaman, sunî bir 'da ’ yapma yoluna giderlerdi. Astronomi bilgileri akıl almaz ölçüde ileriydi. Gözlem evleri, ayın dönü lerini, bugünkü hesaplardan ancak 0,4 saniye farkla bulmu lardı. lerde daha uzun söz edece imiz Gılgamı Destanından ba ka, çok çarpıcı bir ey daha bırakmı lardı: Kuyuncik (eski Ninova) tepesi dolaylarında bulunan bir hesabın sonucu! Modern sistemimizle bu sonuç on be basamaklı bir sayıdır: 195.955.200.000.000 Batı uygarlı ının dedesi sayılan Yunanlılar, ise, uygarlıklarının en parlak dönemlerinde bile 10.000'in üstüne çıkamamı ve 10.000'den ötesini kısaca 'sonsuz' diye kestirip atmı lardı. Çivi yazıları Sümerlilerin çok çok eski bir geçmi i oldu unu ileri sürer. Tabletlerin yazdı ına bakılırsa, ilk 10 Sümer kralı 456.000 yıl hüküm sürmü , Tufandan sonra Sümer ırkının yeniden kurulu uyla görevlendirilen 23 kral 24.510 yıl, 3 ay, 3,5 gün ba ta
kalmı tır. Sözü edilen hükümdarların adları damga ve paralara kazılıdır. Ancak ya adıkları ileri sürülen çok çok uzun yıllar, dü ünce boyutlarımızı a maktadır. Öyleyse, bugünkü dü ünü biçimimizi, artlanmalarımızı bir yana bırakarak, ça da bilgilerin ı ı ında geçmi e dönelim: Binlerce yıl önce, yabancı uzay adamlarının, Sümerlileri ziyarete geldi ini dü ünelim. Bu yaratıkların, Sümer kültürünü ve uygarlı ının temelini attıktan, insanlı ın geli mesine böylece bir uyarımda bulunduktan sonra geldikleri gezegene döndüklerini kabul edelim. Deneylerin ne gibi sonuçlar verdi ini görmek için de her yüzyılda bir dünyaya u radıklarını dü ünelim. Burada Einstein'ın zafiyet Teorisi yeniden i in içine giriyor. E er bu akıllı yaratıklar ı ık hızının hemen altında yolculuk ettilerse. Sümerlilerin her be yüz yılına kar ılık, a a ı yukarı kırk yıl geçirmi olacaklardı. Elbette Sümerliler de bu arada kuleler, piramitler, konforlu evler yapıyor, kendilerine bu bilgileri veren 'tanrılara' adaklar adıyor ve dönmelerini bekliyorlardı. Yüzlerce dünya yılı sonra 'tanrılar' döndüler. Bir Sümer tableti bu olayı öyle anlatıyor: «Ve sonra tufan ba gösterdi. Tufandan sonra da krallık gökyüzünden geri döndü...» Sümerliler 'tanrılarını' hangi biçimlerde dü ünür ve tanımlarlardı? Bu konuda en güvenilir bilgi, Sümer mitolojisiyle Akad tablet ve resimlerinde bulunabilir. Bunlardan anla ıldı ına göre 'tanrılar' insan biçiminde de illerdi. Hepsi sembollerde gösterilir ve resimlerde bir yıldıza ili tirilirlerdi. Üstelik yıldızlar Akad tabletlerinde, aynı bizim çizdi imiz biçimde görünürdü. Bunda belki ola anüstü bir ey yoktur, ama Akadlar yıldızların çevresine, türlü büyüklüklerde gezegenler de çizerlerdi. Ellerinde gökleri inceleyecek hiç bir araç bulunmayan insanların gezegenlerin varlı ından haberdar olması a ırtıcı de il mi? Bu 'tanrı' resimleri dı ında kafasında yıldızlar ta ıyan, kanatlı toplarla gökyüzünde uçan insan resimleri de vardır. Yine Sümerlerden kalma bir resimde, bakar bakmaz bir atom modeline benzeyen bir biçim vardır. Birbirini düzgün aralıklarla izleyen toplardan olu an bir daire... te aynı bölgede birkaç tuhaf ey daha: 1 Geoy Tepe'de 6.000 yıllık helezon resimleri. 2 Gar Kobeh'te 40.000 yıllık çakmakta ı madeni. 3 Baradostian'da 30.000 yıllık benzer kalıntılar. 4 Tepe Asiab'da 13.000 yıllık mezarlar, heykeller, ta araçlar. 5 Aynı bölgede, insana ait olup olmadı ı kesin olarak bilinmeyen, ta la mı dı kı. 6 Kerim ehir'de araçlar ve ta oymalar. 7 Barda Balka'daki kazılardan çıkan çakmakta ından silâhlar ve ba ka araçlar. 8 andiar ma arasında bulunan ve C.14 metoduyla 45.000 yıllık oldukları kabul edilen çocuk ve büyük iskeletleri. Bu liste daha çok geni letilebilir. Ortaya konacak her kalıntı Sümerlilerin ya adı ı bölgede, 40.000 yıl boyunca ilkel insanların ya adı ını ispatlar. Ancak Sümerliler bu ilkelli in arasında, ansızın kültürleri, uygarlıkları ve astronomi bilgileriyle çıkıvermi lerdir. Bugüne kadar bunun nasıl olabildi ini açıklayan hiç bir do ru dürüst varsayım ileri
sürülmemi tir. Dünyamıza evrenden çıkıp gelmi , bilinmeyen yaratıkların geçmi te bıraktıkları izlerden çıkarılacak sonuçlar hâlâ tahminidir. 'Tanrıların' gelerek, Mezopotamyalıların bir bölümünü topladıklarını ve bilgilerini onlara geçirdiklerini dü ünebiliriz. Müze vitrinlerinden bize bakan heykelciklerin ço u belirli bir ırk karı ımı gösterirler. Pırtlak gözler, kubbe biçimi alınlar, dar dudaklar ve genellikle düz, uzun burunlar. ematik dü ünce sistemlerine ve onların ilkel insan kavramına hiç uymayan görüntü... Pek eski ça larda, evrenden gelen ziyaretçiler mi? Lübnan'da camı andıran ve tektit adı verilen kaya parçacıkları vardır. Amerikalı Dr. Stair bunlarda radyoaktif alüminyum izotopları bulmu tur. Mısır ve Irak'ta kesilmi kristal mercekler bulunmu tur. Bunları bugün yapabilmek için, elektrokimyasal i lemler gerektiren caesium oksit kullanılır. Helwan'da çok güzel dokunmu bir kuma parçası bulunmu tur. Aynı dokumanın bugün yapılabilmesi için, bütün bilgi ve tecrübesini seferber eden tam bir fabrikanın çalı ması gerekir. Galvanik ilkelere göre çalı an kuru elektrik pilleri Ba dat Müzesinde sergilenmektedir. Aynı müzede, bakır elektrot ve bilinmeyen elektrolitlerden olu an elektrik unsurları vardır. Kohistan'ın da lık Asya bölümündeki bir ma arada takımyıldızların 10.000 yıl önceki durumu kesin bir biçimde gösteren resimler vardır. Venüs ve Dünya çizgilerle birle tirilmi tir. Peru platosunda, platinden yapılma süs e yalarına rastlanmı tır. Chu Chu'daki (Çin) bir mezardan, alüminyumdan yapılmı çıkarılmı tır.
kemer parçaları
Delhi'de, içinde sülfür ve fosfor bulunmadı ı için yüzyıllarca paslanmadan duran bir demir sütun vardır. Bu 'imkânsızlıklar' listesi, aklı ba ında olan her insanı meraklandırmalı ve tedirgin etmelidir. Özelikle bilginleri... lkel ma ara adamları, hangi e itim, hangi ö retim sonucu takımyıldızları tam yerlerine çizmeyi ba armı lardır? Kristal mercekler hangi yüksek tekni in dükkânından çıkmadır? 1800 derece santigrattan sonra erimeye ba layan platini kimler eritmi ve ekil vererek süs e yası yapmı tır? Boksitten, büyük güçlüklerle elde edilebilen alüminyumu Çinliler hangi bilgilerle çıkarmı lardır? Ku kusuz, kar ılı ı olmayan sorular. Ama bu onları soramayaca ımız anlamına gelmez. Bizden önce yüksek bir kültürün, ya da e it düzeyde bir teknolojinin varlı ını kabul edemeyece imize göre, bir tek varsayım kalıyor: Uzaydan bir ziyaretçi! Ancak arkeoloji, bugünkü yöntemlerle yönetilmeye devam ederse, geçmi imizin, gerçekten sanıldı ı kadar karanlık mı, yoksa fazlasıyla aydınlık mı oldu u hiç bir zaman anla ılmayacaktır. Arkeologların, fizikçilerin, kimyagerlerin, jeologların, metallürjistlerin ve bunlara ba lı dalların bilim adamlarının çabalarını bir tek soruda yo unla tırdıkları, ütopik bir arkeoloji
yılının gerçekle mesi yakındır. Bu soru, «Atalarımız geçmi te uzaylılar tarafından ziyaret edildiler mi?» sorusudur. Bu biçimde bir i birli i akıl almaz sonuçlar do urabilir. öyle ki, bir metallürjist bir arkeologa maden bile imlerini, bunların nasıl yapıldı ını, çarçabuk anlatabilir. Bir fizikçi, kaya resimlerinde anlatılmak istenen bir formülü hemen tanıyabilir. Bir kimyager, elindeki geli mi araçlar yardımıyla, dev ta bloklarının bilinmeyen asitler aracılı ıyla koparıldı ını ortaya çıkarabilir. Bir jeolog, belirli Buzul Ça ı tortullarında dikkati çeken noktaları açıklayabilir. Birtakım dalgıçlar, Sodom ve Gomora'da patlamı olabilecek atom bombasının bıraktı ı radyoaktif izleri aramak için Lût gölüne dalabilirler. Neden dünyanın en eski kitapları gizli kitaplıklardır? nsanlar gerçekte neden korkarlar? Binlerce yıldır saklanan ve korunan bilgilerin gün ı ı ına çıkmasından mı? Ara tırma ve ilerlemeyi hiç bir güç durduramaz! Mısırlılar 4000 yıl boyunca tanrılarını gerçek varlıklar olarak dü ünmü lerdi. Bizlerse ortaça da ideolojik dürtülerle, cadı ve büyücü avına çıkmı tık. Mısırlıların da, ortaça ın da üstünden yüzyıllar geçti. Ama dünya hâlâ milliyetçili in en önemli ey oldu una inananlar yüzünden kana bulanıyor. Eski Yunanlılar da gelece i kaz ba ırsaklarında okuyabileceklerine inanırlardı. Siz de inanıyor musunuz? Geçmi le ilgili bilgilerimizde, düzeltmeyi bekleyen binlerce yanlı vardır. Göstermelik bir kendine güven, aslında inatçılı ın akıllıca maskelenmi biçimidir. Ortodoks bilginlerin bir araya geldi i konferans masalarında bir eyin 'ciddî' ki iler tarafından ele alınabilmesi için, önce o eyin ispatlanması gerekti i savunulmaktadır. Ortaça da, yepyeni dü ünceleri olan bir insan, bunları açıklayaca ı zaman, kiliseden ve kilise yardakçılarından gelecek tepki, baskı ve zulümleri göze almak zorundaydı. O günlere bakınca, i lerin daha bir düzeldi i ve kolayla tı ı görülüyor. Öyle ya, artık aforoz korkusu, ate lere atılma tehdidi falan kalmazdı... nsanlar daha bir 'uygarla tı'; dü ünceler açıklanabilir duruma geldi. Ama bir de madalyonun öteki yüzü var. Evet, gerçi bilim adamları, gerçekleri savunanlar artık engizisyona verilmiyor, ama dü ünceleri susturularak yepyeni bir silâh i ba ında. Bu silâh, Amerikalıların deyimiyle, «Öldürücü Cümleler...» te o öldürücü cümlelerden birkaçı: «Bu kurallara aykırıdır!» (Her zaman geçerli olanlardan.) «Yeterince klasik de il!» (Pek etkileyici.) «Çok devrimci!» (Söyleni amacına hiç mi hiç uymuyor.) «Üniversiteler bunu kabul etmez!» ( nandırıcı.) «Ba kaları da bunu denemi lerdi.» (Elbette, ama ba arabilmi ler miydi?) «Bize çok anlamsız göründü!» (Buna diyecek bir ey yok!) «Bu daha ispatlanmadı!» (Quod erat demonstrandum!) Be yüzyıl önce bir bilim adamı, mahkeme salonunda söyle ba ırıyordu: «Sa duyusu olan bir insan, dünyanın top biçiminde olabilece ini kabul edemez. Öyle olsaydı, alt tarafta kalanlar bo lu a dü erlerdi!» Ve yine bir bilim adamı, « ncilin hiç bir yerinde, dünyanın güne çevresinde döndü ü yazmıyor. O bakımdan böyle bir iddia, kesinlikle eytan i idir!» diye yırtınıyordu.
Dar kafalılık, yeni dü ünceler ortaya çıktı ında, insanların yakasına yapı an bir hastalık olsa gerek. Ama yirmi birinci yüzyıla yakla ırken, ara tırmacıların bu hastalıktan kendilerini kurtarmaları ve kar ıla abilecekleri akıl almaz gerçekleri önyargıya kapılmaksızın de erlendirmeleri tek çıkar yoldur. Bu arada, yüzyıllardır dokunulmaz tanınan yasa ve bilgiler yeniden ele alınmalı, incelenmeli ve de erlendirilmelidir. Bu atılımları durdurmaya çalı acak tepkiciler ordusu, nasıl olsa gerçekler adına sava anlar tarafından yenilecektir. Çok de il, yirmi yıl önce, bilim çevresinde uydulardan söz edenlere deli gözüyle bakılırdı. Bugün bir sürü yapma uydu dünyanın çevresinde durmadan dönmekte. Birtakım uydular ayın ve Venüs'ün yüzüne yumu ak ini ler yapmakta; birtakımı da Merih'in birinci sınıf foto raflarını çekerek dünyaya göndermekte... Bu foto rafların ilki, 1958 ilkbaharında 0.000.000.000.000.000.01 vat gibi akıl almaz ölçüde küçük bir radyo dalgasıyla gönderilmi ti. Ancak bugün dünya üzerinde akıl almaz diye bir ey kalmamı tır. ' mkânsız' sözünün bilim adamlarınca kullanılması ise, tam anlamıyla 'imkânsızdır.' Bu gerçe i günümüzde kabul etmek istemeyenler, yarın kendi kendilerinden utanacaklardır. Öyleyse biz, binlerce yıl önce uzak gezegenlerden gelen astronotların, atalarımızı ziyaret etti ini savunan varsayımımıza sıkı sıkıya sarılalım ve onu daha da geli tirmeye devam edelim: Atalarımız astronotların üstün teknolojisi kar ısında ne yapacaklarını a ırmı lardı. Onları 'tanrı' kabul etmi ve tapınmaya koyulmu lardı. Astronotların bu tepki kar ısında sabırla, tapınılmaya göz yummaktan ba ka çareleri yoktu. Bu konuda, yakın bir gelecekte bilinmeyen gezegenlere gidecek olan dünyalı uzay adamlarının da, hazırlıklı olması gerekir! Dünyamızın bazı bölgelerinde hâlâ makineli tüfe e eytanların silâhı olarak bakan ilkel insanlar ya amaktadır. Öyleyse bir jet uça ı, bu insanlara, pekâlâ melekleri ta ıyan bir araç olarak görünebilir. Aynı ekilde bir el radyosundan çıkan sesleri tanrıların sesi sayabilirler. Bu ilkel ve saf insanlar, bizlerin günlük hayatta kullandı ımız teknik araçların öyküsünü, efsaneler biçimine sokarak, babadan o ula aktarmaktadırlar. Gökten gelen tanrıların resimlerini ya adıkları ma aralara çizmektedirler. Tıpkı binlerce yıl önceki ilkel insanların yaptı ı gibi. Bir farkla ki, yirminci yüzyılın ilkel insanı, gördü ü uçakların resmini çizmektedir, oysa binlerce yıl önce ya ayan ilkel insanlar çok ba ka uçan nesneler görmü lerdi... Kohistan, Fransa, Kuzey Amerika, Sahra, Güney Rodezya, Peru ve ili'de bulunan ma ara resimleri, varsayımımıza büyük katkıda bulunmaktadır. Bunlardan Tassili'de (Sahra) olanları, Henri Lhote adlı bir Fransız bilgini ortaya çıkartmı tı. Yüze yakın ma ara duvarında rastlanan resimlerin ortak özelli i hepsinde hayvan ve insan ekilleri yanında kısa, ık elbiseler giymi ekiller olmasaydı. Bu varlıkların ellerinde sopalar, sopaların üstünde de ne oldu u anla ılmayan çantalar vardı. Bir duvarda, hayvan resimleri yanında -Lhote'un isim babalı ıyla- Büyük Merih tanrısı adını alan ve dalgıç elbisesine benzeyen elbiseler giyen bir yaratı ın resmi bulunmu tu. Resmin be metre boyunda olması, onu yapan 'vah î'nin, hiç de sandı ımız kadar vah î olmadı ını açıkça gösterir. Çünkü yerden yüksekli i de göz önünde tutulunca, bu resmin ancak bir yapı iskelesi kurularak yapıldı ı ortaya çıkar. Ma ara tabanının yüksekli inde, binlerce yıldır herhangi bir de i me olmamı tır. nsan, bu Büyük Merih tanrısına bakınca, hayal gücünü hiç zorlamadan bir uzay -ya da dalgıç- elbisesi giydi ini söyleyebilir. Kafasında güçlü ve geni omuzlarından ba layan bir ba lık vardır. Burun ve a ız yerine birtakım
yarıklar göze çarpar. E er bu resim tek olsaydı, ans eseri, ya da ressamının çok geni hayal gücü sonucu çizildi ini dü ünebilirdik. Ancak bu garip varlı ı gösteren ekiller Tassili'deki birçok ma arada ve az de i ikliklerle Kaliforniya'nın (A.B.D.) Tulare bölgesi kaya resimlerinde de vardır. lkel insanların, ellerinden bu kadar gelebildi i için çarpık çurpuk eyler çizdi i, ileri sürülemez. Çünkü aynı ma ara adamı, hayvan ve normal insan resimlerini üstün bir beceri ve ustalıkla duvara i lemi tir. Bu da onun ne gördüyse onu çizdi ini gösterir! Inyo County'de (Kaliforniya) bir ma ara duvarında, ilk bakı ta çift çerçeveli bir hesap cetveli oldu u anla ılan bir geometrik biçim vardır. Arkeologlar bunun tanrıları gösteren bir resim oldu unu ileri sürerler. ran'da Siyalk bölgesinde bulunan bir çömle in üstünde kocaman dik boynuzları olan, bilinmeyen türden bir hayvan resmi vardır. Olabilir, neden olmasın? Ne var ki bu boynuzların her birinde, sa a ve sola do ru uzanan be er helezon vardır. Arkeologlar bu resme de tanrı sembolü etiketini yapı tırmı lardır. nsanlar onların bilinmezli i ve ola anüstülüklerinden yararlanarak, açıklanamayan bir dolu eyi açıklayıverdiler. Bulunan her biçim, bir araya getirilen her kırık çömlek, yeniden düzenlenen her kalıntı, bir anda eski bir dine ba lanıverir. E er bulunan nesne, var olan dinlerden hiç birine uymuyorsa, silindir apkadan çıkan tav an gibi yepyeni, uyduruk bir din yaratılır. Her ey istenen biçime sokulmu tur; insanlar da bilginler de rahattır artık... Ama, ya Tasilli, Amerika ve Fransa ma ara adamları, gerçekten gördükleri eylerin resmini çizmi lerse? Çubuklardaki, boynuzlardaki helezonlar, ilkel insanın gördü ü antenlerse? Var olmaması gereken eylerin var oldu u bir gerçek de il mi? Daha önce de belirtti im gibi, ilkel ressamlar gördükleri eyi kusursuz olarak resimlerine geçirebilme yetene ine sahiptiler: Güney Afrika'daki «Brandbergli beyaz kadın» resmi, rahatlıkla yirminci yüzyıl resimleriyle yarı abilir. Kadının üstünde kısa kollu bir kazak, bacaklarını iyice saran bir pantolon vardır. Ayrıca eldiven ve terlik giymektedir. Arkasında, elinde dikenli bir sopa tutan, çok karma ık, maskeli ba lık giymi zayıf bir adam durmaktadır. Resim bir bütün olarak gerçekten ça ımızda çizilmi havası verir. Ancak Güney Afrika'da bir ma ara duvarında bulunmu tur! sveç ve Norveç ma ara resimlerinde görülen tanrılarının hepsinin tek tip, tuhaf kafaları vardır. Arkeologlara göre bunlar hayvan kafalarıdır, ilkel insanların hayvanları hem kesip yedi i, hem onlara tapındı ı gülünç ve saçma bir dü üncedir. Üstelik bu tanrıların yanında kanatlı gemiler ve sık sık çizilmi tipik antenler de görülmektedir. Kafası boynuzlu, güzel elbiseli insan resimleri Val Camonica'da da (Brescia, talya) ma ara duvarlarını süslemektedir. (Resim 13) Kafası antenli, uzay elbiseli resimler dünyanın yalnız bir bölgesinde bulunsaydı, onlarla ilgili bir tek söz bile etmezdim. Oysa bu resimler, dünyanın hemen her bölgesinde vardır. Bu durum insanın aklına, «Neden apayrı yerlerde ya ayan insanlar ortak özellikleri olan resimler çizmi lerdir?» sorusunu getirmiyor mu? Hele bu özellikler anten, elbise, ba lık v.b.'yse... Geçmi e yirminci yüzyıl gözüyle baktı ımızda ve arada kalan bo lukları teknoloji ça ının getirdi i boyutlarla doldurdu umuzda, tarihi örten kara perdenin aralandı ını görüyoruz. Bundan sonraki bölüm kutsal kitapların varsayımımız açısından incelenmesiyle ilgilidir. Sanıyorum ortaya çıkacak gerçekler, tarih ara tırmacılarının devrimci soruları susturma iste ini engelleyecektir.
tolgahan
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM: TANRI B R ASTRONOT MUYDU? TEVRAT sırlar ve çeli kilerle doludur. Sözgeli i, yaradılı bölümü dünyanın olu masını tam bir ideolojik do rulukla anlatır. Peki ama bu bölümün yazarları minerallerden bitkilerin, bitkilerden de hayvanların olu tu unu nerden biliyorlardı? Yaradılı Bölümü i, 26'da öyle der: «Ve Tanrı, kendi benzerli imiz ve görüntümüzde insanı yaratalım, dedi.» Tek ve e siz Tanrı neden ço ul olarak konu uyor? Neden 'ben' de il 'biz', 'benim' de il 'bizim' diyor? Tanrı'nın kendi yaptı ı i lerden söz ederken tekil ahısta konu ması gerekmez mi? «Ve insan yeryüzünde ço almaya ba ladı ve kız çocukları do du. Tanrı'nın o ulları, insanın kız çocuklarını be endiler ve aralarından seçtiklerini e olarak aldılar.» (Yaradılı Bölümü i, 1-2). nsanın kız çocuklarını kendilerine e olarak alan 'Tanrı'nın o ulları' kimlerdi? Tanrı bir tek oldu una göre 'Tanrı'nın çocukları' neyin nesiydiler? «O günlerde dünyada devler ya ıyordu. Daha sonra Tanrı'nın o ulları, insanın kızlarına çocuklar verdiler. Onlar eski ve anlı insanlardan olma güçlü insanlar oldular.» (Yaradılı Bölümü vi, 4). Kar ımıza yine insanlarla çiftle en Tanrı'nın o ulları çıkıyor. lk kez devlerden söz edilmesi de burada. «Devler» hemen bütün eski kitaplarda, do u ve batı mitolojisinde, Tiahuanaco efsanelerinde, Eskimo destanlarında sayfalarca yer kaplayan bir konudur. Bu bakımdan, bir zamanlar gerçekten var olduklarına inanmamız gerekir. Acaba 'devler' nasıl yaratıklardı? Dev binaları kuran, kocaman tasları oradan oraya sürükleyen atalarımız mı, yoksa teknik yetenekleri olan iri uzaylılar mı? Kesin olan bir tek ey var: Tevrat 'devler'den söz ediyor ve onları 'Tanrı'nın o ulları' olarak tanımlıyor. 'Tanrı'nın o ulları' ise insanlarla çiftle iyor ve ço alıyorlar! Yaradılı Bölümü xix, 1-28'de Sodom ve Gomora felâketinin ayrıntılı ve heyecanlı öyküsü anlatılır. Bir ak am Lût baba ehir kapısı yakınlarında otururken Sodom'a iki melek gelir. Anla ılan Lût bu melekleri önceden tanımakta ve gelmelerini beklemektedir; çünkü görür görmez geceyi evinde geçirmelerini teklif eder. Tevrat'ta, ehir halkının 'bu yabancıları tanımak' istedikleri yazar. Ancak yabancılar, ehir zamparalarının cinsel isteklerini bir el hareketiyle yok etme yetene ine sahiptirler. Ayrıca kötülük yapmak isteyenlerin gözlerini kör edebilmektedirler. Yaradılı Bölümü xix. 12-14'e göre melekler, Lût'a yanına karısı; o ullarını, kızlarını, damatlarını ve gelinlerini alarak, son hızla ehirden ayrılmasını, çünkü bir süre sonra ehrin yok edilece ini söylüyorlar. Aile üyeleri bu garip uyarıya inanmak istemiyor ve Lût'un so uk akalarından biri oldu unu ileri sürüyorlar. Buradan sonrasını Yaradılı Bölümünden izleyelim: «Ve sabah oldu; melekler aceleyle Lût'a seslendiler: Kalk; karını, buradaki iki kızını
al; yoksa kadınlarla birlikte yanıp gideceksin. Ve o oyalanınca ellerini ellerinin üstüne koydular, karısının ve kızlarının da ellerini tuttular; Tanrı ona merhamet ediyordu; ve onu önlerine kattılar ve ehrin dı ına çıkardılar. Daha da ilerilere gidince; Kaçın, ya amak istiyorsanız kaçın, sakın arkanıza bakmayın, sakın düzlükte kalmayın, da lara kaçın, yoksa mahvolursunuz... dediler. Çabuk ol, daha uzaklara, kaç; çünkü uzaklara kaçmazsan seni kurtaramam.» Görüldü ü gibi 'melekler'in yerli halkça bilinmeyen bir gücü vardır. Telkin edilen acele ve Lût ailesinin götürüldü ü hız da ayrıca dü ündürücüdür. Lût i i a ırdan alınca, eline yapı ıp sürüklemeye ba larlar. Çok geç olmadan kaçmalıdırlar! Lût ailesi da lara gitmeli ve asla arkalarına dönüp bakmamalıdır. Ancak burada dikkati çeken bir nokta vardır: Lût meleklere fazla bir saygı göstermemekte ve ikide birde durarak kar ı koymaktadır; «Da lara kaçamam, varsın kötülük gelsin, öldürsün beni...» Bir süre sonra melekler, kendileriyle gelmezse onu kurtaramayacaklarını yeniden söylerler. Sodom'a gerçekte ne olmu tu? Her eye kadir olan Tanrı bir tarifeye bir zaman ölçüsüne mi ba lıydı? De ilse 'meleklerin' acelesi neydi? Yoksa ehir, saate ba lı bir güç kayna ıyla mı yok edilecekti? Geriye sayma i lemi mi ba lamı tı? Öyleyse patlama anı yakla tıkça melekler de can kaygısına dü üyorlardı. Lût ailesini güvenlik altına almak için daha kolay bir yöntem yok muydu? Neden her eye ra men da lara kaçılmasında ısrar ediyorlardı? Ve neden hiç durmadan, asla arkalarına bakmamaları emrediliyordu? Biliyorum bu sorular konunun ciddiyetine biçimsiz dü er gibi görünüyor, ama Japonya'ya iki atom bombası atıldı atılalı, bu tür bombaların ne ölçüde zararlar do urdu unu ve canlı varlıkları nasıl öldürdü ünü -ya da ölüm ölçüsünde hasta etti iniçok iyi biliyoruz. Öyleyse sorularımıza kar ılık bulmak için, Sodom ve Gomora'nın bir tasarı uyarınca, yani bilerek, nükleer bir patlamayla yok edildi ini dü ünelim. Belki de 'melekler' ehirde bulunan tehlikeli 'bölünebilir maddeleri' yok etmek, bu arada bir ta la iki ku vurarak, davranı ları ho larına gitmeyen bir insan soyunu ortadan kaldırmak için bu i e giri mi lerdi. Patlama zamanı kararla tırılmı ve geri sayma i lemi ba lamı tı. Lût ailesi gibi kaçması ve kurtulması gerekenler, da lara götürülmü tü, çünkü kayalar tehlikeli ı ınları büyük ölçüde emerek az zararlı duruma getirebilirlerdi. Ve -hepimiz hikâyenin sonunu biliyoruz- Lût'un karısı döndü ve atom patlamasının olu turdu u, güne ten defalarca parlak ı ı a baktı! O anda dü üp ölmü olması, günümüz insanını, özellikle atom bombasının ne oldu unu bilenleri, hiç a ırtmayacaktır! «Sonra Tanrı Sodom ve Gomora üzerine kükürt ve ate ya dırdı...» Felâketin öyküsü Yaradılı Bölümü xix. 27-28'de öyle sona ba lanıyor: «Ve brahim sabah erkenden kalkarak Tanrı'nın önünde durdu u yere gitti: Ve Sodom ve Gomora'ya, düzlükteki topraklara baktı. Ve gördü ki, ehrin dumanları, ocak dumanları gibi gö e yükselmektedir.» Babalarımız kadar dindar olabiliriz ama, hiç olmazsa onlar kadar saf ve körü körüne inanmı de iliz. En iyi niyetimizle bile, her yerde bulunan, her eye kadir olan mutlak bir Tanrı'nın, yaptı ı i in sonunun nereye varaca ını bilmedi imizi kabul edemeyiz: Tanrı insanı yaratmı ve eyleminden memnun kalmı tı. Ama her halde bir süre sonra pi manlık duymu olmalı ki, yarattı ı insanları yok etmeye karar verdi. Ça ımızın aydını bu çeli kiyle birlikte, bir efkatli Babanın nasıl olup da, sayısız o lunu ölüme yollarken Lût ailesi gibilerini kayırdı ı konusunda ku kuya dü melidir.
Tevrat'ta Tanrı'nın ve meleklerin gökten korkunç gürültülerle ve dumanlar saçarak indi i birçok bölümde, de i ik ki ilerin a zından, pek etkileyici biçimde anlatılır. Bunların en ilginçlerinden birini peygamber Hezekiel anlatıyor: (Tevrat, Hezekiel i-iv) «Ve otuzuncu yılda, dördüncü ayda, ayın be inci gününde, ben Kebar ırma ı yanında sürgünler arasında iken vaki oldu ki, gökler açıldı... Ve baktım, ve i te, kuzeyden buran yeli, durmadan ate saçan büyük bir bulut geliyordu, çevresinde parıltı ve ortasında sanki ate ortasında ı ıldayan maden. Ve onun ortasından dört canlı yaratık benzeri çıktı. Ve onların görünü ü öyle idi: Onlarda insan benzeyi i vardı ve her birinin dört yüzü vardı ve onlardan her birinin dört kanadı vardı. Ve ayakları do ru ayaklardı; ve ayaklarının tabanı buza ı aya ının tabanı gibiydi ve cilâlı tunç gibi pırıldamakta idiler.» Görüldü ü gibi Hezekiel aracın yere nasıl indi ini ayrıntılarıyla anlatıyor: Kuzeyden, ı ıklar saçan, pırıldayan bir ey, çöl kumlarını havalandırarak yakla ıyor ve yere konuyor. Tevrat ikide birde Tanrı'nın her yerde bulundu unu belirtir. Öyleyse Tanrı burada neden belirli bir yönden geliyor? Hem her eye kadir olan Tanrı'nın istedi i yere gitmesi için bu kadar gürültü patırtı çıkarmasına gerek var mıdır? Durumu biraz daha aydınlatmak için Hezekiel tanıklı ını izleyelim: «Ben canlı yaratıklara bakarken, i te canlı yaratıkların yanında, onların her yüzü için yerde bir tekerlek vardı. Tekerleklerin ve yapılarının görünü ü zümrüt gibi idi; ve dördünün benzeyi i ve görünü leri ve de yapıları sanki tekerlekler içinde tekerlek. Yürüdükleri zaman dört yanlarına da giriyorlardı; dönmeyerek yürüyorlardı. Tekerlek çemberleri ise yüksekti ve korkunçtu; ve dördünün çemberleri çepçevre gözlerle dolu idi. Ve canlı yaratıklar yürüdükçe, tekerlekler onların yanında yürüyorlardı; ve canlı yaratıklar yerden yükseldikçe, tekerlekler yükseliyorlardı.» Anlatımın a ırtıcı ölçüde güzel oldu u göze çarpıyor. Hezekiel tekerlek içinde tekerlek oldu unu ve tekerleklerin yürürken dönmediklerini söylüyor. Tekerleklerin çok hızlı dönmesi yüzünden olu an, çok belirgin bir göz yanılması! Anla ılan, Hezekiel, Amerikalıların bugün çölde ve bataklık bölgelerinde kullandıkları araçların bir benzerini görmü tü. Bu durumda tekerleklerin kanatlı yaratıklarla birlikte havaya yükselmesi de açıklı a kavu uyor. Çünkü çok amaçlı araçlar; sözgeli i bir amfibik helikopter havalandı ı zaman, do al olarak, tekerleklerini de beraberinde götürür... Hezekiel'i dinlemeye devam edelim: «Ve bana dedi: Âdemo lu, ayak üzerine dikil de seninle söyle elim... Ve arkamdan: Rabbin izzeti kendi yerinden mübarek olsun diye büyük bir gürleme sesi i ittim. Ve canlı yaratıkların kanatları birbirine dokundukça onların sesini ve yanlarındaki tekerleklerin gürültüsünü; büyük gürleme sesini i ittim.» Hezekiel aracın kesin tarifini yaptıktan ba ka, nasıl havalandı ını da anlatıyor. Tekerlek ve kanatların 'büyük gürleme sesi' çıkardı ını söylemesi, onun bu olaya kesinlikle tanıklık etti ini gösteriyor. 'Tanrılar' Hezekiel'Ie konu tuktan ve ülkenin yasalarını düzeltmesini emrettikten sonra onu yanlarına alarak götürüyorlar ve korkmamasını yurdunu henüz yüz üstü bırakmadıklarını söylüyorlar. Bu olay Hezekiel'i öylesine etkilemi olmalı ki, aracı de i ik bölümlerde bıkmadan usanmadan anlatmaya devam ediyor. Üç yerde daha. 'Dört yöne gidebilen ve giderken dönmeyen tekerleklerden' söz ediyor. Özellikle etkilendi i nokta aracın 'çepçevre gözlerle dolu' olu u. Tanrılar ona gözleri oldu u halde görmeyen, kulakları oldu u halde duymayan bir
«asi evinin» ortasında oturdu unu söylüyorlar. Yurtta ları hakkında iyice aydınlandı ını görünce, bu tür ziyaretlerde hep oldu u gibi, yasalarla ilgili ö ütler, emirler ve düzgün bir uygarlık için gereken ipuçları vererek gidiyorlar. Hezekiel görevini benimsiyor ve 'tanrıların' emirlerini yaymaya koyuluyor. Bir kez daha de i ik sorularla kar ı kar ıyayız. Hezekiel'Ie kimler konu mu tu? Bunlar nasıl yaratıklardı? Kelimenin geleneksel anlamıyla 'tanrı' olmaları imkânsızdı; çünkü bir yerden ötekine gitmek için araç kullanılıyordu. Böylesine bir hareket ise, her eye kadir olan Tanrı ile kesinlikle ba da mıyordu. Bu olaya uygunlu u bakımından, yine Tevrat'ta anlatılan bir teknik bulu u ayrıca inceleyelim: Exodus (Çıkı ) xxv, 10'da Musa, Kanun Sandı ının yapımı konusunda Tanrı'nın verdi i kesin emirleri anlatır. Talimatlar çok açıktır -ölçüler, pervaz ve çemberlerin nereye, nasıl takılaca ı, hangi madenlerin kullanılaca ı apaçık ve kesin olarak belirtilmi tir. Bunda amaç her eyin 'Tanrı'nın' iste i gibi olmasını sa lamaktır. Öyle ki Tanrı birkaç sefer Musa'yı yanlı lık yapmaması konusunda uyarır: «Bak ve da da sana gösterilen örneklere göre yap» (Exodus, xxv, 40). Ayrıca 'Tanrı' Musa'ya kendisiyle, sandı ın üzerindeki kefaret örtüsü aracılı ıyla konu abilece ini söyler. Hiç kimse, der, sandı ın yanına yakla mamalıdır ve sandı ın ta ınması sırasında giyilmesi gereken eyleri ve özellikle ayakkabıları ayrıntılarıyla anlatır. Bütün bu uyarmalara ra men bir aksilik olur. (2. Samuel vi, 2) Davud, sandı ı Uzza ile birlikte bir öküz arabasına bindirir. Ancak yolda giderlerken öküzlerden biri tökezler ve sandık dü ecek gibi olur. Bunun üzerine Uzza atılarak sandı ı tutar ve yıldırım çarpmı gibi birdenbire ölür. Sandık ku kusuz elektrik yüklüydü! E er Tevrat'taki talimatlar uyularak sandı ı yeniden yaparsak, yüzlerce volt gücünde bir elektrik akımı do acaktır. Biri pozitif, öteki negatif yüklü olan iki altın tabaka, kondansatör görevi yapacaktır. Kefaret örtüsü üzerine yerle tirilen iki altın kerubinden birinin mıknatıs olması halinde de ortaya güzel bir hoparlör çıkacaktır -belki de kerubinlerin içinde uzay gemisiyle Musa arasında ba lantı sa layacak bir telsiz aracı vardı-. Hatırladı ım kadarıyla Exodus'un çe itli bölümlerinde sandıktan kıvılcımlar çıktı ı ve Musa'nın ö üt ve yardıma ihtiyacı oldu u zaman bu 'iletici'den yararlandı ını yazar. Musa 'Tanrı'sının sesini duyabilmekte, ancak onu görememektedir. Bir keresinde 'Tanrı'ya kendisini göstermesini söyler. Tanrı'nın kar ılı ı udur: «Ve dedi: Yüzümü göremezsin; çünkü insan beni görüp de ya ayamaz. Ve Rab dedi: te yanımda bir yer var ve kaya üzerinde duracaksın; ve vakit olacak ki, izzetim geçti i zaman seni bir kayanın kovu una koyaca ım ve ben geçinceye kadar seni elimle örtece im; ve elimi kaldıraca ım ve arkamı göreceksin; ama yüzüm görülmeyecek.» (Exodus xxxiii, 20-23). Eski yazılarda bu olayın inanılmaz benzerleri vardır. Sözgeli i Gılgamı Destanı'nın be inci tabletinde -ki bu destan Sümer kaynaklıdır ve Tevrat'tan çok önce yazılmı tırhemen hemen aynı cümleye rastlıyoruz:
«Hiç bir ölümlü, tanrıların ya adı ı kutsal da a gelemez. Tanrıların yüzünü gören ölmelidir.» nsanlık Tarihi'ni anlatan ba ka eski kitaplarda böyle cümleler vardır. Neden 'tanrılar' kullarıyla yüz yüze gelmekten kaçınıyorlardı? Neden maskelerinin dü memesi için bu kadar çaba harcıyorlardı? Neden ya da nelerden korkuyorlardı? nsanın aklına, ister istemez Tevrat'taki bu olayın, do rudan do ruya Gılgamı Destanından alınmı olabilece i geliyor. Bu dü ünü fazlasıyla mantıklıdır. Çünkü Musa, Mısır saraylarında büyümü ve Mısır kültürünün temel ta ı olan gizli kitaplardan bol bol yararlanma imkânı bulmu tu. Bu kitaplıklarda Gılgamı Destanı da elbette yer alıyordu. Belki Tevrat'ın ya ı hakkında da ku kuya dü meliyiz. Çünkü çok daha sonra ya ayan Davud'un altıparmaklı ve altı tırnaklı bir devle sava tı ı, 2. Samuel xxi, 18-22'de uzun uzun anlatılmaktadır. Hatta bütün eski tarih, destan ve hikâyelerin bir noktada toplandıktan sonra de i ik ülkelere, de i ik biçimlerde yayıldı ını bile dü ünebiliriz. Lût gölü yakınlarında son yıllarda bulunan Kumran yazıları, Yaradılı Bölümünde sözü edilen olaylara büyük benzerlik göstermektedirler Bugüne kadar bilinmeyen birçok yeni buluntu da, göklerdeki sava arabalarından, tanrı o ullarından, içinde canlı yaratıklar çıkan bulut ve tekerleklerden söz etmektedirler. Musa Apokalips'inde (33. bölüm) Havva'nın gö e baktı ı ve dört parlak kartalın çekti i ı ıktan bir sava arabası gördü ü anlatılır. Araba hiç bir dünyalının anlatamayaca ı ölçüde görkemlidir ve Âdem'in yanına indi i zaman tekerleklerin arasından dumanlar çıkar. Aslında bu öykü bize yeni bir ey anlatmamaktadır. Çünkü bütün eski kitap ve yazılarda, Âdem ve Havva'ya kadar uzanan bir süre içinde görünen tekerlekli, dumanlı, ate li sava arabaları anlatılmaktadır. Lamek yazıtlarında akıl almaz bir olay anlatılır. Gerçi tomarların bir bölümü, birtakım cümle ve paragrafların okunmasını imkânsızla tıracak kadar bozulmu tur ama, geride kalanlar anlatmaya de er ölçüde meraklıdır: Nuh'un babası Lamek, güzel bir günde evine dönünce, görünü ü bakımından aileye hiç uymayan bir o lanla kar ıla ır. Bunun üzerine karısı Bat-Eno 'u ça ırır ve çocu un kendisine ait olmadı ını söyler. Bat-Eno bildi i bütün kutsal eyler üzerine yemin ederek tohumun ondan, yani Lamek'ten geldi ini, bu i te ne bir askerin ne bir yabancının ne de 'tanrı o ullarının' parma ı oldu unu anlatır. (Bu tanrı o ullarının kimler oldu unu sorabilir miyiz? Bu aile dramının, Tufan'dan önce oldu unu da bu arada belirtelim.) Bununla birlikte Lamek karısına inanmaz ve babası Methuselah'ın ö ütlerini almak üzere yola çıkar. Babasının evine varınca olayı oldu u gibi anlatır ve çok üzüldü ünü söyler. Methuselah dinler ve çocu un nereden geldi ini anlamak için bilge Enok'a ba vuraca ını, bunun için de çok uzun ve yorucu bir yolculuk gerekti ini söyler. Ama ailenin bu çocu a tepkileri öyle büyümektedir ki, sonunda yolculu a çıkmaya karar verir. Enok, Methuselah'ın ailede birdenbire ortaya çıkan ve ne saçı, ne gözü, ne de derisi kendilerine benzeyen bu çocu u anlatmasını dinler ve ya lı adamı çok üzücü bir haberle birlikte evine yollar: Pek yakında dünya, insanlık ahlâksızlık ve alçaklık suçundan yargılanacaktır. Ailedeki çocuk, büyük evrensel yargılamadan kurtulacak olanların dedesidir. O bakımdan Lamek'e, çocu a Nuh adını koymasını emretmelidir. Böylece Methuselah evine döner ve o lu Lamek'e kendilerini bekleyen felâketi anlatır. Lamek'in
çocu u kabul etmekten ve Nuh adını koymaktan ba ka çaresi yoktur! Aile öyküsünün en ilginç yanı, Nuh'un ailesinin, hatta büyükbabası Methuselah'ın, daha sonra ate saçan bir sava arabasına binerek ebediyen göklerde kaybolan Enok tarafından pek yakın bir felâket konusunda uyarılmı olmalarıdır. Bu olay da, insan soyunun, uzaydan gelen bilinmeyen yaratıklar eliyle ço altıldı ı dü üncesini do rulamıyor mu? Aksi halde, insanların hiç durmadan devler ve tanrı o ulları tarafından döllenmesinin ve ba arısız olan türlerin sürekli yok edilmesinin hiç bir anlamı kalmıyor. Bu açıdan bakınca, Tufan'ın, bir iki üstün ki i dı ında kalan insanları ortadan kaldırmak için bilerek yapıldı ı anla ılıyor. Böyle olunca da ilâhî bir yargılama niteli i ortadan kalkıyor. Günümüzde daha zeki bir insan türünün sunî olarak ya atılması gerçekle meye do ru giden kuramlar arasında. Tıpkı Tiahuanaco efsanelerinde anlatılan Büyük Ana'nın, güne kapısına uzay gemisiyle gelmesi ve 70 çocuk do urması gibi. Tıpkı türlü din kitaplarının, 'Tanrı insanı kendi görüntüsünde yarattı' demesi gibi. Birtakım eski din kitapları daha da ileriye giderek, 'tanrı'nın istedi i biçimde insanların' yaratılabilmesi için, birçok deneyler yapıldı ını yazıyor. Bilinmeyen uzaylıların dünyamızı ziyaret etti ini ileri süren kuramımıza göre, bugün bile bizi biz yapanın bu üstün varlıklar oldu u anla ılmaktadır. Bu deliller zincirinin bir halkasını da, tanrıların atalarımızdan istedikleri arma anlar tamamlıyor. Bu istekler, hiç bir zaman güzel kokular ve kurbanlık hayvanlarla sınırlandırılmamı tı. Arma anlar listesinde ço u zaman çe itli karı ımlardan yapılmı sikkeler de yer alıyordu. Gerçekten de Do u'nun en büyük eritme kurulu larından biri, Ezeon Geber'de bulunuyordu. Kazılarda ortaya çıkarılan bu kurulu , son derece modern bir ocak, türlü hava kanalları ve belirli amaçlar için açılmı deliklerden meydana geliyordu. Günümüz eritme uzmanları bu kurulu tan nasıl bakır elde edilmi olabilece ini açıklayamıyorlar. Ancak burasının bakır elde etmek için kullanıldı ı ku kusuzdur; çünkü Ezeon Geber dolaylarındaki birçok ma ara ve galeride geni bakır sülfat stokları bulunmu tur. Söz konusu bütün buluntular 5000 yıllıktır! E er bir gün bizim uzay adamlarımız da indikleri gezegende ilkel insanlarla kar ıla acak olurlarsa, zavallılar üzerinde 'tanrı' ya da 'tanrı o lu' izlenimi bırakacaklardır. Ama bir de indikleri gezegende korkunç ileri bir uygarlı ın insanlarıyla kar ıla tıklarını dü ünün. Her halde o zaman, 'tanrı' olarak de il, zamanın çok gerisinde ya ayan zavallılar olarak kar ılanacaklardır!
BE NC BÖLÜM: GÖKLERDEN GELEN - ATE ARABALARI
SAÇAN SAVA
YÜZYILIN BA LARINDA, Asur kralı Asurbanipal'in kitaplı ında, on iki kil tablet üzerine yazılmı bir kahramanlık destanı bulundu. Destan Akatça yazılmı tı, ama daha sonra bulunan ba ka bir kopyası Hammurabi'ye kadar uzanıyordu. Son ara tırmalar, Gılgamı Destanı'nın asıl metninin Sümerlilerce yazıldı ını, konularının Tevrat'taki Yaradılı Bölümüyle büyük benzerlikler gösterdi ini ortaya koymu tur. Destanın ilk tabletinde, galip gelen kahraman Gılgamı 'ın Uruk ehri çevresine yaptırdı ı surlardan söz edilir. 'Göklerin Tanrısı', içinde tahıl ambarı bulunan çok büyük bir evde oturmaktadır. Surları koruyan birçok asker vardır. Gılgamı bir 'tanrı', insan karı ımı yaratıktır -üçte iki 'tanrı', üçte bir insan.- Uruk ehrine gelen hacılar ona ürpererek ve korkuyla bakarlar; çünkü o güne kadar böyle bir güzellik ve güç görmemi lerdir. te burada tanrılarla insanların çiftle mesi dü üncesi yine kar ımıza çıkıyor. kinci tablette, gökler tanrıçası Aruru'nun, Gılgamı 'a rakip olması için Enkidu'yu yarattı ını okuyoruz. Enkidu gövdesi kıllarla kaplı, posttan elbiseler giyen, çayırlarda otlayan, sı ırlarla aynı yalaktan su içen bir yaratıktır. En büyük e lencesi çavlanlarda yüzmektir. Uruk kralı Gılgamı , bu sevimsiz yaratı ın sı ırlardan ayrılması için güzel bir kadın gerekli oldu unu anlar ve ehrin en güzel kadınlarından birini, Enkidu'yu kendine çekmekle görevlendirir. Saf Enkidu bu oyuna gelir ve altı gün altı gece kadınla ya ar. Derken Enkidu'yla Gılgamı dost olurlar. Üçüncü tablet, uzaklardan gelen bir duman bulutunu anlatır. Gökler gümbürder, yer sarsılır, sonunda 'Güne Tanrısı' gelerek Enkidu'yu güçlü kanatları ve pençeleriyle kavrar. Enkidu'nun gövdesine kur un gibi biner ve gö süne kaya gibi bir a ırlık oturur. Destan yazarlarının çok geli mi bir hayal gücü oldu unu ve destanı çevirenler ve ço altanların de i iklikler yaptı ını kabul etsek bile, asıl a ırtıcı yan oldu u gibi kalır: Destan yazarları gövdenin belirli bir hızdan sonra kur un gibi a ırla tı ını nereden biliyorlardı? Bugün yerçekimi ve hız yasalarını en ince ayrıntılarına kadar biliyoruz. Bir astronotun kalkı sırasında nasıl bir güçle koltu una yapı tırıldı ını, gö süne binen basıncın ne ölçüde büyük oldu unu biliyoruz. Peki Sümerliler bu bilgiyi nereden elde etmi lerdi? Be inci tablet, Enkidu'yla Gılgamı 'ın 'tanrıların' oturdu u yere gidi lerini anlatır. Kahramanlar tanrıça rninis'in ya adı ı, ı ıklar saçan kuleyi çok uzaklardan görürler. yice yakla ınca bir ses duyarlar: «Geri dönün! Hiç bir ölümlü, tanrıların ya adı ı kutsal da a gelemez. Tanrıların yüzünü gören ölmelidir.» Exodus'te de: «Sen benim yüzümü göremezsin, beni gören insan ya ayamaz...»
diyordu! Yedinci tablette, Enkidu'nun a zından bir uzay yolculu u anlatılır. Enkidu bir kartalın pirinçten pençelerine tutunarak saatler boyu uçmu tur. zlenimleri öyledir: «Bana dedi ki: «Karalara bak. Neye benziyorlar? Deniz'e bak. Nasıl görünüyor?» Ve kara, bir da a; deniz de bir göle benziyordu. Dört saat daha uçtuk ve o yine konu tu: «Karalara bak. Neye benziyorlar? Deniz'e bak. Nasıl görünüyor?» Ve kara, bir bahçeye; deniz de bahçıvanın su kanallarına benziyordu. Dört saat daha uçtuktan sonra o yine sordu: «Karalara bak. Neye benziyorlar? Denizlere bak nasıl görünüyor?» Ve kara, lapaya, deniz de su birikintilerine benziyordu.» Bu anlatım, bir canlı yaratı ın dünyayı çok yükseklerden gördü ünü açıklamaktadır. Olay tümüyle hayal ürünü olamayacak kadar do rudur. E er yerkürenin çok yükseklerden görünü ü hakkında bir bilgi olmasaydı, kim çıkıp da karaların lapaya, denizlerin de su birikintilerine benzedi ini söyleyebilirdi? Çünkü çok yükseklerden çekilen resimlerinde dünya gerçekten orasında burasında su birikintileri olan bir tas lapaya benzemektedir! Aynı tablette bir kapının konu tu u yazılmaktadır. Bu garip olayı, bugünkü bilgimizle bir hoparlörün konu ması olarak nitelendiriyoruz. Sekizinci tablette, dünyayı çok yükseklerden gören Enkidu, anla ılamayan bir hastalıktan ölüyor. Hastalık öyle esrarengiz ki, Gılgamı nedeninin göklerdeki canavarın zehirli solu u olup olamayaca ını soruyor. Gılgamı göklerdeki canavarın zehirli solu unun öldürücü olabilece ini nereden biliyordu? Dokuzuncu tablet Gılgamı 'ın, dostu Enkidu'nun ölümünden duydu u üzüntüyü ve aynı hastalıktan ölece i korkusuyla tanrılara ula mak için çıktı ı yolculu u anlatır. Gılgamı uzun süre yol aldıktan sonra, göklere destek olan iki da ın arasına gelir. Da ların tepesi bir kemerle birle tirilmi tir ve buraya 'güne kapısı' denir. Güne kapısını bekleyen iki dev önce onu bırakmak istemezler. Aralarında uzun bir tartı ma geçer. Sonunda devler Gılgamı 'ın üçte iki tanrı oldu unu göz önünde tutarak geçmesine izin verirler. Gılgamı giderek ardında sonsuz denizin uzandı ı tanrıların bahçesine varır. Ancak yolda iki defa tanrılar tarafından uyarılmı tır: «Gılgamı , acelen nedir? Aradı ın hayatı ve ölümsüzlü ü bulamayacaksın. Tanrılar insanı yaratırken ona ölümü de verdiler. Ölümsüzlük yine tanrılara kaldı.» Gılgamı 'ın bunları dinleyecek hali yoktur. Her tehlikeyi göze almı tır ve amacı insanların babası Utnapi tim'e ula maktır. Ancak Utnapi tim büyük denizin ötesinde ya amaktadır ve oraya güne tanrısınınkinden ba ka hiç bir gemi uçamaz. Üstelik yolu da yoktur. Ama Gılgamı bütün tehlikelere gö üs gererek denizi a ar. On birinci tablet, onun Utnapi tim'le yaptı ı görü meyi anlatır. Gılgamı insanların babasının ne kendinden büyük, ne de küçük oldu unu görür ve ona, birbirlerine baba-o ul gibi benzediklerini söyler. Utnapi tim, geçmi ini anlatmaya koyulur. Bu bölüm Utnapi tim'in a zından, yani birinci tekil ahıstan aktarılmı tır. Daha da a ırtıcı olarak, Tufan hakkında çok ayrıntılı bilgiler verilmektedir. Tanrılar Utnapi tim'i uyarmı lar, kadınları, çocukları, yakınlarını ve her i ten ustaları, gelecek olan büyük tufandan korumak için bir gemi yapmasını emretmi lerdi. iddetli, fırtınanın, karanlı ının, yükselen suların, gemiye binemeyenlerin dü tü ü umutsuzlu un anlatımı,
bugün bile hayranlık uyandıracak ölçüde güçlüdür. Üstelik aynı Nuh'ta oldu u gibi, yolculu un sonunda bir karga ve bir güvercin yollanmı , sular alçalmaya ba layınca da gemi bir da ın tepesine oturmu tur. Gılgamı Destanı'yla Tevrat arasındaki paralellik ve benzerlik, hiç bir bilginin kar ı koyamayaca ı ölçüde açıktır. Bu paralelli in en ilginç yönü, destanla Tevrat'ın u ra tı ı tanrıların ve kehanetlerin ayrı ayrı olmasıdır. Tevrat'ta anlatılan Tufan'ın destandakinin bir kopyası oldu unu kabul edersek, Utnapi tim'in olayı kendi a zından anlatması, Gılgamı Destanında Tufan'a tanıklık etmi , onu gözleriyle görmü bir ki inin gerçekten var oldu unu ortaya koyar. Aslında binlerce yıl önce do uda müthi bir tufan oldu u kesin olarak anla ılmı tır. Eski Babil'in çivi yazısı tabletleri, geminin nerede bulunması gerekti ini kesin olarak anlatırlar. Bu bilgiden yararlanan ara tırmacılar A rı da ının güney kesiminde, geminin kondu u yeri göstermesi muhtemel olan üç tahta parçası bulmu lardır. Ancak 6000 yıl önce tahtadan yapılmı ve tufana dayanmı bir geminin kalıntılarını bulmak hemen hemen imkânsız gibidir. Gılgamı Destanı'nda Tufan'dan ba ka, yazıldı ı ça da yapılamayacak türden ola anüstü eyler de anlatılmaktadır. Bunları, destanı yüzyıllar boyu elden geçirenlerin ekledi ini de dü ünemeyiz. Çünkü anlatımlarda gizlenen bilgiler, ancak günümüz bilgileri aracılı ıyla anla ılabilmektedir. Belki de, birtakım yeni sorular bu karanlı a ı ık tutacaktır. Gılgamı Destanı, Sümerlerden de il de Tiahuanaco bölgesinden çıkmı olamaz mı? Gılgamı soyu Güney Amerika'dan gelmi ve beraberinde destanı da getirmi olamaz mı? Do rulayıcı bir kar ılık, Güne Kapısından söz edilmesini, büyük bir denizin a ılmasını, aynı zamanda da Sümerlilerin nasıl birdenbire ortaya çıktıklarını açıklayabilir. Ku kusuz, Firavunlar Mısır'ının geli mi kültürü, yazılmı , ö retilmi ve ö renilmi eski sırları saklayan büyük kitaplara dayanıyordu. Daha önce de belirtildi i gibi Musa bu ülkede yeti mi , kitaplıklardan bol bol yararlanma imkânı bulmu tu. Hangi dilde yazmı oldu u kesin olarak bilinmese bile, be kitabın yazarının aydın bir ki i oldu u kesindi. Gılgamı Destanı'nın Asurlular ve Babilliler kanalıyla Mısır'a geldi ini, genç Musa'nın onu okuyarak kendi amaçlarına uyguladı ını dü ünelim. Bu durumda gerçek Tufan olayı, Tevrat'taki de il, Gılgamı Destanın'dakidir. Böyle sorular sormamalı mıyız? Bana kalırsa, geçmi i ara tırmanın klasik yöntemi çoktan yıkılmı tır. Bu türden ara tırma hiç bir zaman, kesin ve dokunulmaz sonuçlara ula amaz. Kendi kurdu u bir dü ünce biçimine öylesine sıkı sıkıya ba lıdır ki, yaratıcı bir dürtü do urabilecek yeni görü lere hiç bir açık kapı bırakmaz. Eski Do u'ya yöneltilen ara tırmaların ço u, kutsal kitapların dokunulmazlı ı ve kutsallı ı kar ısında eriyip gitmi tir. nsanlar soru sormaya ve ku kularını bu tabu'nun yüzüne haykırmaya cesaret edememi lerdir. Hatta büyük ölçüde aydınlanmı sayılabilecek on dokuz ve yirminci yüzyıl bilginleri bile, sonunda Tevrat'ta anlatılanların do ru olmadı ını ileri sürmenin kaçınılmaz oldu unu gördüklerinden, binlerce yılın yanlı ından olu an dü ünce zincirlerinden kopmamayı seçmi lerdir. Ancak, en koyu Hıristiyan bile, Tevrat'ta anlatılan birtakım olayların, o büyük Tanrı'yla ba da madı ını anlamı olmalıdır. Kutsal kitabın dinsel dogmalarını korumak isteyen ki iler, önce çok
eskilerde insanı kimin e itti ini, toplum hayatı için yasaları kimin koydu unu, ilk sa lık kurallarını kimin verdi ini ve yoldan çıkmı olanları kimin yok etti ini açı a çıkarmalıdırlar. Bu türden sorular sormamız ve bu biçimde dü ünmemiz dinsiz oldu umuz anlamına gelmez. Beni ele alalım: Geçmi le ilgili tüm sorulara kesin ve inandırıcı kar ılıklar verildi i gün bile, daha iyi bir ad koyma iste iyle TANRI dedi im B R EY N var olaca ına inanıyorum. Bununla birlikte, söz konusu dü ünülmez tanrının, bir yerden ötekine gitmek için, tekerlekli ve kanatlı araçlar kullandı ı, ilkel insanlarla çok yakın ili kiler kurdu u ve maskesinin dü memesi için hiç bir insanı yanına yakla tırmadı ını ileri süren dinsel varsayım, delillerle desteklenmedi i sürece, saldırgan bir iddiadan öteye geçemeyecektir. Din bilginlerinin, 'Tanrı çok yücedir; onun kendini nasıl gösterdi ini ve kullarıyla nasıl ili ki kurdu unu bizler dü ünemeyiz' eklindeki kar ılıkları, ancak sorularımızdan bir kaçı olabilir ve bu bakımdan doyurucu olmaktan uzaktır. nsanlar yeni gerçekleri görmek istemezler. Ama gelecek, geçmi imizi günden güne daha çok kemirmektedir. On iki yıl kadar sonra insan Merih'e inecektir. E er orada bir tek eski, terk edilmi bina varsa, akıllı insanların bıraktı ı bir tek nesneye rastlanırsa, ma ara duvarlarında bir tek resim bulunursa, dinlerimiz temelinden sarsılacak ve geçmi imiz hakkındaki bilgiler karmakarı ık olacaktır. Bu türden bir tek buluntu bile insanlık tarihinde devrim ve reformların en büyü üne yol açacaktır. Uzay ça ıyla birlikte Aydınların Mahkeme Günü de gelecektir. O zaman dinin bulutları da ılacak ve uzaya atılan kararlı bir adımla binlerce, milyonlarca de il, bir tane din ve tanrı oldu u anla ılacaktır. Biz bunları bırakıp insanlı ın geçmi i üzerine kurdu umuz varsayımı geli tirelim. ana kadar elde etti imiz görüntüyü öyle özetleyebiliriz:
u
Ça lar önce bilinmeyen bir uzay gemisi dünyamızı bulmu tu. Gemi adamları kısa sürede, gezegenimizin, akıllı yaratıkların geli ebilmesi için çok elveri li oldu unu anlamı lardı. Ancak geli mesi beklenen «insan», «homo sapiens» de il, bir ba ka türden yaratıktı. Uzay adamları bu türün di ilerini sunî olarak döllemi , kadınları, eski destanlarda belirtildi ine göre, derin bir uykuya daldırarak dünyamızdan ayrılmı lardı. Binlerce yıl sonra geri döndüklerinde kar ılarına, yeryüzünün orasına burasına da ılmı «homo sapiens» örnekleri çıkmı tı. leri uzaylılar döllenme deneylerini, toplum kurallarına uyabilecek yetenekte yaratıklar yeti ene kadar sürdürmü lerdi. Ancak ortaya çıkan insanlar hâlâ barbardılar. Uzaylılar geriye dönerek, onların yine hayvanlarla ya ayabileceklerini dü ünerek birço unu yok etmi , daha az ölçüde ba arısız kalanları da ba ka kıtalara belki de ba ka gezegenlere ta ımı lardı. Geriye kalan ba arılı örnekler toplum hayatının ilk ürünlerini vermeye ba lamı , ma ara duvarlarını süslemeye, çömlekçili i geli tirmeye, ilkel mimarlık örneklerini ortaya koymaya yönelmi lerdi. Bu ilk insanların uzay adamlarına sonsuz saygısı vardı. Çünkü onlar, bilinmeyen bir yıldızdan gelmi , yine oraya dönmü «tanrılardı.» Esrarengiz nedenlerden dolayı bu «tanrılar» bilgilerini insanlara geçirmeye meraklıydılar Yarattıkları insanlara özen
gösteriyor, onları kötülük ve ahlâksızlıktan korumaya çalı ıyorlardı. Toplumların kurucu bir biçimde geli mesini istiyorlar, bu yüzden uyumsuzluk gösterenleri ortadan kaldırıyor, kalanların geli me yetene inde bir toplum kurması için gerekli temel kavramlar ö retiyorlardı. Delillerin eksikli i yüzünden bu varsayımda birtakım bo luklar vardır: Gelecek, bu bo luklardan kaçının doldurulabilece ini gösterecektir. Bu kitap birçok tahminden olu an bir varsayımı ortaya koymaktadır ve bu varsayım do ru olmayabilir. Bununla birlikte, tabuların koruyuculu unda, saldırıya u ramadan ya ayan dinlerin kurulu ilkelerine bakınca, varsayımımın en az onlar kadar geçerli olabilece ini görmekteyim. Gerçek hakkında birkaç kelime söylemek belki de yarar sa layacaktır. Dinine inanan ve ku ku uyandıracak bir saldırıya u ramayan her insan «gerçe i» buldu una da inanır. Bu yalnız Hıristiyanlar için de il, küçük, büyük her dinin taraftan için geçerlidir. Teosofistler din bilginleri ve filozoflar, ö retilen üzerinde yıllarca kafa patlattıktan sonra «gerçe e» vardıklarına inanırlar. Do al olarak her dinin bir tarihi, Tanrı'sının verdi i sözler Tanrı'sının koydu u yasalar ve... diyen peygamber ve bilge ki ileri vardır. «Gerçe in» ispatlanması, insanın inandı ı dinin tam içinden ba lar ve dı ına do ru isler. Bunun sonucu olarak, çocukluktan ba layarak bizlere kabul ettirilen tek yönlü bir dü ünce biçimi ortaya çıkar. Böylece birçok ku ak gerçe i benli inde topladı ına inanarak geçip gider. Ben, daha alçak gönüllü davranarak, gerçe e sahip olamayaca ımızı, ona ancak inanabilece imizi ileri sürüyorum. Gerçe i bulmak isteyen insan, onu kendi dininin siperleri ve sınırları içinde aramamalıdır. Hem hayatın amacı ve gere i nedir? Gerçe e inanmak mı, yoksa onu aramak mı? Tevrat'ta yazılı olanların arkeolojik yollarla ispatlandı ını dü ünecek olsak bile bu durumda, söz konusu inanı lardan olu an bir din de ispatlanmı sayılamaz. Eski ehirler, köyler sanat eserleri ve yazılı kalıntılar belli bir bölgede toprak üstüne çıkarılınca, o bölgede insanların ya adı ı ve tarihin yazdı ı bir uygarlı ın gerçekten var oldu u ortaya çıkar. Ancak bu buluntular o bölge insanının inandı ı tanrının (uzay yolcusu de il de) tek ve ula ılmaz bir tanrı oldu unu açı a çıkaramaz. Bugün dünyanın dört buca ında yapılan kazılar, geleneklerin gerçeklere uygun dü tü ünü göstermi tir. Ama bir tek Hıristiyan çıkıp da, Peru'daki kazılar sonucu ortaya çıkan nka öncesi tanrısını gerçek tanrı olarak kabul eder mi? Demek istedi im, gerek mitoloji, gerek gerçek deneyler, bir toplumun tarihini olu turur; bundan öteye geçemez. Ama bence bu bile çok eydir. Gerçe i arayanlar, ispatlanmamı yeni ve cesur dü üncelere, yalnızca dü ünce (ya da inanı ) biçimlerine uymadı ı için kar ı çıkmamalıdırlar. Yüz yıl önce uzay yolculu u diye bir ey söz konusu olmadı ı için, babalarımız ve büyükbabalarımız, atalarına uzaydan ziyaretçiler gelip gelmedi ini dü ünemezlerdi. Çok korkunç ama ne yazık ki her an çıkabilecek bir Hidrojen bombası sava ının günümüz uygarlı ını toptan yerle bir etti ini dü ünelim. Be bin yıl sonra arkeologlar New York'taki Hürriyet Heykeli'nin parçalarını bulacaklar, günümüz dü ünce biçimiyle hareket ediyorlarsa, bilinmeyen bir tanrı, belki ate tanrısı (heykelin elindeki me ale yüzünden) belki güne tanrısının (heykelin ba ındaki ı ın biçimi uzantılar yüzünden) heykeliyle kar ı kar ıya olduklarını
sanacaklar ve heykelin aslında çok basit bir anlam ta ıdı ını hele özgürlü ü temsil etti ini asla anlamayacaklardır. Geçmi in yollarını dogmalarla tıkamaya artık imkân yoktur. E er gerçe i aramaya koyulacaksak, önce bütün cesaretimizi toplayarak bugüne kadar izledi imiz yollardan ayrılmalı, sonra da do ru ve gerçek kabul etti imiz her eyden ku ku duymaya ba lamalıyız. Yeni dü ünceler saçmadır diye gözlerimizi ve kulaklarımızı kapayamayız. unun urasında, elli yıl önce aya ini gülünç bulunuyordu...
dü üncesi de alay konusuydu; saçma ve
ALTINCI BÖLÜM: ESK HAYAL VE MASALLAR MI, YOKSA ESK GERÇEKLER M ? GEÇM TE VAR OLAN birtakım eylerin bugün geçerli dü ünü ve inanı lara göre var olmaması gerekti ini daha önce belirtmi tim. Ancak geçmi ten günümüze kadar gelebilen akıl almaz eyler bunlarla da bitmiyor. Neden mi? Çünkü Eskimoların mitolojisi de, ilk kabilelerin kuzeye pirinç kanatlarla getirildi ini söylüyor! En eski Kızılderili efsanelerinde ate ve meyve getiren bir ate ku undan söz ediliyor. Son olarak da Maya Efsanesi Popol Vuh; tanrıların; her eyi, evreni, pusuladaki dört yönü ve dünyanın küre biçiminde oldu unu bildiklerini anlatıyor. Eskimoların sözünü ettikleri metal ku lar nelerdir? Kızılderililer ate ku unu nerede görmü lerdi? Mayaların ataları dünyanın yuvarlak oldu unu nasıl ö renmi lerdi? Aslında mayalar çok zeki insanlardı ve çok geli mi bir kültürleri vardı. Bize yalnız o akıl almaz takvimi bırakmakla kalmamı , çok karma ık hesaplar da ula tırmı lardır. öyle ki, Mayalar bir Venüs yılının 584 gün oldu unu biliyorlar ve dünya yılının 365,2420 gün oldu unu tahmin ediyorlardı. (Günümüzde en ileri araçlarla yapılan hesabın sonucu 365,2422 gün!) Bıraktıkları hesaplar 64 milyon yıl öteye uzanabiliyordu. Hatta birtakım yazılarda 490 milyon yıla yakla an sayılarla u ra ılıyordu. Bir elektronik beyin yardımıyla bulundu unu akla getiren ünlü Venüs formülünün, bir grup orman insanından çıkmı olması çok a ırtıcıdır. Formül bir «Tzolkin» yılını 260, bir dünya yılını 365 ve bir Venüs yılını 584 gün olarak almaktadır. 365'in 73'e bölümünün 5 ve 584'ün 73'e bölümünün de 8 vermesinden hareketle u sonuç çıkmaktadır: (Ay)
20 x 13 x 2 x 73 = 260 x 2 x 73 = 37.960
(Güne ) 8 x 13 x 5 x 73 = 104 x 5 x 73 = 37.960 (Venüs) 5 x 13 x 8 x 73 = 65 x 8 x 73 = 37.960 Yani bu üç devir 37.960 gün sonra birle ecektir. Maya mitolojisi o zaman tanrıların büyük dinlenme yerine gelece ini ileri sürer. nka öncesi halklarının dinî efsanelerinde, yıldızlarda insanların ya adı ından ve «tanrıların» Pleiadas takımyıldızından geldi inden söz edilir. Ne gariptir ki Sümer, Asur, Babil ve Mısır'da bulunan yazılı tabletlerde de aynı ey anlatılmaktadır: «Tanrılar» yıldızlardan gelmi ve yine oralara dönmü lerdir. Göklerde dola mak için ate arabaları ya da gemileri vardır. Ellerinde her zaman korkunç silâhlar bulunmaktadır. Birtakım ki ilere ölümsüzlük için söz vermi lerdir. lkel insanların, tanrılarını göklerde aramaları ve onları tanımlayıp sanat eserlerine, geçirmeleri sırasında bütün hayal güçlerini kullanmaları do aldır. Bu bakımdan sözünü etti imiz efsane ve yazıtların, gerçe i yansıtmaktan çok, abarttı ı dü ünülebilir. Ama anormallikler bunlarla da kalmıyor ki.
Bir örnek daha verelim: Mahabharata'nın yazarı, bir ülkeyi on iki yıllık kuraklıkla cezalandırabilecek bir silâhın varlı ını nereden biliyordu? Hem de do mamı bebekleri annelerinin karnındayken öldürecek güçte bir silâhın varlı ını... En kötümser tahminle 5000 yıl önce yazılan bu Hint Efsanesini, günümüz bilgileri ı ı ında okumak gerçekten çok ilginç olacaktır. Ramayana'da Vimanalar'ın, yani uçan makinelerin, cıva ve püsküren rüzgâr yardımıyla çok yükseklerde uçtu unu yazar. Vimanalar ileriye, yukarıya ve a a ıya hareket edebilmektedirler. Geni çapta manevra yetene i olan uzay araçları! A a ıdaki bölüm N. Dutt'un 1891'de yaptı ı çeviriden alınmadır: «Rama'nın emriyle görkemli sava yükseldi...»
arabası korkunç gürültüyle bir bulut da ına
Yine uçan bir nesneden söz ediliyor ve üstelik nesnenin havalanırken korkunç gürültü yaptı ı belirtiliyor. te Mahabharata'dan bir bölüm daha: «Bhima, Vimanasıyla güne kadar parlak bir ı ının üzerinde uçuyordu ve fırtınaların gök gürültüsü gibi bir ses çıkarıyordu.» (C. Royf 1889). Mahabharata'nın yazarı, roketler hakkında bir ey bilmese ve bu araçların bir ı ın üzerinde, büyük gürültüler çıkararak gitti ini görmese bu satırları yazabilir miydi? Samsaptakabadha'da, uçan ve uçmayan sava arabaları diye iki ayırım yapılmaktadır. Mahabharata'nın ilk kitabında da, Kunti adlı evlenmemi bir kadının, Güne Tanrısıyla çiftle ti i ve güne kadar parlak bir o ul do urdu u anlatılmaktadır. Kunti -o günlerde bile- utanç duygusundan kurtulmak için çocu u bir sepete koyar, nehire salar. uta Kastından, de erli bir ki i olan Adhirata çocu u bulur ve büyütür. Musa'nın öyküsüyle akıl almaz bir benzerli i olmasa, anlatmaya de meyecek bir öykü! Ayrıca, insanların tanrılar tarafından döllendi ine de inen bir ba ka örnek olması da, dikkati çekiyor. Gılgamı Destanında oldu u gibi Aryuna (Mahabharata'nın kahramanı), tanrıları aramaya ve onlardan silâh istemeye gidiyor. Büyük tehlikelere gö üs gerdikten sonra gök tanrısı ndra'yı karısı Sachi'nin yanında buluyor. Ancak bulu ma herhangi bir yerde de il, göklerde uçan bir sava arabasında oluyor! Üstelik tanrılar, gökyüzünü gezdirmeyi teklif ediyorlar. Mahabharata'da anlatılan olaylar yazarının görgü ve tanıklı ı etti i izlenimi verecek kadar açık ve anla ılabilir biçimdedir. Bir bölümde, üzerlerinde metal ta ıyan bütün sava çıları öldüren bir silâh anlatılır. Sava çılar, silâhın etkilerini zamanında ö renebilirlerse, üzerlerindeki bütün metalleri çıkarmakta ve ırma a girip gövdelerini ve silâhın de di i her eyi yıkamaktadırlar. Yazarın açıklamasına göre, bu bo una de ildir, çünkü tedbir alınmazsa saçlar ve tırnaklar dökülür ve ya ayan her ey rengi solarak zayıflar... Sekizinci kitapta ndra, tanrısal jetiyle yeniden kar ımıza çıkar. Bütün insanlar arasında yalnızca Yudhisthira'ya, ölümlü oldu u halde, göklere gelme izni verilmi tir. Enok ve Eliyah'ın öyküsünü hatırlamadan edebilir miyiz? Aynı kitapta, belki de dünyaya atılan ilk Hidrojen bombasının patlaması anlatılmaktadır. Gurkha, yüce Vimanasıyla uçarken, üç katlı ehrin üstüne bir tek gülle dü ürür. Buradan sonrasının anlatımında öyle kelimeler kullanılmaktadır ki, insan
Bikini'de patlayan ilk Hidrojen bombasını hatırlamadan edemez: «Güne ten bin kere daha parlak, beyaz, sıcak bir bulut, sonsuz ı ıklar saçarak, yükseldi ve ehri bir kül yı ını yaptı...» Gurkha yere indi inde Vimana'sı, son derece parlak bir antimon bloku andırmaktadır. Ayrıca filozofları ilgilendiren bir bölümü de, bu arada aktarayım: Mahabharata, «Zaman, evrenin tohumudur!» der... Tibet kitapları Tantyua ve Kantyua da, gökteki inciler adı verilen, tarih öncesi uçan makinelerden söz ederler. ki kitap da, bu bilginin gizli oldu unu ve kitleler için olmadı ını özellikle belirtirler. Samarangana, Sutradharafda, kuyruklarından ate ve cıva püskürten hava gemilerine ayrılmı birçok sayfa vardır. Eski kitaplardaki ate sözünün yanan ate olması gerekmez; çünkü elektrik ve manyetik türler de dâhil olmak üzere, kırk de i ik anlamda ate sayılmı tır. Eski insanların a ır metallerden enerji elde edebilece ini bildiklerine inanmak güçtür. Bununla birlikte eski Sanskrit kitapları basit birer mit olarak reddetmek de imkânsızdır. Eski kitaplardan alınan bölümler, eski insanların uçan tanrılar gördüklerini ku kuya yer vermeyecek ölçüde ispatlamaktadırlar. Arkeologların hâlâ kullandıkları, «Böyle bir eyin var oldu u kabul edilemez... bunlar çeviri yanlı larıdır... yazarlar ya da kopya edenlerin abartmasıdır...» cümleleriyle hiç bir sonuca ula amayız. Teknoloji ça ının verilerinden yararlanan yeni bir varsayım, geçmi imizin karanlı ına ı ık tutmak için uygulama alanına konmalıdır. Nasıl geçmi teki uçan gemiler açıklanabiliyorsa, kullanılan korkunç silâhlar da açıklanabilmelidir. te Mahabharata'dan bir bölüm daha: «Elemanlar çözülmü gibiydi. Güne durmadan dönüyordu. Silâhın ate gibi ısısıyla kavrulan dünya, hummaya tutulmu gibi çemberler çiziyordu. Filler, korkunç sıcaklıktan korunmak için oradan oraya ko u uyorlardı. Sular kaynıyor, hayvanlar ölüyor, dü manlar biçilmi gibi yere yı ılıyordu. A açlar korkunç ı ı a hedef olarak, orman yangınlarındaki gibi yanarak devriliyorlardı. Filler kulakları sa ır eden gürültülerle ko uyor ve geni bir alanda birer birer dü erek ölüyorlardı. Atlar, sava arabaları yanmı lardı ve sava alanı yangın yerine dönmü tü. Bir süre sonra denizin üzerine sessizlik çöktü. Rüzgârlar esmeye, dünya parlamaya ba ladı. Ortaya çıkan görüntü tüyler ürperticiydi. Dü enlerin gövdeleri korkunç ısıyla yanmı , insanlıktan çıkmı tı. Bundan önce böyle bir silâhı ne görmü , ne de duymu tuk.» (C. Roy, Drona Parva 1889.) Öykü bundan sonra, kaçıp kurtulabilenlerin, vücutlarını, araçlarını ve silâhlarını yıkadıklarını, çünkü her eyin, tanrıların öldürücü solu uyla kirlendi ini anlatıyor. Gılgamı Destanında ne diyordu? «Enkidu, yoksa seni tanrısal canavarın zehirli solu u mu öldürdü?» Vatikan Müzesi Mısır Bölümünün eski yöneticisi Alberto Tulli, M.Ö. 1500'lerde ya amı olan III. Tutmosis'ten kalan bir yazı parçası bulmu tu. Yazıda, gökten bir ate topunun dü tü ü ve çok kötü bir koku yayıldı ı anlatılıyor. Tutmosis ve askerleri olayı izliyorlar ve ate topu güneye do ru kayarak kayboluyor. Sözünü etti imiz bütün kitaplar ve yazılar, ça ımızdan binlerce yıl önce yazılmı lardı. Yazarları de i ik ülkelerde ya ayan, de i ik kültür ve dinleri olan ki ilerdi. O günlerde önemli olayları dünyaya bildirecek özel ulaklar yoktu ve kıtalararası yolculuklar günlük olaylardan de ildi. Bütün bunlara ra men, a ırtıcı ölçüde birbirine benzeyen garip
olaylar, sayısız kaynaklardan ve dünyanın dört buca ında birbirinden habersiz yasayan insanlar tarafından bize ula tırılmı tır. Bütün bu yazarların akıllarından zorları mı vardı? Hepsi de aynı hayali mi görmü tü? Mahabharata'nın, Tevrat'ın, Gılgamı Destanı'nın, Eskimo destanlarının, Kızılderililerin, skandinavyalıların, Tibetlilerin ve birçok ba ka kayna ın uçan tanrılar, garip tanrısal araçları ve bunlarla ilintili felâketleri, bir ans eseri olarak ve herhangi bir temele dayanmaksızın anlattı ını dü ünemeyiz. Hemen hemen birbirinin e i olan bu yazılar, belirli bir gerçekten do mu olmalıdırlar; yani tarihöncesi olaylardan. Onlarda, o ça larda görülen olayların ve eylerin bir yansıması vardır. Geçmi teki yazarların hepsi de gerçekleri abartmı olabilirler, ama ana gerçek oldu u gibi kalmı tır. Hepsinin de, birbirlerinden haberleri olmadan, tek türden bir yalan uydurmalarına imkân var mıdır? Bir örnek dü ünelim: Afrika'da bir bölgeye, ilk defa bir helikopter iniyor. Yerlilerin hiç biri, o güne kadar böyle bir araç görmemi tir. Helikopter korkunç gürültülerle çalıların arasına bir bo lu a iniyor ve içinden kafalarında koruyucu ba lıklar, üstlerinde sava elbiseleri ve ellerinde makineli tüfeklerle askerler çıkıyorlar. Oralardan geçen bir vah î, olaya görgü tanıklı ı ediyor; büyük bir a kınlık ve korkuyla, gökten gelen eyden çıkan bilinmeyen 'tanrılara' bakıyor. Bir süre sonra helikopter havalanıyor ve gökyüzünde kayboluyor. Vah î yalnız ba ına kalınca olayı dü ünmeye ve yorumlamaya koyuluyor. Köyüne ko arak gökten gelen tanrısal ku u, çıkardı ı korkunç gürültüyü ve içinden ate kusan silâhlarla çıkan beyaz derili adamları anlatıyor. Mucizevî ziyaret artık yerlilerin destanlarına girmi , gelecek ku aklara anlatılmak üzere beyinlerine kazılmı tır. Do al olarak, babadan o ula geçerken tanrısal ku daha da büyüyecek, içinden çıkan yaratıklar daha da korkunçla acaktır. Öyküye yeni yeni ekler katılacak, olaylar daha da abartılarak anlatılacaktır. Ancak gerçek olay yine vardır ve de i memi tir. Yani düzlü e bir helikopter inmi , içinden birtakım beyaz adamlar gerçekten çıkmı lardır. Yalnızca gerçek olan biraz süslenmi ve bilgisizlikten ötürü abartılmı tır. Belirli eyler uydurulamaz. E er bu tür olaylar yalnız bir, iki eski kitapta yazılı olsaydı, tarihte uzaylılar ve uzay gemileri aramazdım. Ama neredeyse bütün eski kitaplar aynı hikâyeyi anlatınca, sayfalarına gizlenen gerçekleri gün ı ı ına çıkarma gere ini duydum. «Adem o lu, kulakları oldu u halde duymayan, gözleri oldu u halde görmeyen bir asi evinin içinde ya ıyorsun...» (Hezekiel xii, 2.) Sümer tanrılarının, belirli yıldızlarla simgelendi ini biliyoruz. Herodot'un anlattıklarına bakılırsa, bu tanrılardan en büyü ü olan Marduk, yani Merih (Mars) için dikilen 800 talent a ırlı ında, saf altından bir heykel vardı. (Bu a ırlık ortalama 24.000 kiloya e ittir.) Ninurta, yani Sirius, evrenin yargıcıydı ve ölümlüleri cezalandırırdı. Sümerliler Merih'e, Sirius'a, Pleiades'e hitap eden tabletler yazarlardı. Sümer arkıları ve a ıtlarında zaman zaman o günlerin insanına çok anlamsız görünmesi gereken silâhlardan, o silâhların etkilerinden söz edilirdi. Merih için yazılan bir övgüde, onun ate ya dırdı ı ve dü manlarını im ek gibi bir parlaklıkla öldürdü ü anlatılmaktaydı.
Birkaç yıl önce, Ba dat'ın 160 km. güneyindeki Nippur kasabası yakınlarında, 60.000 kil tabletten olu an bir Sümer kitaplı ı bulundu. Böylece Tufanı anlatan en eski belge de ele geçmi oldu. Tablette, tufan öncesi be ehirden söz ediliyordu. Eridu, Badtibira, Larak, Sitpar ve uruppak. Bunların ikisi daha ortaya çıkarılmamı tı. Tufanı anlatan tabletlere göre, Sümerli Nuh'un adı Ziusudra idi. Ziusudra, uruppak'ta ya amı ve gemisini orada yapmı tı. u anda elimizde Gılgamı Destanı'ndan da eski bir tufan hikâyesi var, ama kim bilir, belki yeni buluntular daha da eski kayıtları ortaya çıkaracaktır. Ölümsüzlük ve yeniden do ma, eski kültürlerin insanlarının kafalarını kurcalayan bir konuydu. Köleler ve hizmetçiler, efendilerinin mezarına gönüllü olarak girerler, canlı canlı gömülürlerdi. ub-At mezarında yetmi e yakın iskelet, son derece düzgün bir biçimde, yan yana yatar bulunmu tu. Demek ki bu insanlar, hiç bir direnme göstermeden, parlak renkli elbiselerine sarınıp belki de zehir içerek, ölümün gelmesini beklerlerdi. Sarsılmaz bir inançla, mezarın ötesindeki yeni hayatı gözlerlerdi. Peki ama bu ilkel insanların aklına yeniden do ma dü üncesini kim sokmu tu? Eski Mısır yazılan da, gökleri gemilerle a an yüce yaratıklardan söz eder. Güne Tanrısı Ra için yazılan bir yazıdan bir parça: «Sen yıldızların ve ayın altında dola ansın, sen, Aten gemisini, yorulmak bilmeden dönen yıldızlar ve Kuzey Kutbundaki batmayan yıldızlarla, yeryüzü arasında sürensin.» Bu da bir piramitten alman bir parça: «Sen, güne gemisini milyonlarca yıl yönetensin.» Mısırlı matematikçilerin çok çok ilerlemi olduklarını kabul etsek bile, milyonlardan söz etmelerini kolay kolay açıklayamayız. Hele bu sayı yıldızlar ve tanrısal gemilerle ba ıntılıysa. Mahabharata ne diyordu? «Zaman, evrenin tohumudur!» Memfisfte Tanrı Ptah, firavuna egemenli inin yıldönümünü kutlaması için iki kalıp vermi ve kendisinin altı çarpı yüz bin yıllık yıl dönümünü de kutlamasını emretmi ti. Bilmem eklememe gerek var mı? Ptah, kalıpları parıldayan bir gök arabasıyla getirmi ti. Edfu'daki kapı ve tapınakların üzerinde kanatlı güne ve sonsuzluk i areti ta ıyan ahin resimleri hâlâ durmaktadır. Dünya üzerinde Mısır'daki kadar çok kanatlı tanrı resminin bulundu u bir yer daha yoktur. Bütün turistler Asuan yakınlarındaki Fil adasını bilirler. Adanın en eski kitaplarda bile adı Fil adasıdır, çünkü Eski Mısırlılar adanın file benzedi ini kabul ederlerdi. Haklıydılar da. Ada gerçekten bir file benzemektedir. Ancak eski Mısırlılar bunu nereden biliyorlardı? Adanın file benzetilmesi için çok yükseklerden görülmesi gerekiyordu. O dolaylarda, benzerli in ortaya çıkmasını sa layacak herhangi bir yükselti de yoktu. Mısırlılara adanın file benzedi ini kim söylemi ti? Edfu'daki bir bina üzerinde yeni bulunan bir yazıda, binanın do aüstü bir kayna a ait oldu u okunmu tur. Binanın yer planını, tanrısal varlık Im-Hotep'in yaptı ını söyler aynı yazı... Kimdi bu Im-Hotep? Yine Mısır yazılarından anla ıldı ına göre, ça ının Einstein'ıydı. Hem doktor, hem yazar, hem rahip, hem mimar, hem de filozoftu. Ya adı ı günlerde yalnız tahta araçlar
ve bakır kullanılırdı ki, bunların hiç biri kocaman granit blokları kesmeye elveri li de ildi. Bununla birlikte, üstün insan Im-Hotep, firavunu Coser için, basamaklı Sakkara piramidini yapmı tı. 65 metre yüksekli indeki bu anıtta görülen ustalık, ba ka hiç bir Mısır sanatçısında ne görülmü , ne duyulmu tu. Çevresi 10 metre yüksekli inde ve 585 metre uzunlu unda bir duvarla çevrilen piramide, Im-Hotep «Sonsuzluk Evi» adını vermi , tanrılar dönünce kendisini uyandırsınlar diye oraya gömülmü tü. Bütün piramitlerin, belirli yıldızların durumuna göre yapıldıklarını biliyoruz. Ancak bu bilgi, erken Mısır astronomisi hakkında çok az delil bulunması kar ısında biraz sıkıntı verici olmuyor mu? Sirius, Mısırlıların merak sardıkları birkaç yıldızdan biriydi. Ama Sirius'un bile ancak sabaha kar ı, ufkun hemen üstünde ve Nil ta malarının ba ladı gözlenebilmesi, bu merakı biraz gariple tiriyor. Dahası da var; Mısırlılar günümüzden 4221 yıl önce yaptıkları takvime temel almı lar ve yıldızın, sürecek yıllık devirlerini hesaplamı lardı.
Memfis'ten ı dönemde bu yıldızı, 32.000 yıl
Mısır astronomlarının, bütün eski astronomlar gibi, birtakım yıldızların a a ı yukarı 365 gün sonra, gökteki aynı yere geldiklerini anlayacak kadar gözlem yapacak zamanları vardı. Ama gerek kolaylı ı, gerek daha do ru sonuçlar verme imkânı olan ay ve güne i kullanmak dururken, neden Sirius'u takvimlerine temel almı lardı? Sirius takviminin kurulmu bir sistem ya da ihtimaller kuramı oldu unu dü ünebiliriz; çünkü yıldızın görünü tarihini önceden bildirmesine imkân yoktu. Sirius'un Nil'in ta maya ba ladı ı zaman, ufukta görünmesi rastlantıdan öteye gidemezdi. Bilindi i gibi, Nil her yıl ta maz; ta ma günleri de her zaman aynı günde olmazdı. Yoksa Mısır'da da eski bir gelenek mi vardı? Rahiplerce gizlenen, korunan bir vaat, bir yazı mı söz konusuydu? Firavun Udimu'ya ait oldu u sanılan mezarda, altın bir gerdanlıkla, kesinlikle tanınmayan bir hayvanın iskeleti bulunmu tu. Bu hayvan neydi ve nereden gelmi ti? Mısırlıların daha birinci sülâle ba larında ondalıklar sistemini kullanmalarını nasıl açıklayabiliriz? Böylesi geli mi bir uygarlık, o ça larda nasıl ortaya çıkmı tı? Mısır kültürünün yeni ba ladı ı ça lardan kalma bakır ve bronz nesnelerin kayna ı neresiydi? Onlara akıl almaz matematik bilgisini ve hazırlanmı bir yazıyı kimler vermi ti? Sayısız sorular do uran anıtsal binaları incelemeye geçmeden, birkaç eski kitaba daha göz atalım. Bin bir gece masallarının yazarları, inanılmaz konu zenginli ini neye borçluydular? Sahibi istedi i zaman lambadan çıkan bir dev hayal etmek, hangi bilgilere dayanıyordu? Hangi cüretkâr beyin, Ali Baba ve Kırk Haramiler'deki «Açıl susam açıl!» olayını dü ünmü tü? Elbette böyle dü üncelerin, günümüzde a ırtıcı bir yanı kalmamı tır; çünkü televizyonun dü mesine basar basmaz konu an resimler çıkmakta, birçok büyük binanın giri kapısı foto hücreler aracılı ıyla kendi kendine açılmaktadır. Ancak çok eski hikâyecilerde öyle bir hayal gücü vardı ki, günümüzün kurgu-bilim yazarları onların yanında bombo kimseler gibi kalırlardı. Demek ki bu insanların hayal gücünü ate leyecek ve ya anmı birtakım bilgilerden olu an bir kıvılcım vardı. Do al olarak eski Norveç ve zlanda geleneklerinde de göklerde yolculuk yapan 'tanrılardan' söz edilir. Tanrıça Frigg'in Gna adlı bir kadın hizmetçisi vardır. Tanrıça bunu
karaların denizlerin üstünde uçabilen cins bir atla de i ik dünyalara gönderir. Atın adı 'Nal atıcı'dır ve bir keresinde Gna onunla dola ırken çok yükseklerde acayip yaratıklara rastlar. «AIwislied» de dünyaya, güne e ve aya insanların, 'tanrıların', devlerin ve cücelerin görü açısından olmak üzere birçok de i ik ad verilmi ti. Ufukları çok sınırlı olan bu insanlar, böyle bir boyutu nereden kazanmı lardı? Bütün skandinav ve eski Alman destanları binlerce yıl önce yazılmı lardır ama, dünyanın simgesi olarak disk ya da top kullanırlar. Tanrıların önderi Thor, elinde çekiçle gösterilir. Prof. Kühn, 'çekiç' sözcü ünün 'ta ' anlamına geldi ini ve Ta devrine kadar uzandı ını; daha sonra da, geli meye uyarak, bronz ve demir çekiçlere dönü tü ünü ileri süren bir görü ü destekler. Bu da, Thor'un ve çekiç simgesinin çok eski oldu unu, belki de Ta Devri'ne kadar indi ini gösterir. Üstelik «Thor» sözcü ünün Sanskrit destanlarındaki kar ılı ı 'gökgürültüsü çıkaran' anlamına gelen «Tanayitnu»dur. Kuzeylilerin, tanrılar tanrısı kabul ettikleri Thor, Almanların Wanen'inin en büyük tanrısı olup gökleri tekinsiz kılar. Geçmi in incelenmesine ı ık tutmak için ortaya attı ım yeni görü ler tartı ılırken, eski kitap ve yazılarda rastlanan uzayla ilgili bölümlerin bir araya getirilip tarih öncesinde uzaylıların dünyamıza geldi inin ispatlanaca ı söylenebilir. Benim amacım kesinlikle bu de ildir. Yapmak istedi im, u anda geçerli varsayımda hiç bir yer almayan eski kitap ve yazılardaki çok önemli bölümleri, tarih ara tırmacılarının gözü önüne sermektir. Bu bölümlerde en belirgin özellik, yazarlarının, çevirmenlerinin, kopya edenlerinin bilimler ve sonuçlar hakkında hiç bir ey bilmemeleri gerekirken, bilimsel bilgilerin ürünü olan olayları anlatmalarıdır. E er bu olaylar günümüz bilginleri tarafından belirli bir dine ba lanarak geçi tirilmemi olsalardı ben de çevirilerin yanlı oldu unu ve kopyalarının abartmalarla dolu oldu unu kabul ederdim. Ancak varsayımına ters dü en bir eyi ret ve destekleyen bir eyi kabul etmek, bilimsel ara tırmacıya yakı mayan bir eydir. Söz konusu bölümlerin, 'uzay boyutu' kullanılarak yapılmı çevirilerin var oldu unu ve o zaman teorimin kazanaca ı gücü ve alaca ı biçimi bir dü ünün! Tezimizi biraz daha ilerletmek için Lût gölü yakınlarında bulunan vahiy ve dua kitaplarından birkaç ba ka örnek verelim. Bunlar içinde tekerlekli, ate saçan tanrısal arabalardan en çok söz eden yine Musa ve brahim'in vahiy kitapları oluyor. «Varlı ın ardında, ate ten tekerlekleri olan, çepeçevre gözlerle dolu bir araba gördüm. Tekerleklerinin üstünde ate saçarak parıldayan bir taht oturuyordu.» ( brahim, Vahiy Kitabı xviii, 11/12) Profesör Sholem'in açıklamasına göre, Musevî mistiklerinde görülen taht ve araba simgelemesi, Hellenistik ve erken Hıristiyan mistiklerinde görülen «pleroma» (I ık bollu u) anlatımıyla uygunluk göstermektedir. Saygıde er bir açıklama ama, bilimsel olarak ispatlanmı kabul edilebilir mi? Gerçekten birtakım insanların, sürekli olarak anlatılan, korkutucu ate saçan arabayı gördüklerini kabul etsek, durum ne olacaktır? Kumran yazıtlarında gizli bir parça sık sık kullanılırdı; dördüncü ma ara belgeleri içinde, aynı astrolojik konu üzerinde birle en ve aynı biçimi alan de i ik unsurlar vardır. Yıldızlara ait bir gözlemin üzerinde u ba lık vardır:
«En akıllı olanın, afa ın bütün çocuklarına yolladı ı sözler.» Eski kitaplarda gerçek ate saçan arabaların anlatıldı ını ileri süren varsayımıma kar ı çıkacak ezici ve inandırıcı bir varsayım var mıdır? Elbette, geçmi te ate saçan arabaların var olmayaca ını söyleyen budalaca iddiadan ba ka! Sorularımla yeni alternatiflerle yüz yüze getirmek istedi im insanlar, zaten bu kar ılı ı vermeyeceklerdir. Yine de belirtmek isterim: Pek yakın bir geçmi te, de erli bilginler, gökten ta (yani meteor) dü emeyece ini, çünkü gökte ta bulunmadı ını ileri sürüyorlardı. Hatta on dokuzuncu yüzyıl matematikçileri bir trenin saatte 36 km'den hızlı gidemeyece i, çünkü o hızın üstüne çıktı ı anda içindeki havanın dı arı çekilece i ve yolcuların bo ulaca ı sonucuna varmı lardı. Yüzyıldan az bir süre önce havadan a ır nesnelerin asla uçamayaca ı ispatlanmı tı. Geçenlerde, tanınmı bir gazetenin ele tirmeni, Walter SuIIivan'ın «Signals from the Universe» (Evrenden sinyaller) adlı kitabını kurgubilim olarak nitelendirmi ; zaman de i imi ve dondurma i lemleri gerçekle se bile, uzaydaki engellerin a ılıp EpsilonEridani ya da Tau-Ceti'ye varılamayaca ını ileri sürmü tü. Geçmi te, ça da ele tiriye kulak asmamı hayalperestlerin ya amı olması çok mutluluk verici bir eydir. Onlar olmasaydı, bugün 220 kilometre hızla giden trenler de olmayacaktı. (Dikkat: Yolcular, 36 kilometrenin üstüne çıkılınca ölürler!) Onlar olmasaydı, bugün jet uçakları da olmayacaktı. (Dikkat: Havadan a ır nesneler uçamazlar!) Ve yine onlar olmasaydı ay roketleri de olmayacaktı. (Çünkü insan kendi gezegeninden ayrılamaz!) Bugün de yalnız hayalperestler için var olan o kadar çok ey var ki! Birtakım bilginler gerçek adı verdikleri eylere ba lı kalmaktan çok ho lanırlar. Böyle yapmakla, bugünün gerçeklerinin, dünün hayalperestlerin kurdu u Ütopik dü ler oldu unu unuttuklarının farkına varmazlar. Ça ımızın gerçek olarak tanıdı ı ça -açan bulguların ço unu büyük anslara borçluyuz; sistemli ara tırmalara de il. Bunların önemli bir ço unlu u da, cesur spekülasyonlarla sınırlayıcı önyargıların üstesinden gelmi «ciddî hayalperestler» yardımıyla ortaya çıkmı tır. öyle ki, Heinrich Schliemann, Homer'in Odise'sinin yalnızca bir hikâye, bir masal olmadı ını kabul etmi ve sonuç olarak Truva'yı ke fetmi ti. Geçmi imiz hakkında kesin hükme varabilmek için henüz çok az ey biliyoruz. Yeni buluntular, birçok açıklanamamı sırrı çözebilir. Eski hikâyelerin inceden inceye okunması, kocaman bir gerçekler dünyasını tepetaklak etmeye yetebilir. Ne yazık ki, korunabilenlerden kat kat çok kitap yok edilmi tir. Güney Amerika'da, bir zamanların bütün bilgeli ini anlatan bir kitabın oldu undan söz edilir. Kitap, 63'üncü nka Kralı Pachacuti tarafından yok edilmi tir. skenderiye kitaplı ında büyük bilgin kurtarıcı Ptolemaios'a ait olan ve insanlı ın bütün geleneklerini yazan 500.000 cilt, önce kısmen Romalılar tarafından yüzyıllar sonra da Halife Ömer tarafından yakılmı tır. Hiç bir zaman yerine yenisi konulamayacak de erdeki eserlerin, skenderiye'deki halk hamamlarını ısıtmak için kullanıldı ını dü ünmek insanın tüylerini ürpertiyor! Kudüs'teki Tapınak kitaplı ının ba ına neler gelmi ti? 200.000 kitabı korudu u söylenen Bergama kitaplı ına ne olmu tu? Çin mparatoru Chi-Huang M.Ö. 214'te politik nedenlerle binlerce tarih, astronomi ve felsefe kitabının yok edilmesi emrini verince, hangi sırlar ve hazineler kül olup gitmi ti? Yeni kaideler kabul eden Paul, Efes'te kaç
kitabı yok etmi ti? Bunlardan ba ka kaç kitap dinsel fanatizm yüzünden kaybolup gitmi ti? Rahipler ve misyonerler, gözlerini kör eden bir dinsel gayretke lik içinde, kaç yüz bin geri gelmesi imkânsız bilgiyi yok etmi lerdi? Bütün bu saydıklarım yüzlerce, binlerce yıl önce olan eyler. Acaba o günlerden beri, insanlar bir ey ö renebildi mi? Ne gezer... Daha yirmi, otuz yıl önce Hitler, ehir meydanlarında yüz binlerce kitabı ate e veriyordu. 1966'da aynı ey Mao'nun Çin'inde oldu. Neyse ki günümüzde kitaplar artık tek tek de il, binlerce kopya olarak basılıyor. Bunlara ra men elde kalabilen kitap ve yazılar ise çok uzak geçmi ten geni çapta bilgiler getirebiliyorlar. Her ça ın akıllı ve tedbirli adamları, gelece in sava , kan, ate ve devrim getirece ini biliyorlardı. Bu bilgi onları, sırlarını ve geleneklerini kocaman binalara ve yok edilmekten korunabilecekleri emin yerlere gizlemeye götüremez miydi? Olayları piramitlere, tapınaklara, belgelere ve anıtlara «gizlemi » olamazlar mıydı? Bence bu dü ünceyi biraz yoklamamız gerekiyor; çünkü günümüzün ileriyi gören insanları u anda aynı eyi gelecek için dü ünüyor ve uyguluyorlar. 1965 yılında New York topra ına, bu dünyada olabilecek en korkunç felâkete bile kar ı koyacak sa lamlıkta yapılmı , iki zaman kapsülü gömüldü. Kapsüllerde gelece e iletmek istedi imiz ve binlerce yıl sonrası insanının ataları hakkında bilgi edinmesini sa layacak günlük bilgiler bulunuyordu. Kapsüller çelikten de dayanıklı bir metalden yapılmı lardı ve atom patlamalarında bile yok olmayacaklardı. «Günlük haberler» dı ında ehirlerin, gemilerin, otomobillerin, uçakların, roketlerin, resimleri; metal ve plastik e ya örnekleri; kuma lar ve elbiseler; günlük ya amda kullanılan ev araçları, madenî paralar, tuvalet malzemeleri; matematik, fizik, tıp biyoloji ve astronomi ile ilgili kitapların mikrofilmleri de vardı. Gelece in bilinmeyen ku a ı için yapılan bu hizmeti tamamlamak için de, ilerinin dillerine çeviri yapılabilmesi için, yazılı örnekleri açıklayan bir anahtar kitap konmu tu. Gelecek ku aklara zaman kapsülleri içinde aydınlatıcı bilgi sunma dü üncesi, Westing-house Electric firmasında çalı an bir grup mühendis tarafından ortaya atılmı tı. Anahtar kitaptaki ifreleri bulan ise John Harrington'du. Bu adamlar deli mi? Hayalperest mi? Bence bu tasarının gerçekle tirilmi olması çok yararlıdır. Günümüzde 5.000 yıl ötesini dü ünen kimselerin bulundu unu bilmek çok güzel bir ey! O günlerin arkeologu için ortaya çıkacak sorunlar, bugününkilerden pek de de i ik olmayacaktır. Çünkü bir atom sava ı sonunda dünya kitapları hiç bir ise yaramaz duruma gelecekler, böylece övündü ümüz bütün ilerlemeler, yok oldukları, yok edildikleri ve havaya uçuruldukları için be kuru bile etmez olacaklardır. Aslında New York'lu mühendislerin ne ölçüde haklı olduklarını göstermek için bir atom sava ının patlamasına gerek yoktur. Dünyanın ekseninde meydana gelecek bir iki derecelik bir de i me, yazılı her kelimeyi ve dikili her binayı yok edecek güçte bir felâkete yol açabilir. Bu durumda, geçmi in bilge ki ilerinin de ileri görü lü New Yorklular gibi bir atılım yapmadıklarını kim iddia edebilir? Bir atom ya da hidrojen bombası sava ının yöneticileri silâhlarını her halde Zulu köylerine ve zararsız Eskimolara yöneltmeyeceklerdir. lk ve asıl hedef uygarlık
merkezleri olacaktır. Ba ka bir deyi le radyoaktif karga alık, en geli mi , en ilerlemi halkların üstüne çökecektir. Uygarlık merkezlerinden uzakta ya ayan vah îler ve ilkel insanlar yok olmaktan kurtulacaklardır. Ancak hiç bir zaman, parçası olamadıkları kültürümüzü gelece e aktaramayacaklardır. leri görü lü ve hayalperest ki ilerin bir yeraltı kitaplı ı yaratma çabası da bir i e yaramayacaktır; çünkü yeryüzünün bütün normal kitaplıkları ortadan kalkacak ve sa kalan vah îler; yeraltına saklanmı gizli kitaplar hakkında hiç bir ey bilmedikleri için, gelecek ku aklara o konuda bilgi iletemeyeceklerdir. Dünyanın birçok bölgesi çöl durumuna girecek, yüzyıllarca etkili olabilen radyasyon yüzünden hiç bir bitki yeti meyecektir. Kendi ba ına kalan do a, yıkıntılar arasında ilerleyecek; demir ve çelik pas tutacak, eriyecek, toz olacaktır. Böylece iki bin yıl sonra yirminci yüzyıl uygarlı ının o kocaman ehirlerinden eser kalmayacaktır. Ve her ey yeniden ba layacaktır! nsan ikinci, belki de üçüncü defa serüvenine atılacaktır. Uygar bir yaratık olması için yine binlerce yıl geçecektir. Felâketten 5000 yıl sonra kazı yapan arkeologlar, yirminci yüzyıl insanının demir kullanmayı bilmedi ini ileri süreceklerdir; çünkü ne kadar derine inerlerse insinler en ufak bir demir parçası bile bulamayacaklardır. Rusya cephesinde kilometrelerce uzanan beton tank tuzaklarına rastlayacak ve o buluntuların ku kusuz astronomi ile ilintili çizgiler oldu unu açıklayacaklardır. Kar ılarına birçok bilmeceyi çözebilecek teyp kasetleri çıktı ında a ırıp kalacaklar, belki de çalınmı ve çalınmamı kasetler arasında bir ayırım yapamayacaklardır. Yüzlerce metre yükseklikte binaları olan dev ehirlerden söz eden yazılar, böyle ehirler var olamayaca ı için bir yana atılacaklardır. Londra metrosunun tünelleri, ça ın bilginleri tarafından geometrik bir merak sonucu olarak nitelendirilecek, ya da hayret verecek kadar iyi dü ünülmü bir lâ ım ebekesi oldukları ileri sürülecektir. Hiç durmadan kıtadan kıtaya dev ku larla uçan insanlardan, arkasından tuhaf ate ler saçarak gökyüzünde kaybolan gemilerden söz eden kayıtlar bir yana bırakılacak ya da mitoloji olarak kabul edilecektir. Çünkü dev ku lar, ate püsküren gemiler var olamaz. 7000 yılının çevirmenleri de türlü zorluklarla kar ıla acaklardır. Yazı parçalarında anlatılan yirminci yüzyıl dünya sava ını nasıl açıklayacaklarını a ıracaklardır. Ancak Marx ve Lenin'in nutuklarını ellerine geçirince, bu anla ılmaz ça ın dinlerinden birinin iki yüksek papazını bulduklarını sanarak sevineceklerdir. Ne büyük ans! Yine de insanlar, yeterli ipuçları bulundu u sürece, birçok eyi açıklayabileceklerdir. Be bin yıl uzun bir süredir. Do a, süslenmi ta blokların bu süreyi a ınmadan geçirmelerine izin vermektedir. Oysa aynı özeni demire ve demirden yapılmı e yalara göstermemektedir. Daha önce de belirtti im gibi, Delhi'deki bir tapınak avlusunda, 4000 yıldır hava artlarına gö üs geren, ancak içinde sülfür ve fosfor bulunmadı ı için paslanmayan bir demir sütun durmaktadır. Bu bilinmeyen karı ım geçmi ça lardan bir haber iletmek istercesine turistlere bakmaktadır. Belki de gerçekten, ellerinde büyük bina kurma olana ı olmayan, ancak gelecek
ku aklara kültürlerinin bir delilini bırakmak isteyen ileri görü lü mühendisler tarafından dikilmi ti. Bugün dünyanın birçok yerinde en ileri teknikle bile benzeri yapılamayacak eski binalar ve tapınaklar vardır. «Var olmaması gereken var olamaz» kuralına göre bunların; akılcı birer açıklamasının yapılmasına çalı maktadır. Öyleyse bizler de gözlüklerimizi çıkartıp bu ara tırma ve çalı malara katılalım...
YED NC BÖLÜM: ESK HAR KALAR MI YOKSA UZAY YOLCULU U MERKEZLER M ? AM'ın B RAZ KUZEY NDE Baalbek Terası uzanır. Teras, 20 metre uzunlu unda ve 2.000 ton a ırlı ında ta blokların yan yana getirilmesiyle yapılmı tır. Arkeologlar neden, nasıl ve kimin tarafından yapıldı ı konusunda inandırıcı bir açıklamada bulunamamı lardır. Yalnızca Sovyet Profesörü Agrest, terasın, dev bir havaalanının kalıntısı olabilece i üstünde durmaktadır. Eski Mısır kültürüyle ilgili ki ilerin verdi i bilgilere bakılırsa, Eski Mısır herhangi bir de i im dönemi geçirmeden, birdenbire, hazırlanıp bırakılmı duygusu veren bir uygarlıkla ortaya çıkıvermi tir. Büyük ehirler, görkemli tapınaklar, çok üstün yetenek gösteren dev yapıtlar, büyük i çili in göze çarptı ı çok güçlü sokaklar, kusursuz lâ ım ebekeleri, kayalara oyulmu mezarlar, akıl almaz boyutlarda yapılmı piramitler ve daha birçok aheser topraktan fı kırmı gibidir. Tarihöncesi pek bilinmeyen bir ülke için bu apansız ilerleme ve geli me tam anlamıyla mucize olabilir. Mısır'da tarıma elveri li alanlar yalnız Nil deltasında nehrin sa ve sol yakasındaki küçük bölümlerdedir. Bununla birlikte, uzmanlar, Büyük Piramit'in yapıldı ı günlerde 50 milyon ki inin ya adı ını ileri sürüyorlar. (Bu sayı M.Ö. 3000'de bütün dünya nüfusunun 20 milyon oldu unu ileri süren görü le büyük bir çeli kiye dü üyor!) Böylesine büyük tahminlerde birkaç milyon az olmu , ya da fazla olmu fark etmez, ancak bütün bu insanların doyurulması gerekti i unutulmamalıdır. Çünkü eski Mısır'da yalnız yapı i çileri, ta i çileri, mühendisler, denizciler de il; yüz binlerce köle, iyi örgütlenmi bir ordu, el üstünde tutulan bir rahipler sınıfı, sayısız tüccar, çiftçi ve memur da vardı. Üstelik, ülkenin gelirleriyle bolluk içinde ya ayan bir de Firavun sarayı bulunuyordu. Bütün bu saydı ımız insanlar, Nil deltasının kısıtlı tarım ürünleriyle ya ayabilirler miydi? Piramitlerin yapılmasını açıklayan yuvarlanarak ta ındı ı söylenir.
bilgilerde, ta
blokların kütükler
üstünde
Ancak Mısırlıların o ça larda (tıpkı bugün oldu u gibi) güçlükle yeti en birkaç a acı, özellikle palmiyeleri, kesip kütük yaptıklarına inanmak çok zordur. Çünkü hurmaların sa layaca ı besinden ve a aç gövdelerinin sa layaca ı gölgeden vazgeçemezlerdi. Bununla birlikte piramitlerin yapılabilmesi için kütük gerekiyordu; ba ka hiç bir teknik açıklama olamazdı! Yoksa Mısırlılar kütük mü ithal ediyorlardı? Kütük ithal edebilmek için çok geni bir filoları olmalıydı; üstelik kütüklerin skenderiye'ye indirildikten sonra Kahire'ye kadar Nil üstünde ta ınması gerekiyordu. Büyük Piramit'in yapılması sırasında at ve araba bulunmadı ına göre, yine kütüklere dönüyoruz! At ve araba on yedinci sülâle zamanında, yani M.Ö. 1600'lerde kullanılmaya ba lamı tı. Açıkçası, bu i in içinde bir i vardır? Bilginler ise, ta ların kütükler üzerinde ta ındı ını söylerler... Piramit'i kuranların teknolojisi ile ilgili birçok soruna kar ılık bir tek ciddî çözüm yoktur. Mısırlılar kaya mezarlarını nasıl oymu lardı? Galerileri ve odaları kazmak için ne gibi araçları vardı? Mezar duvarları pürüzsüzdü ve çok güzel kabartmalarla süslenmi ti. Kayalık toprakta, mezar odasına kadar, büyük bir ustalıkla kazılmı sütunlar ve çok
ilerlemi bir ta i çili i gerektiren merdivenler vardı. Bugün de aynen korunan bu akıl almaz mezarların kar ısında turist grupları büyük bir hayranlık duyarlar; ama hiç biri mezarların esrarengiz yapılı tekni i hakkında do ru dürüst bir açıklama alamaz. Kesin olan bir ey vardır: Mısırlılar, en eski ça larda bile tünel kazma sanatında ustadırlar; çünkü en eski mezarların kazılı biçimi, en yenilerin aynısıdır. Altıncı sülâleden Tety'nin kaya mezarıyla, Birinci Krallıktan l. Ramses'inki arasında hiç bir fark yoktur. Oysa ikisinin yapılı tarihleri arasında en azından 1000 yıllık bir ara vardır. Bundan da anla ılaca ı gibi Mısırlılar eski tekniklerine katkıda bulunacak herhangi yeni bir ey ö renmemi lerdi. Hatta yeni kaya mezarlarının ço u, eskilerinin zayıf bir kopyası olmaktan ileri gidemiyordu. Yolu, Kahire'nin batısındaki Keops Piramit'ine dü en bir turist, midesinin tam orta yerinde, esrarengiz geçmi in kalıntıları kar ısında ortaya çıkan kasılmayı duyar. Rehberi, Firavunun burada gömülü oldu unu söyler. Turist bu büyük bilgeli i (!) sindirdikten ve birkaç çarpıcı foto raf çektikten sonra evine döner. te bu Keops Piramit'i yüzlerce çılgın ve tutarsız dü ünceye esin kayna ı olmu tur. Charles Piazzi Smith 1864'te yayınladı ı 600 sayfalık «Our Inheritance in the Great Pyramid» (Büyük Piramit'teki Mirasımız) adlı kitabında, piramitle dünyamız arasında tüyler ürperten birçok ba ıntıyı açıklamı tır. Kitapta çok ele tirici bir incelemeden sonra bile, bizleri dü ünmeye itecek birtakım gerçekler bulunmaktadır. Eski Mısırlıların güne le ilgili bir dine ba lı oldukları çok iyi bilinen bir gerçektir. Güne Tanrıları Ra, göklerde gemisiyle yolculuk yapardı. Eski Krallı a ait Piramit yazıları firavunun, tanrılar ve gemileri aracılı ıyla, göklerde tanrısal gezintilere çıktı ından söz eder. Yani, Mısırlıların da firavun ve tanrıları uçabilirlerdi... Keops Piramiti'nin yüksekli inin bir milyarla çarpımının güne le dünyamız arasındaki uzaklı ı vermesi bir rastlantı mıdır? (93 milyon mil) Piramit'in üstünden geçen meridyenin karaları ve denizleri tam e it iki parçaya bölmesi bir rastlantı mıdır? Taban alanının, yüksekli inin iki katına bölünmesinin Pi = 3,14159 sayısını vermesi bir rastlantı mıdır? Piramitte dünya a ırlı ını gösteren hesapların bulunması bir rastlantı mıdır? Piramit'in kuruldu u kayalık alanın büyük bir özen ve do rulukla düzeltilmi olması bir rastlantı mıdır? Keops Piramiti'nin kurucusu Firavun Kufu’nun, anıtı yaptırmak için neden özellikle o kayalık taraçayı seçti ini açıklamaya yarayacak bir tek ipucu bile yoktur. Kayada do al bir yarık oldu u ve firavunun bundan yararlandı ı dü ünülebilir mi? Bir açıklama da firavunun piramit'in geli mesini yazlık sarayından izlemek için orayı seçti ini ileri sürer. Bunların ikisi de sa duyuya aykırıdır: Bir kere, Firavun'un ta ıma zorluklarını ortadan kaldırmak için, do udaki ta ocaklarına yakın bir yeri seçmesi gerekirdi. Sonra yıldan yıla artan gürültü patırtı ya bile bile katlanması imkânsızdı. Kitaplardaki açıklamalara kar ı söylenebilecek birçok ey oldu una göre, tanrıların burada da i e burunlarını sokup sokmadıklarını sormak daha akıllıca olmaz mı? Ancak rahipler aracılı ıyla, tanrıların piramit'in kurulu yerini seçtirdiklerini kabul edersek, insanlı ın geçmi iyle ilgili kuramıma bir delil daha kazandırmı oluruz. Çünkü piramit yalnız karaları ve denizleri iki e i parçaya ayırmakla kalmaz, aynı zamanda dünyanın a ırlık merkezinin de tam
ortasında bulunur. imdiye kadar sözünü etti im olgular birer rastlantı de ilse ki böyle oldu una inanmak pek güçtür; piramit'in kurulaca ı alanın, dünyanın küre biçimini ve kıtalarla denizlerin da ılımını çok iyi bilen varlıklarca seçildi i ortaya çıkar. Bu arada Pîrî Reis'in haritalarını da unutmayalım! Bütün bunların rastlantı oldu unu, peri masalları gibi açıklanabilece ini sananlar yanılmaktadırlar. Kayalık taraça hangi güçle, hangi makinelerle, hangi teknik kaynaklarla düzeltilmi ti? Kaya mezarları hangi imkânlarla ve nasıl kazılmı tı? Nasıl aydınlatılmı tı? Piramitlerde ve Firavunlar vadisindeki kaya mezarlarında me ale ya da benzeri bir aydınlatıcı kullanılmamı tı. Duvarlarda ve tavanlarda ne bir kararma, ne de kararmanın silinip yok edildi ini gösterecek bir iz bulunmu tu. Ta bloklar ocaklardan nasıl ve neyle çıkarılmı tı? Keskin kenarlar ve pürüzsüz yüzeyler nasıl sa lanmı tı? Tonlarca a ırlıktaki bu kayalar nasıl ta ınmı ve santimetrenin binde biri gibi bir yakınlıkla nasıl birle tirilmi lerdi? Elbette burada da kar ımıza bir sürü açıklama çıkmaktadır: e imli düzlükler, üstünde ta ların itildi i yollar, rampalar v.b. bir de do al olarak yüz binlerce Mısırlı kölenin eme i; fellahlar, mimarlar ve ta i çileri. Bu açıklamalardan hiç biri, ele tirici bir yoklamaya dayanacak güçte de ildir. Büyük Piramit, hiç bir zaman anla ılamamı olan bir tekni in gözle görülür tanıklı ını yapmaktadır. Günümüzde, yani yirminci yüzyılda, hiç bir mühendis, bütün kıtaların teknik kaynakları emrine verilse bile Keops Piramiti'nin bir benzerini yapamaz. 2.600.000 dev blok ta ocaklarından çıkarılmı , biçimlendirilmi , ta ınmı ve yapı alanında santimetrenin binde biri gibi bir yakınlıkla birle tirilmi ti. Ve ta içerlerde, duvarlar rengârenk boyanmı , resimler çizilmi ve süslenmi ti. Piramit'in kuruldu u alan, firavunun kaprisleri sonucu seçilmi ti. Piramit'in boyutlarını mimarı ans eseri bulmu tu. Birkaç yüz «biri i çi on iki ton a ırlı ındaki ta üzerinde, (var olmayan) iplerle çekip ta ımı lardı.
blokları, (var olmayan) kütükler
Bütün bu i çiler (var olmayan) yiyeceklerle beslenmi lerdi. Firavun'un yazlık sarayı dı ına kurdurdu u (var olmayan) kulübelerde uyumu lardı. (Var olmayan) ses yükselticilerinden duyulan tempolara uyarak, on iki ton a ırlı ındaki ta blokları gö e do ru yükseltivermi lerdi. Çalı kan i çilerin ola anüstü bir çabayla günde on parçayı üst üste koyduklarını kabul edersek, piramitteki iki buçuk milyon ta ın 250.000 gün, yani 664 yılda yerine yerle tirildi i ortaya çıkar. Oysa piramit'in 20-30 yılda tamamlandı ı ileri sürülmektedir. Elbette büyük bir ciddiyetle geli tirilen bu dü ünceye gülünç deyip geçemeyiz. Ancak piramidin yalnızca bir firavun mezarı oldu una inanacak kadar saf mıyız? Bundan sonra piramitteki matematik ve astronomi i aretlerini ba tan sona ans eseri olarak niteleyebilecek biri çıkabilir mi? Bugün Büyük Piramit'in yaptırıcısı olarak tartı masız Firavun Kufu bilinir. Neden? Çünkü bütün yazılar ve tabletler Kufu'ya aittir. Bence piramidin bir insan ömrü süresinde bitirilmi olması imkânsızdır. Bu bakımdan Kufu, ününü sürdürmek için o yazı ve
tabletleri hazırlatıp oraya koydurmu olamaz mı? Bu yolla ün sa lamak geçmi te pek tutulurdu. Sözgeli i, bir diktatör kendisine ün sa lamak istedi inde aynı i e giri irdi. E er burada da durum gerçekten böyleyse, Kufu kartvizitini bırakmadan çok önce piramidin yapılmı olması gerekirdi. Oxford'daki Bodleian Kitaplı ında bulunan bir belgede, Kopt yazarı, Mas-Udi, Büyük Piramiti Mısır Kralı Surid'in yaptırdı ını ileri sürer. Ne var ki bu Surid, Mısır'ı Tufandan önce yönetmi tir. Bu bilge Surid, rahiplerine, bütün bilgeliklerini yazmalarını ve Büyük Piramit'e gizlemelerini emretmi tir. Demek ki Kopt gelene ine göre piramit Tufandan önce yapılmı tı. Herodot, ikinci tarih kitabında bu görüsü do rulamaktadır. Teb rahipleri ona 341 dev heykel göstermi , bunların her birinin 11.340 yıllık Mısır tarihi içinde dikildi ini söylemi lerdi. imdi her yüksek rahibin ya adı ı süre içinde bir heykel diktirdi ini biliyoruz. Herodot bunu kendi gözleriyle görmü tü, çünkü Mısır'da kaldı ı süre içinde tanı tı ı bütün rahipler, o ulun babayı izledi ini ispatlamak için, kendi diktirdikleri heykelleri göstermi lerdi. Ayrıca rahipler açıklamalarının çok kesin ve do ru temellere dayandı ını, çünkü ku aklar boyu olanların türlü biçimlerde yazılarak ileriye aktarıldı ını belirtmi ler; 341 heykelin 341 ayrı ku a ı temsil etti ini ve bu 341 ku aktan önce tanrıların insanlar arasında ya adı ını söylemi lerdi. Yine rahiplerin bildirdi ine göre o günlerden sonra hiç bir tanrı Mısırlılara insan biçiminde gözükmemi ti. Mısır'ın tarihsel dönemi genellikle 6.500 yıl olarak bilinir. Öyleyse rahipler gezgin tarihçi Herodot'a geçmi lerin 11.340 yıl oldu u eklinde bir yalanı söylemeye neden gerek duymu lardı. Hem neden 341 ku ak boyunca tanrıların insanlar arasında ya amadı ını belirtmi lerdi? Bu iki noktada göze çarpan kesin ayrıntılar, çok eski ça larda 'tanrılar' gerçekten insanların arasında ya amamı olsalardı, çok anlamsız olmazlar mıydı? Daha do rusu rahipler Herodot'a yalan söylememi lerdi! Büyük Piramitin nasıl, neden ve ne zaman yapıldı ı hakkında hiç bir ey bilmemekteyiz 164 metre yüksekli inde ve 31.200.000 ton a ırlı ında sunî bir da , akıl almaz bir uygarlı ın delili olarak kar ımıza dikiliyor ve insanlar onun müsrif bir firavunun mezarından ba ka bir ey olmadı ımı ileri sürüyorlar! Bu açıklamaya inanabilecek varsa bir ey denemez... Aynı ölçüde anla ılmaz olan ve henüz inandırıcı biçimde açıklanmamı bulunan mumyalar da, geçmi in karanlıklarından büyülü bir sır saklarmı çasına bize bakmaktalar. Arkeolojik buluntular, bazı ulusların gövdeyi mumyalama tekni ini bildiklerini ve tarihöncesi insanının ölüm sonrası ikinci bir hayata, yani gövdesel dönü e inandı ımı ileri süren görü ü do rulamaktadırlar. Söz konusu görü ün ispatlanması için, geçmi in dinsel felsefelerinde gövdesel dönü le ilgili bir tek delil bulunması yeterlidir. Çünkü ilkel atalarımız, yalnızca ruhsal dönü e inansalardı, gövde üzerinde ola anüstü mumyalama i lemleriyle u ra mazlardı. Oysa Mısır mezarlarından çıkan mumyaların hepsi de gövdesel dönü için hazırlanmı tı. Belgelerin, gözle görülür delillerin söyledikleri eyler saçma ya da gülünç olamazlar! Mısır'daki resimler ve destanlar, 'tanrıların' yıldızlardan geri gelerek, iyi korunmu gövdeleri yeni bir hayata uyandıracaklarını söylerler. Mezar odalarından, çıkan mumyalanmı gövdelerin kusursuz biçimde olması ve mezarın ötesindeki bir hayata ula ma inancı da buradan gelir. Yoksa bir ölünün para, mücevher ve sevdi i e yalarla ne alı veri i olabilirdi? Üstelik ölen ki inin yanına, canlı canlı gömüldükleri ku kusuz olan
hizmetçiler verilmesi, bütün hazırlıkların eski hayatın yeni bir hayatta devam etmesi için yapıldı ını gösterir. Mezarların hepsi de inanılmayacak kadar dayanıklı yapılmı tır; hatta birço u bir atom patlamasına bile kar ı koyabilecek sa lamlıktadır. çlerine konan de erli ta lar, özellikle altın, kolay kolay yok edilemeyecek türdendir. Ne var ki beni burada ilgilendiren, mumyalama i leminin daha sonraki istismarı de ildir. Beni yalnızca bir tek soru ilgilendirir: Gövdesel yeniden-do u u bu insanların kafasına kim koymu tu? Cesedin binlerce yıl sonra diriltilebilmesi için gövde hücrelerinin çok emin bir yerde çok iyi bir biçimde korunması gerekti i dü üncesi nasıl ortaya çıkmı tı? Bugüne kadar bu esrarengiz durum, yalnızca dinsel açıdan de erlendirilebilmi ti. Ancak 'tanrıların' törelerini ve ya ayı biçimlerini bütün Mısırlılardan iyi bilen Firavun, o ça için çılgınca sayılabilecek bu dü ünceyi çok iyi biliyordu: «Kendime binlerce yıl korunabilecek ve çok uzaklardan görünebilecek bir mezar yaptırmalıyım. Tanrılar geri dönüp beni uyandıracaklarına söz verdiler. (Belki de çok ileride ya ayacak doktorlar beni, yeniden ya atacak bir yol bulurlar.)» Bu konuda uzay ça ı insanı olarak neler söyleyebiliriz? Fizikçi ve astronom Robert C. W. Ettinger, 1965'te yayınladı ı «The Prospect of Immortality» (Ölümsüzlük Umudu) adlı kitabında, insan gövdesi hücrelerinin tıp ve biyoloji açısından birkaç milyar kere yava latılarak ya ayabilece i bir dondurma yolu gösteriyor. Bu dü ünce günümüz için ütopik görünebilir, ancak dünya yüzündeki her büyük klinikte insan kemiklerini donmu olarak yıllarca saklayabilen ve gerekti inde yeniden kullanılmasını sa layan bir 'kemik bankası' vardır. Yine dünyanın birçok yerinde, taze kan, eksi 196 derece santigratta sonsuz bir süre saklanabilmektedir. Canlı hücreler de sıvı nitrojen ısısında sonsuza kadar korunabilmektedirler. Acaba Firavunun pek yakında uygulama alanına konacak olan bu görü ler hakkında bilgisi mi vardı? Biraz sonra anlataca ım bilimsel ara tırma sonuçlarını daha iyi kavrayabilmek için bu cümleleri iki kere okumalısınız: 1963'ün mart ayında Oklahoma Üniversitesi biyoloji uzmanları, Mısır Prensesi Mene'nin deri hücrelerinin ya amakta oldu unu açıkladılar. Oysa Prenses Mene öleli birkaç bin yıl oluyordu! Birçok yerde bulunan mumyalar öylesine kusursuz ve düzgün korunmu lardı ki, görünü leri bakımından canlı bir insandan ayırmak güçtü. nkalardan kalan buzul mumyaları ise gömülmelerinden ça lar geçmi olmasına ra men, teorik olarak ya ıyorlardı. Ütopya mı? 1965 yazında Rus televizyonu bir hafta süreyle dondurulmu iki köpek gösterdi. Hayvanlar yedinci gün eritilmi ve eskisinden daha ne eli olarak ya amaya devam etmi lerdi! Amerikalılar -bu bir sır de ildir- uzay tasarıları gere ince, astronotları uzak yıldızlara yapılacak yolculuklarda dondurma i iyle, gayet ciddî olarak u ra maktadırlar. Bugün dü ünceleriyle alay edilen Profesör Ettinger, insanın fırınlarda yakılmaktan ve mezarlarda kurtlara yem olmaktan kurtulaca ı uzak bir gelece in kehanetini yapmaktadır. O gelecekte, dondurma mezarlıklarında ya da hücrelerinde tıp biliminin ölüm nedenlerine çare bulması için bekleyen donmu insanlar yeniden hayata döndürülecektir. Ancak bu ütopik dü üncenin gerçekle ti ini dü ünürsek, gözümüzün önüne dondurulmu askerlerden olu an ve bir sava sırasında eritilerek cepheye sürülecek bir ordu geliyor. Gerçekten korkunç bir dü ünce.
Peki ama, mumyaların geçmi ça lardaki uzay yolcularından söz eden kuramımızla ne ilgisi var? Bu kanıtları bo u bo una mı sıralıyorum? Hayır: Sorarım: Eski insanlar gövde hücrelerinin belirli bir i lemden sonra milyarlarca kere yava layarak ya amaya devam etti ini nereden biliyorlardı? Sorarım: Akıllarına ölümsüzlük dü üncesi nereden gelip yerle mi ti ve gövdesel uyanı kavramını kimlerden ö renmi lerdi? Eski insanların büyük ço unlu u mumyalama tekni ini biliyorlardı ve zengin ki iler bu i lemi uygulayabiliyorlardı. Ancak beni ilgilendiren, bu ispatlanması mümkün gerçek de il, yeniden uyanı ve hayata dönü dü üncesinin kökenidir. Bu dü ünce bir kralın ya da prensin kafasında ansızın mı belirlenmi ti, yoksa ba arılı bir Mısırlı, 'tanrıların' cesetleri üzerinde özenle çalı ıp onları bombalara kar ı dayanıklı ta lahitlere yerle tirmesini mi izlemi ti? Ya da 'tanrılar' (uzaylılar), cesetlerin belirli bir i lem geçirdikten sonra yeniden diriltilebilece i konusundaki bilgilerini akıllı bir prense mi aktarmı lardı? Bu tahminler, ça da kaynaklardan do rulama beklemektedirler. Birkaç yüz yıl sonra insanlık, uzay yolculukları konusunda bugün dü ünemeyece i kadar büyük bir ustalık kazanmı olacaktır. Seyahat acenteleri, gidi ve dönü tarihleri kesin, gezegenler arası gezilerle u ra acaklardır. Elbette bu ustalı ın sa lanması için, bütün bilim dallarının, uzay yolculu undaki geli melerle atba ı gitmesi gerekmektedir. Ancak elektronik ve sibernetik tek ba larına bir yarar sa layamayacaklardır; tıp ve biyoloji de, insan ömrünün uzatılması için yollar aramakla, bu geli meye katkıda bulunacaktır. Günümüz uzay ara tırmalarında da bu konunun üzerinde çok durulmaktadır. Burada kendi kendimize sorabiliriz: Geçmi teki uzay yolcuları, bizlerin bugün bulmaya çabaladı ımız eyleri biliyorlar mıydı? Bilinmeyen akıllı yaratıklar, gövdenin u kadar bin yıl sonra diriltilebilmesi için neler gerekti ini bulmu lar mıydı? Belki de 'tanrılar' açıkgözlük ederek, ça ının bütün bilgilerini kendinde toplamı birtakım önemli ki ilerin, ö retecekleri yöntemlere göre mumyalanmasını ve korunmasını istemi tir, öylelikle de bir gün binlerce yıl öncesinin tarihini gözleriyle görmü insanları sorguya çekebileceklerini ve ayaklı bir tarih kitaplı ı elde edebileceklerini dü ünmü lerdi. Kim bilir? Böyle bir sorgu, geri dönen 'tanrılar' tarafından gerçekten yapılmı olamaz mı? Aslında çok ciddî bir i olan mumyalama sanatı, ortaya çıkmasından bir süre sonra günün modası durumuna gelmi ti. Birdenbire herkes yeniden dirilme sevdasına kapılmı ; birdenbire herkes büyükbabasının yaptıklarını yaparsa yeni bir hayata dönebilece ine inanmaya ba lamı tı. Bu tür yeniden do u lar hakkında gerçekten biraz bilgisi olan yüksek rahipler ise, bu merakın sınıflarına büyük kazanç sa layaca ını görünce, geni çapta bir istek uyandırmaya giri mi lerdi. Daha önce de, Sümer krallarının fizik açıdan imkânsız ya larına ve kutsal kitapta rastlanan inanılmaz ya lara de inmi tim. Bu insanların, ı ık hızına yakla an uzay gemilerindeki zaman de i imi sonunda hayat süreleri uzamı uzaylı yaratıklar olup olamayacaklarını sormu tum.
Kitaplardaki bu ki ilerin mumyalanmı , ya da dondurulmu olduklarını dü ünürsek, akıl almaz ya ları hakkında bir ipucu elde etmi olmuyor muyuz? Bu varsayımdan hareket edince de aynı yaratıkların, geçmi teki önder ki ileri dondurup (ya da efsanelerde dendi i gibi derin bir sunî uykuya daldırıp) geri döndüklerinde canlandırarak sorguya çektiklerini dü ünemez miyiz? Do al olarak bu önderin yeniden mumyalanma ve 'tanrılar' dönene kadar dev tapınaklarda korunma görevi rahipler sınıfına dü üyordu. mkânsız mı? Gülünç mü? En budalaca itirazları yapanlar, genellikle kendilerini do a yasalarına kesinlikle ba lı gören kimselerdir. Oysa 'do a'nın kendisi 'kı lama' ve yeniden uyanı ın örneklerini vermektedir. Tamamen donduktan sonra ılık bir ortamda eriyen ve hiç bir ey olmamı gibi yüzmeye devam eden balık türleri vardır. Çiçekler, larvalar, kurtlar yalnız kı lamakla kalmaz, baharda pek sevimli bir kılıkta yeniden ortaya çıkarlar. Bir kere de eytana uyalım: Mısırlılar mumyalamayı do adan ö renmi olamazlar mıydı? Böyle bir durum söz konusu olsaydı, kelebeklere ya da mayıs böceklerine tapmaları gerekirdi. Oysa böyle bir tapınmanın izine bile rastlanmamı tır. Gerçi dev lahitler içinde mumyalanmı hayvanlar bulunmu tur, ama ne bu hayvanların özellikleri, ne de Mısır iklimi, 'kı lama' olayını, dolayısıyla mumyalamayı ö retebilecek türden de ildir. Helwan'ın 9 kilometre kadar ötesinde, hepsi birinci ve ikinci sülâleye ait olan 5000 kadar irili ufaklı mezar vardır. Bu mezarlar mumyalama sanatının 6000 yıl önce bilindi ini ve uygulandı ını gösterirler. Profesör Emery, 1953 yılında Kuzey Sakkara'daki eski mezarlıkta birinci sülâle firavunlarından birine (Vadyis oldu u kuvvetle, sanılmaktadır) ait olan geni bir mezar bulmu tu. Ana mezardan ayrı olarak üç sıra halinde dizilmi 72 mezar daha vardı. Bunlarda, krallarına yeni hayatında hizmet etmek isteyen hizmetçiler gömülüydü. 64 genç adam ve 8 genç kadının gövdeleri üzerinde en ufak bir iddet izi yoktu. Yani bu insanlar çevrelerine duvar örülmesine hiç bir ekilde kar ı çıkmamı lardı. Neden? Bu durumun en tanınmı ve basit açıklaması, mezarın ötesindeki ikinci bir hayata inandıklarıdır. Firavun'un yanına altın ve mücevherlerden ba ka, ikinci bir hayata hazırlık olarak yemek, ya ve baharat konulması bu inancın gücünü göstermektedir. Eski Mısır'da mezarlar, soyguncuların dı ında daha sonraki firavunlar tarafından da açılırdı. Böyle durumlarda, ikinci hayat için konulan yiyeceklerin dokunulmamı oldu u görülürdü. Ba ka bir deyi le, ölü, onları ne yemi , ne de ba ka bir dünyaya götürmü olurdu. Bunun üzerine firavunlar mezarı yine kapattırır ve eskileri alarak yeni yiyecekler koyarlardı. Daha sonra da hırsızlara kar ı türlü tuzaklar kurulurdu. Bütün bunlar eski Mısırlıların ölülerin hemen de il uzak bir gelecekte dirileceklerine inandıklarını göstermektedir. 1954 Haziranında, yine Sakkara'da hiç dokunulmamı bir mezar bulunmu tu. Mezar odasında, bir kutu içinde altın ve mücevherler kondukları gibi duruyorlardı. 9 Haziran günü Dr. Goneim lahiti törenle açtı. Lahit'te hiç bir ey yoktu! Kesinlikle hiç bir ey... Mumya ve bütün mücevherleri dururken çürüyüp gitmi miydi? Mo olistan sınırının doksan kilometre kadar ötesinde Sovyet bilim adamı Rodenko, Kurgan V adıyla bilinen mezarı bulmu tu.
Mezar içi tahta kaplı, kayalık bir tepe biçimindeydi. çerisi tamamen buzla doluydu; böylece mezar odalarındaki her ey donmu bir halde korunmu tu. Odalardan birinde mumyalanmı bir kadın ve erkek cesedi vardı. kisinin de yanına gelecekteki hayatlarında ihtiyaç duyabilecekleri eyler konulmu tu. Kaplar içinde yiyecekler, elbiseler, mücevherler ve müzik aletleri. Buzlar çıplak mumyalar dâhil her eyi kusursuz biçimde korumu lardı. Bilginler bir ba ka odada geni bir dikdörtgene rastladılar. Dikdörtgenin içinde her birinin ortası resimlerle süslü altı ar karelik dört sıra vardı. Dikdörtgen bir bütün olarak, Ninova'daki Asur sarayında bulunan ta oymanın kopyası gibiydi! Karelerin ortasına çizilmi resimler, kafaları, karmakarı ık boynuzlu, sırtları kanatlı yaratıkların gö e do ru yükseli lerini gösteriyordu... Mo olistan'daki kalıntıları ruhsal dönü le ba da tırmak imkânsızdır. Mezarlardaki dondurma odaları -duvarların tahtayla kaplanmı olması ve içerdeki buz yı ınları bu nitelemeyi gerektiriyor- ruhun ve dünyanın ötesindedir; ba ka amaçlar için hazırlanmı tır. Eski insanların, bu biçimde hazırlanmı cesetlerin, ileride dirilmesini mümkün kılacak duruma geleceklerini nereden ö rendikleri sorusu akla takılmıyor mu? Çin'de Wu Çuan köyünde içinde 17 erkek ve 24 kadın iskeleti bulunan, 15 metreye 13 metre boyutlarında dikdörtgen bir mezar vardır. Buradaki iskeletler üzerinde de herhangi bir iddet izi görülmemektedir. And da larında buzul mezarları, Sibirya'da buz mezarları, Çin'de, Mezopotamya'da ve Mısır'da topluluklar ve bireyler için mezarlar vardır. Kuzey Avrupa'dan Güney Afrika'ya kadar olan bölgelerde mumyalar bulunmu tur. Bütün ölülerin yanına ilerideki hayatlarında gerekecek eyler konmu ve mezarlar binlerce yıl dayanabilecek biçimde yapılmı lardır. Bütün bunlar yalnızca bir rastlantı mıdır? Bütün bu ki isel meraklar ve kaprisler sonucu mu ortaya çıkmı tır? Yoksa gövdesel dönü üzerinde, bizce bilinmeyen çok eski bir vaat mi vardır? Öyleyse bu vaat kimlerden gelmi tir? Jericho'daki kazılarda 10.000 yıllık mezarlar ve alçıdan yapılmı 8.000 yıllık büstler bulunmu tur. Bu da a ılacak bir durumdur, çünkü bölge halkı görünü te çömlekçilik tekni ini bilmemektedirler. Jericho'nun bir ba ka bölgesinde ise tavanları kubbe biçimli silindirik evler ortaya çıkarılmı tır. Karbon izotopu C.14 yöntemi, bu kalıntıların 10.400 yıl öncesine ait olduklarını göstermi tir. Bu bilimsel tarih, Mısır rahiplerinin Herodot'a aktardıkları tarihle apaçık bir uyum göstermektedir. Rahipler atalarının 11.000 yıl boyunca görev yaptıklarını söylemi lerdi. Bu da yalnızca bir rastlantı mıdır? Lussac'taki (Poitou, Fransa) tarihöncesi ta lar da özellikle dikkat çeken kalıntılar arasındadır. Üstlerinde, apkaları, ceketleri ve kısa pantolonlarıyla gösterilmi modern insan resimleri çizilidir. Abbe Breuil bu resimlerin gerçek olduklarını söylemi , böylece bütün tarih öncesini karmakarı ık etmi tir. Ta ları kimler kazmı tı? Postlara bürünmü bir ma ara adamının duvarlara yirminci yüzyıl insanının resmini çizdi i dü ünülebilir mi? 1940'ta Güney Fransa'daki Lascaux Ma aralarında gerçekten çok güzel Ta Ça ı resimleri bulunmu tu. Resimlerin bugün yapılmı gibi canlı ve kusursuz olmaları akla hemen iki soru getiriyor. Ma ara, neden emek ve özen isteyen bu resimler için aydınlatılmı tı ve duvarlar neden bu hayret verici resimlerle süslüydü? Bu soruları budalaca bulanlar, apaçık ortada olan çeli kileri açıklayabiliyorlarsa
açıklasınlar! E er Ta Ça ı ma ara adamlarını ilkel ve vah î kabul edersek, ma ara duvarlarındaki kusursuz resimleri bunlar yapmı olamazlardı. Çünkü ilkel ki iler böyle resim yapma yetene ine sahip olsalardı, barınmak için kulübeler kurmazlar mıydı? Bilginler, hayvanların milyonlarca yıl öncesinden beri yuva ve barınak kurma yetene inde olduklarını açıklamaktadırlar. Ne var ki «Homo sapiens»in aynı yetene ini o kadar eskilere uzatmak, geçerlikte olan görü ler açısından imkânsızdır. Gobi çölündeki Kara Kota harabelerinin çok altında, (bu harabeler, ancak çok yüksek ısı etkisiyle olu abilen o garip kum camla malarının görüldü ü bölge dolaylarındadır) Profesör Koslov M.Ö. 12.000 yılına ait bir mezar buldu. Mezardaki lahitlerde iki zengin adamın cesetleri vardı ve lahit kapaklarına dikey bir çizgiyle ikiye ayrılmı daire resimleri çizilmi ti. Borneo'nun batı kıyılarındaki Subis da larında, Katedral benzeri oyulmu ma aralar bulunmu tu. Ortaya çıkarılan kalıntılar arasında öyle güzel ve kusursuz dokumalar vardı ki, en iyimser insan bile bunların ilkel ma ara adamlarının elinden çıktı ını kabul edemezdi. Sorular, sorular... Arkeolojinin kalıpla mı görü leri hakkındaki ku kular artmaktadır. Ancak son iki bin yıllık tarihimiz hakkında herhangi bir ku kum olmadı ını öncelikle belirteyim; kitabımda yeni sorular sorarak aydınlatmaya çalı tı ım tarih, en uzak geçmi teki kapkaranlık zaman bölümleridir. Aynı ekilde, evrenden gelen, bilinmeyen akıllı yaratıkların ziyaretlerinin bizim genç zekâları ne zaman etkilemeye ba ladı ını gösterecek bir tarih de veremem. Bununla birlikte bu ziyaretlerin Erken Paleolitik Ça da, yani M.Ö. 10.000 ile 40.000 yılları arasında yer almı olabilece ini savunuyorum. Günümüzde var olan ve herkesi pek mutlu eden tanınmı C.14 yöntemi, 45.600 yıldan sonrasını kesin olarak tarihleyememektedir. ncelenen nesne ne kadar eskiyse, yöntem de o kadar güvenilmez olmaktadır. En tanınmı bilginler bile C.14 yönteminin, 30.000 ile 50.000 yıllık organik nesnelerin kesin ya ını ölçemedi ini, ancak bu iki tarih arasında tahminî bir ya gösterdi ini, bu bakımdan güvenilir olmadı ını söylemi lerdir. Bu ele tirici sözler belirli sınırlar içinde kabul edilmelidir; ancak C.14 yöntemine paralel olan ve en yeni ölçü aygıtlarıyla donatılmı bir tarihleme yöntemine gerek duyuldu u kesindir.
SEK Z NC BÖLÜM: PASKALYA ADASI - KU ADAMLARIN ÜLKES ON SEK Z NC YÜZYILIN ba larında Paskalya Adasına ayak basan Avrupalı denizciler, âdeta gözlerine inanamamı lardı... ili kıyılarının 3050 kilometre açı ındaki bu küçücük kara parçasının her yanına yüzlerce dev heykel saçılmı duruyordu. Çelik kadar dayanıklı volkanik kayalar, tereya ı keser gibi kesilmi ; 10.000 tonluk kayalar da lardan koparılmı tı. Yükseklikleri 10 ile 20 metre arasında de i en 50 tonluk heykeller, hareket ettirilmeyi bekleyen robotlar gibi durmaktaydı. Ara tırmalar, heykellerin ilk yapıldıklarında apkalı olduklarını göstermi tir; ama apkalar bile heykellerin kökenini bulmaya yetmemektedir. apkaların yapımında kullanılan on tonluk ta lar, gövdelerinden ayrı bir yerde bulunuyordu; üstelik gövdelere oturtulabilmeleri için metrelerce yukarıya kaldırılmaları gerekiyordu. O günlerde her heykelde, üzerinde garip bir hiyeroglif yazı olan tahta tabletler bulunuyordu. Ancak günümüzde bu tabletlerin yalnızca on tanesi dünya müzelerindedir ve üzerlerindeki yazıyı henüz kimse çözememi tir. Thor Heyerdahl'ın bu esrarengiz devler üzerindeki incelemeleri, ortaya, en eskisi en kusursuzu olan üç kültür dönemi çıkartmı tır. Heyerdahl, buldu u kömür kalıntılarının M.S. 400'e ait oldu unu ispatlamı , bununla birlikte, bulunan ocakların ve kemiklerin, heykellerle herhangi bir ba lantısı olup olmadı ı anla ılamamı tır. Heyerdahl ayrıca, kaya yüzleri yakınında ve kraterler dolaylarında yüzlerce bitirilmemi heykel bulmu tur. Sa a sola da ılmı duran binlerce ta araç ve balta, heykel yapma i inin ansızın bırakıldı ı izlenimini vermektedir. Paskalya adası, herhangi bir kıta, ya da uygarlıktan çok uzaktadır. Adalılar güne ve yıldızlarla, ba ka ülkelerde oldu undan daha ilgilidirler. Volkanik bir ülke oldu u için adada a aç yeti mez. Ta dev heykellerin kütükler üzerinde ta ındı ını ileri süren alı ılmı açıklama yolu, o bakımdan burada hepten geçersizdir. Üstelik ada, ancak 2000 ki iyi besleyebilecek güçtedir. (Paskalya adasında bugün birkaç yüz yerli ya ar.) Bir geminin ta i çilerine yiyecek ve giyim e yası getirmesi o ça larda imkânsızdır. Öyleyse ta ları da lardan söken, heykelleri yapan ve bugün durdukları yerlere ta ıyanlar kimlerdi? Heykeller nasıl i lenmi , cilalanmı ve dikilmi lerdi? Ta ı ba ka ocaklardan çıkarılan apkalar, nasıl yerle tirilmi lerdi? Çok canlı hayal gücü olan insanlar, Mısır piramitlerinin büyük bir i çi ordusu tarafından yapıldı ını ileri sürseler bile, hiç kimse aynı yöntemin burada uygulandı ını dü ünemez; çünkü yeterli insan gücü yoktur. Adada ya ayabilecek 2000 insanın, ilkel araçlarıyla gece gündüz çalı mı olsalar bile, çelik sertli indeki volkanik kayaları yerlerinden söküp i lemeleri imkânsızdır. Hem nüfusun bir bölümü çorak toprakları sürmek, bir bölümü de balık avlamak ve ip örmek zorundadır. Hayır! 2000 ki inin, yardım görmeden, bu dev heykelleri yapmı olmaları kesinlikle mantık dı ıdır. Paskalya adasında daha fazla insanın ya aması da imkânsızdır. Öyleyse heykeller neden adanın içlerinde, ta ocaklarına yakın de il de, kıyı eridinde duruyorlardı? Hangi tapınmanın hizmetindeydiler? Ne yazık ki, bu küçük kara parçasına gelen ilk misyonerler, adanın karanlık
geçmi inin karanlık kalmasına sebep olmu lardı. Ellerine geçen hiyeroglifli tabletleri yakmı lar, eski tapınma biçimlerini yasaklamı lar, her türlü gelene i yok etmi lerdi. Ancak bütün çabalarına ra men adalıların, tıpkı bugün oldu u gibi, adalarına «Ku adamlar ülkesi» demelerini önleyememi lerdi. Sözlü olarak aktarılan bir efsane, çok eski zamanlarda, uçan adamların geldi ini ve ate ler yaktı ını belirtmektedir. Kocaman gözlü uçan yaratıkların resimleri efsaneyi do rulamaktadır. Paskalya adasıyla, Tiahuanaco arasındaki benzerlikler ilk bakı ta göze çarpar. Orada da, burada oldu u gibi, aynı biçimde yapılmı ta tan devler vardır. Oradaki heykellerin de yüzlerinde gururlu, kaygısız bir anlam vardır. Francisso Pizarro, 1532'de, nkaları Tiahuanaco hakkında sorguya çekti inde hiç kimsenin selin harabe olmazdan önce görmedi i, çünkü Tiahuanaco'nun insanlı ın gecesi arasında kuruldu u kar ılı ını almı tı. Gelenekler Paskalya adasına «dünyanın merkezi» adını verirler. Tiahuanaco ile Paskalya adası arasındaki uzaklık 5600 kilometreden fazladır. Kültürlerden biri ötekini nasıl etkilemi olabilir? Belki nka öncesi mitolojisi burada bize bir ipucu verebilir. Mitolojinin yaratıcı tanrısı, eski ve ilkel bir ilâh olan Viracocha'dır. Gelene e göre Viracocha dünyayı, henüz karanlıktayken ve güne yokken yaratmı tı. Ta tan bir devler soyu yaratmı ve devler ho una gitmeyince hepsini birden derin bir sele gömmü tü. Sonra Titikaka gölü üzerindeki güne i ve ayı do urmu , böylece dünya ı ı a kavu mu tu. Evet, -burayı dikkatle okuyunuz- sonra da Tiahuanaco'da kilden insan ve hayvanlar yaratarak onlara hayat üflemi ti. Daha sonra yarattı ı bu insanlara dilleri, gelenek ve görenekleri ve sanatları ö retmi , bir bölümünü ba ka kıtalara uçurarak orada ya amalarını sa lamı tı. Bu i in ardından Viracocha ve iki yardımcısı, ülkeden ülkeye dola arak emirlerinin yerine getirilip getirilmedi ini ve yaptıkları i in ne gibi sonuçlar verdi ini denetlemi lerdi. Viracocha genellikle ya lı bir adam kılı ına girer, And da larıyla, kıyı eridinde dola ırdı. Ancak çok kez insanlar tarafından iyi kar ılanmazdı. Bir keresinde Cacha'da gezinirken insanların kendisine kar ı takındıkları tavırlara çok kızmı ve bir tepeyi ate e vererek bütün ülkeyi alevlere bo mu tu. Bunun üzerine nankör insanlar ba ı lanmalarını dilemi ler, Viracocha da bir el i aretiyle ate i söndürüvermi ti. Ardından yine yollara dü mü , önüne çıkan insanlara ö üt ve emirler vererek onları e itmi ti. nsanlar artık onun için tapınaklar yapmaktaydılar. Sonunda Viracocha, Manta kıyılarında bütün insanlara elveda demi , geri gelmek istedi ini söyleyerek okyanusun dalgaları üstünde kaybolup gitmi ti. Güney ve Orta Amerika'yı ele geçiren spanyol fatihleri, buralarda Viracocha efsaneleriyle kar ıla mı lardı. Bundan önce hiç biri, göklerden gelen dev bir beyaz adamdan söz edildi ini i itmemi lerdi. Hayretler içinde kalarak, güne in o ullarının insanları nasıl e ittiklerini ve her türlü sanatı ö rettikten sonra nasıl kaybolup gittiklerini ö renmi lerdi. spanyolların dinledikleri bütün efsaneler, güne in o ullarının bir gün geri döneceklerini söylemekteydi. Amerika kıtası, eski kültürlerin be i i olmasına ra men, Amerika'nın geçmi i hakkında bildiklerimiz 1000 yıldan öteye gitmez. nkaların M.Ö. 3000'de Peru'da, iplik tezgâhları olmadı ı halde neden pamuk yeti tirdikleri bizler için kesin bir sırdır. Mayalar yollar yapar, ancak tanıdıkları halde tekerlek kullanmazlardı. Guatemala'daki Tikal piramidinde ye im ta ından, be kenarlı bir gerdanlık bulunması bir mucizedir.
Mucizedir, çünkü ye im ta ı Çin'de çıkarılır. Olmeklerin ta i leri akıl almaz eylerdir: Dev kafaların üzerine yerle tirilmi nefis ba lıklarıyla ancak bulundukları yerde görülüp hayranlık duyulabilirler. Çünkü ülkedeki hiç bir köprü, söz konusu ta heykel ve blokların a ırlı ını çekebilecek kadar sa lam de ildir. Yakın tarihlere kadar, kaldırma araçlarıyla 50 ton a ırlı ındaki tek parça ta ları ta ıyabiliyorduk. Bugün çok geli tirilmi vinçler yüzlerce tonlukları kaldırabilmektedir. Ne var ki atalarımız binlerce yıl önce bu ta ları ta ımı , kaldırmı ve yerle tirmi lerdi! Nasıl? Görünü e bakılırsa eski insanlar dev ta ları tepelere çıkarıp indirerek çok uzaklara ta ımaktan özel bir zevk almaktaydılar? Mısırlılar piramit yapımında kullandıkları ta ları Asuan'dan getirirlerdi. Stonehenge mimarları kocaman ta blokları güneybatı Galler'den ve Marlborough'tan ta ırlardı. Paskalya adasının ta i çileri, ısmarlama dev heykellerinde kullandıkları ta ları, i lendikleri yerin çok uza ındaki ta ocaklarından çıkarır ve ta ırlardı. Tiahuanaco'daki bazı tek parça kayaların nereden geldiklerini ise bilmemekteyiz. Her halde uzak atalarımız pek tuhaf insanlar olmalıydılar; çünkü i lerini bile bile güçle tirirler ve heykellerini, tapınaklarını, mezarlarını en olmadık yerlere kurmaktan ho lanırlardı. Bütün bunlar yalnızca zorlu bir hayatı sevdikleri için miydi? Çok uzun geçmi imizin sanatçılarının bu kadar budala olduklarını kabul edemem. E er eski bir gelenek heykellerin kesinlikle nereye dikileceklerini, piramitlerin nereye yapılacaklarını belirtmemi olsaydı, bütün bu sanat eserleri, ta ocaklarının hemen yakınında yapılmı olurdu. Sacsayhuaman'daki nka kalesinin, Çuzco'nun tepesine ans eseri de il; bir gelene in orayı kutsal nokta olarak belirledi i için yapıldı ına inanıyorum. Aynı ekilde insanlı ın en eski anıtlarının kuruldu u yerlerde, en ilginç ve önemli kalıntıların dokunulmamı biçimde durduklarına ve bu kalıntıların günümüz uzay yolculuklarının geli mesine çok büyük katkıda bulunabileceklerine inanıyorum. Binlerce yıl önce gezegenimizi ziyaret eden bilinmeyen uzay yolcularının, en az bizler kadar ileriyi görebilmeleri gerekirdi. Bir gün dünyalının da kendi yetenekleriyle uzaya açılaca ını her halde dü ünmü lerdi. Dünyalıların da uzayda hemcinslerinin bulunabilece i ve onlarla ili ki kurulabilece i konusunda inançları oldu u bilinen bir tarih gerçe idir. Günümüzde antenler ve vericiler ilk radyo dalgalarını, bilinmeyen akıllı yaratıklara ula ması için uzaya yollamı lardır. Ne zaman kar ılık alaca ımızı ise bilmiyoruz. Belki on, belki on be , belki de yüz yıl sonra. Hatta mesajlarımızı hangi yıldızlara yöneltece imiz konusunda da bir fikrimiz yok, çünkü hangi yıldızın bizi daha çok ilgilendirece ini bilmiyoruz. nsana benzeyen akıllı yaratıklar mesajlarımızı alabilecekler mi? Bilmiyoruz. Bununla birlikte, bizleri amacımıza ula tıracak bilgilerin, dünyamızda bulundu u inancını destekleyecek o kadar çok ey var ki. Bugün yerçekimini etkisiz kılmaya çalı ıyor, ilkel parçacıklar ve anti-madde üzerinde deneyler yapıyoruz. Peki dünyamızda gizli duran gerçekleri bulmak, böylece hiç olmazsa anavatanımızı ö renmek için yeterli çalı malar yapıyor muyuz? Tarihle ilgili eyleri tam olarak de erlendirebilirsek, bir zamanlar geçmi imizin mozaik levhasına çok güç uyan eylerin, akla yakın duruma geldi ini görürüz; bunlar yalnız eski kitaplardaki ipuçları de il, yerkürenin her yanında ele tirici ara tırmalarımızı bekleyen «güç gerçekler»dir de.
nsanın yapaca ı son a ama, bugüne kadar süregelen varlı ını haklı göstermek ve geli mek için gösterdi i çabaların, gerçekte, uzaydaki varolu la ili ki kurmak için geçmi inden ders almak oldu unu, anlamak olacaktır. Bu a amaya varılınca da, en kurnaz, en katı dü ünceli ki iler bile, insanın görevinin, evreni kolonize etmek ve ruhsal ödevinin, bütün güç ve deneylerden edinilmi bilgilerini bu yola yöneltmek oldu unu kabul edecektir. Var olan bütün güçler ve zekâlar, uzay ara tırmalarının emrine verilir verilmez, dünya üzerindeki sava ların saçmalı ı apaçık ortaya çıkacaktır. Her ırktan insanlar, halklar, uluslar, uluslarüstü bir birle meyle, uzak gezegenlere yolculuk i iyle u ra maya ba layınca, dünya bütün küçük sorunlarıyla birlikte evrenin do al akı ı kar ısında hak etti i yeri alacaktır. Okültistler artık lambalarını söndürebilir, simyacılar potalarını yok edebilir, gizli karde lik örgütleri kukuletalarını çıkarabilirler. nsanlı a binlerce yıldır büyük bir kurnazlıkla yutturulan saçmalıklara artık bu dünyada yer yoktur. Evren kapılarını açar açmaz daha iyi bir gelece e ula ılacaktır. Uzak geçmi imizin anla ılmasındaki büyük ku kuculu umu, bugün elimizde olan bilgilere dayandırıyorum. Ku kuculu u yalnız Thomas Mann'ın 1920'Ierdeki bir konu masında belirtti i biçimde anlıyorum: «Ku ku duyanın olumlu yönü, her eyi mümkün kabul etmesidir!»
DOKUZUNCU BÖLÜM: GÜNEY AMER KA'NIN DER N SIRLARI VE BA KA GAR PL KLER NSANLIK TAR H N N son iki bin yıllık döneminden ku kuyla söz etmeye niyetim olmadı ını belirtmi tim, ancak Yunan ve Roma tanrıları ile birçok efsane ve destan üzerinde, çok uzak geçmi in etki ve izleri oldu una inanıyorum. nsanlık ortaya çıktı ından beri türlü gelenekler var olagelmi ti. Daha yeni kültürlerde de bu eski geleneklerin, dolayısıyla çok uzak geçmi in izleri görülür. Guatemala ve Yucatan ormanlarındaki kalıntılar, Mısır'ın dev binalarıyla kar ıla tırılabilir. Meksika ba kentinin 60 mil güneyindeki Cholula Piramiti'nin taban alanı, Keops Piramiti'ninkinden daha geni tir. Mexico City'nin 30 mil kuzeyindeki Teotihuacan Piramiti ise ek binalarıyla birlikte 12 kilometre karelik bir alanı kaplar. Bütün binalar yıldızlara göre sıralanmı tır. Teotihuacan'dan söz eden en eski kitaplar, tanrıların burada toplandıklarını ve insanlık hakkında, daha «homo sapiens» ortaya çıkmadan karar aldıklarını anlatır. Dünyanın en do ru takvimi olan Maya takviminden ve Mayaların Venüs formülünden daha önce söz etmi tim. Bugün, Chichen Itza, Tikal, Copan ve Palenque'deki bütün binaların bu akıl almaz takvime ba lı olarak yapıldıkları ispatlanmı tır. Mayalar, piramitleri ihtiyaçları oldu u için yapmamı lardı. Tapınakları ihtiyaçları oldu u için kurmamı lardı. Bütün bu görkemli binalar, takvim her elli iki yılda, belirli sayıda basamaklar yapılmasını emretti i için yapılmı lardı. Yani her ta , takvimle ba lantılıydı ve bitirilen her bina belirli astronomik gereklere kesinlikle uyuyordu. Ancak M.S. 600 yıllarında tam anlamıyla akıl almaz bir ey oldu! Ansızın ve gözle görülür bir nedene dayanmaksızın bu insanlar büyük güç ve sabırla yaptıkları ehirleri, zengin tapınakları, birer sanat eseri olan piramitleri, heykellerle çevrili alanları ve çok geni stadyumları terk ederek gittiler. Binalar, caddeler ve bütün ta i leri ormana karı arak yıkıntı haline geldiler. Hiç bir yerli bir daha o bölgeye dönmedi. Bu çok büyük ulusal göçün eski Mısır'da da oldu unu dü ünelim. Ku aklar boyu tapınaklar, piramitler, ehirler, su kanalları ve yollar yapan, bu yüksek binaları süslemek için ilkel araçlarıyla ta ları kazıyan halk, binlerce yıl süren bu görevleri bitince, her eylerini bırakıp çorak kuzeye göç etmi olsunlar. Böyle bir tutum, yakından tanıdı ımız tarihsel olaylar incelenince hemen anlamsızla ır, çünkü gülünçtür. Zaten bir tutum ne kadar anla ılmaz durumdaysa, onu açıklamaya çalı an dü ünceler de o kadar çok sayıda olur. Bunun en güzel örne ini Maya göçünün açıklanmaya çalı ılmasında görüyoruz: Öne sürülen ilk dü ünce, Mayaların yabancılar tarafından ehirlerden atıldı ıdır. Ancak kültür ve uygarlıklarının doru unda bulunan Mayaları kim yenebilirdi? Üstelik bölgede hiç bir askerî çatı ma izine rastlanmamı tı. Göçü do uran nedenin iklimdeki büyük bir de i iklik oldu u dü üncesi göz önüne alınabilir. Ancak bu görü ü de destekleyecek herhangi bir iz yoktur. Olamaz da, çünkü Mayaların eski ülkelerinin sınırıyla, yeni krallıklarının arasındaki uzaklık topu topu 352 kilometredir ve bu uzaklık, iklimdeki felâket derecesinde bir de i imden kaçmak için kesinlikle yeterli de ildir. Mayaların bir salgın hastalık yüzünden göç ettiklerini ileri süren dü ünce de ara tırmalar yapılınca çürüyüp gitmektedir. Bu görü lerin ardından kar ımıza su sorular çıkar:
Ku aklar arasında bir sava mı olmu tu? Gençler ya lılara kar ı mı ayaklanmı lardı? Sivil bir sava mı kopmu tu? Yoksa bir ihtilâl mi? Bütün bu sorulara bir çırpıda kar ılık verilebilir: E er durum böyle olsaydı, nüfusun belli bir bölümü, özellikle yenikler, ülkeyi terk ederler, galip gelenlerse oldukları yerde kalırlardı. Oysa arkeolojik ara tırmalar bir tek Maya'nın bile bu bölgede kalmadı ını göstermi tir. Bütün halk, kutsal yerlerini ormanda savunmasız bırakarak göç etmi ti. Bu konuda benim de birtakım varsayımlarım var; ancak bunlar da ötekiler gibi, ispatlanmı de il. Saydı ım açıklamaların ihtimal hesaplarını dü ünmeden, kendi görü lerimi cesaretle ortaya koyaca ım. Çok eski dönemlerde Mayaların atalarını uzaylı yaratıklar oldu unu sandı ım, tanrılar ziyaret etmi lerdi. Birtakım delillerin eski Amerikan kültürünü kuranların, eski Do u'dan göç ettiklerini ileri süren teoriyi destekler görünmesine ra men, Maya dünyasında do unun hiç bilmedi i ve özenle korunan bazı kutsal astronomi, matematik ve takvim bilgileri ve gelenekleri bulunmaktaydı! Rahipler bu geleneksel bilgiyi bütün güçleriyle korumaktaydılar, çünkü «tanrılar» bir gün dönmeye söz vermi lerdi. Böylece çok büyük bir din olan Kukulkan, ya da «Tüylü Yılan» dini kurulmu tu. Rahipler gelene ine göre «tanrılar», takvim uyarınca yapılan büyük binalar bitirilince göklerden geri döneceklerdi. Bu bakımdan insanlar kutsal ritme uyarak tapınakları ve piramitleri bir an önce bitirmeye u ra ıyorlardı. Çünkü her eyin tamamlandı ı yıl, birle me yılı olacaktı. O zaman tanrı Kukulkan yıldızlardan gelecek, binaların ve ehirlerin yönetimini eline alarak insanlı ın arasında ya ayacaktı. Sonunda bütün i ler tamamlandı ve tanrıların dönü yılı geldi. Ancak hiç bir ey olmuyordu. nsanlar bütün bir yıl boyunca arkılar söyleyerek, dualar okuyarak beklediler. Köleler, mücevherler, yiyecekler ve ya sunuldu. Ama göklerde hiç bir hareket yoktu. Ne bir tanrısal araba göründü, ne de tanrıların gök-gürültüleri duyuldu. Hiç bir ey, kesinlikle hiç bir ey olmadı. Rahipler ve insanlar korkunç bir hayal kırıklı ına u radılar. Yüzyılların çabası bo a gitmi ti. Ku kular do maya ba ladı. Takvim hesaplarında bir yanlı lık mı vardı? «Tanrılar» bir ba ka yere mi inmi lerdi? Hepsi birden korkunç bir yanlı lık mı yapmı lardı? Sırası gelmi ken Maya takviminin ba langıç yılı olan M.Ö. 3111 yılından da söz edeyim. Bu tarihi ispatlanmı kabul edersek, Mısır kültürünün ba langıcıyla arasında yalnızca birkaç yüzyıllık bir ara oldu unu görürüz. Aslında birçok Maya yazısında bu destansal yıldan söz edilir ve üstün do ruluktaki Maya Takvimi sürekli olarak bu yılı tekrarlar. Bu durumda beni ku kuculu a iten konular ikiye çıkıyor. Ama ku kulara yol açacak konular bunlarla da bitmiyor. 1935 yılında Planque'de (Eski Krallık), büyük bir ihtimalle tanrı Kukumatz'ı (Yucatan'da Kukulkan) gösteren bir ta kabartma bulundu. Kabartmadaki resme önyargılardan uzak bir bakı , en ku kulu ki iyi bile durup dü ündürecek güçteydi. Resmin ortasında, gövdesinin üst bölümü motosiklet yarı çısı gibi e ilmi bir insan vardı. Kullandı ı aracı çocuklar bile roket olarak tanımlayabilirlerdi. Ön bölümü ince bir
uzantı meydana getiriyor, biraz a a ıya inince kenarları çentikle iyor ve en altına do ru daha da geni leyerek, alevler püskürten roket biçimi alıyordu. Büzülmü adam, elleriyle ne oldu u anla ılamayan birtakım kontrol kollarını yönetiyor, sol aya ıyla da pedalımsı bir eye basıyordu. Giyimi çok düzgündü: geni kemerin tuttu u bir kısa pantolonu, yakası Japon stili açılan bir ceketi ve kollarıyla bileklere sıkı sıkıya yapı an bantları vardı. Buna benzer modern astronot resimleri hakkındaki bilgimiz yüzünden, adamın kafasında ba lık eksik olsaydı çok a ırırdık do rusu. Ama o da vardı; bilinen çentikleri, tüpleri ve tepesinde antenimsi bir çıkıntıyla birlikte... Uzay yolcumuz (adam açıkça bu ekilde tasvir edilmi tir) öne do ru e ilmekle kalmıyor, aynı zamanda gözlerini tepesinden sarkan bir alete dikmi dikkatle bakıyordu. Astronot koltu u, üstünde simetrik biçimde düzenlenmi kutular, daireler, noktalar ve helezonlar bulunan kıç bölümünden desteklere ayrılmı tı. Bu kabartma bize ne anlatmak istiyor? Hiç bir ey mi? Herkesin kolaylıkla uzay gemisiyle ba da tırabilece i bir resim, budalaca bir hayal gücünün ürünü olabilir mi? Planque'deki ta kabartma da deliller zincirinden çıkarılacak olursa, bilginlerin göze çarpan buluntular üzerinde yürüttükleri incelemelerin içtenlik dı ı oldu u ortaya çıkacaktır. unun urasında gerçek nesneleri inceliyoruz; hayalet görmü gibi korkmaya ne gerek var? Kar ılıksız kalan sorularımızı sormaya devam edelim. Mayalar neden en eski ehirlerini deniz ya da nehir kenarlarına de il de, ormanın ortasında kurmu lardı? Tikal, Honduras körfezinden ku uçu u 153,5 Km. Campeche koyundan ku uçu u 243 Km. ve Büyük okyanustan ku uçu u 354 Km. uzaktadır. Midye, istiridye ve deniz minarelerinden yapılma e yaların bollu u, Mayaların denizle ili kileri oldu unu gösterir. Öyleyse ormanlara yapılan bu «uçu un» sebebi neydi? Su kıyılarına yerle mek dururken su depoları yapmanın ne anlamı vardı? Yalnız Tikal'de 193.150 metre küp kapasiteli 13 su deposu bulunmu tu. Neden bu insanlar daha «mantıklı» yerler varken, özellikle buraları seçmi lerdi? Uzun çalı malardan sonra hayal kırıklı ına u rayan Mayalar, daha kuzeye göç ederek yeni bir krallık kurmu lardı. Takvimin öngördü ü tarihlere uygun piramitler, tapınaklar ve ehirler bir kere daha yapılmaya ba lamı tı. Maya takviminin do rulu u hakkında bir fikir vermek için kullandı ı zaman dönemlerini sıralayalım: 20 kin = 1 uinal, ya da 20 gün 18 uinal = 1 tun, ya da 360 gün 20 tun = 1 katun, ya da 7.200 gün 20 katun = 1 baktun, ya da 144.000 gün 20 baktun = 1 piktun, ya da 21.880.000 gün 20 piktun = 1 kalabtun, ya da 571.600.000 gün 20 kalabtun = 1 kinçiltun, ya da 121.521.000.000 gün
20 kinçiltun = 1 atautun, ya da 232.0401.000.000 gün Ormanın ye il tavanını delerek gö e yükselenler yalnız takvim uyarınca yapılmı ta basamaklar de ildi; çünkü Mayalar gözlem evleri de kurmu lardı. Chichen'deki gözlemevi, Mayaların ilk yuvarlak binasıdır. Restore edilmi bina bugün bile bir gözlemevine benzemektedir. Üç taraça üzerinde kurulmu daire biçimi yapının içinde, en üstteki gözlem dire ine kadar çıkan helezon bir merdiven vardır. Kubbenin üstünde yıldızlara yöneltilmi delikler ve ya mur tanrısının maskeleriyle, kanatlı bir insan resmi görülmektedir. Mayaların astronomiye olan ilgileri, ba ka gezegenlerdeki akıllı yaratıklarla ilgili varsayımımıza yeterli olmayabilir. Ancak bu astronomi merakının do urdu u birtakım kar ılıksız kalmı sorular oldukça hayret vericidir: Mayalar, Uranüs ve Neptün'ün varlı ını nereden biliyorlardı? Neden Chichen'deki gözlemevinin delikleri en parlak yıldızlara yöneltilmi ti? Palengue'deki roket kullanan tanrı kabartmasının anlamı neydi? 400 milyon yıllık hesapları olan Maya takvimi hangi amaçla hazırlanmı tı? Güne ve Venüs yıllarını en küçük basamaklarına kadar hesaplamak için gereken bilgi nereden elde edilmi ti? Bu akıl almaz astronomi bilgisini kimler aktarmı tı? Bütün bu olaylar Maya zekâsının ans ürünleri miydi? Yoksa her gerçek, ya da birle tirilmi bütün gerçekler, çok uzak bir gelece e yöneltilmi , devrim yaratacak bir mesaj mı gizliyorlardı? Olayları bir araya toplayıp elekten geçirecek olursak, ara tırmacıları, hiç olmazsa bir bölümünü çözmek için, geni çapta u ra ılara sokacak sürüyle tutarsızlık ve saçmalık kalacaktır. Çünkü ça ımız ara tırmacılarının, imkânsızlık denilen eylerle kar ıla tıklarında yılmamaları gerekir. Anlatacak bir hikâyem daha var; Chichen Itza'daki Kutsal Kuyu'nun hikâyesi. Edward Herbert Thompson bu kuyunun çamurları içinden mücevherler ve sanat eserleri yanında, genç erkek ve genç kız iskeletleri de çıkartmı tı. Diego de Landa, eski kaynaklara dayanarak, Maya rahiplerinin kuraklık zamanlarında bu kuyu ba ında ciddî törenler düzenlediklerini ve ya mur tanrısına öfkesini yatı tırmak için erkek ve kız çocukları kuyuya atarak kurban ettiklerini ileri sürmü tü. Thompson'un bulguları, de Landa'nın iddialarını ispatladı. Ancak bu korkunç hikâye kuyunun dibinden yeni soruların çıkmasına yol açtı. Kuyu nasıl meydana gelmi ti? Neden kutsal olarak tanınmı tı? Tıpkı buna benzeyen birçok ba ka kuyu oldu u halde, neden özellikle bu seçilmi ti? Chichen Itza kutsal kuyusunun tam bir benzeri, Maya gözlemevinin yetmi metre kadar ötesinde, ormanın içinde saklı durmaktadır. Yılanların, zehirli kırkayakların ve korkunç böceklerin savunması altındaki deli in boyutlarıyla tamamen aynıdır; dikey duvarları ormanın türlü etkileriyle çürümü , bozulmu ve batakla mı tır. Kısacası iki kuyu arasında inanılmaz bir benzerlik vardır. kisindeki suyun derinli i de aynıdır; rengi ye ilden, kahverengiye, kimi zaman da kan kırmızısına çalar. Ku kusuz iki kuyu da aynı ça dan kalmadır; belki de olu umlarını gökta larına borçludurlar. Ne var ki ça da bilginler, yalnızca Chichén Itza'nın kutsal kuyusundan söz eder, büyük benzerlik gösteren ikinci kuyudan, ileri sürdükleri dü üncelere uymadı ı için hiç söz etmezler. Ayrıca iki kuyunun da Castillo piramidinden uzaklıkları 815 metredir. Bu piramit, tanrı
Kukulkan «Tüylü Yılan» için yapılmı tı ve dolayların en büyük piramidiydi. Yılan, hemen hemen bütün Maya yapılarının simgesidir. Çevresi çok zengin bir bitki örtüsüyle kaplı olan Mayaların, çiçek kabartmaları yerine, adım ba ında yılan resimleri yapmı olması pek a ırtıcıdır. Hele ilk ça lardan beri kötülü ü temsil eden ve yaratıldı ından beri toz toprak içinde sürünen yılanın, tanrı sembolü biçiminde dü ünülmesi daha da a ırtıcıdır. Ama, Mayalar arasında durum böyledir. Tanrı Kukulkan'ın (Kukumatz) daha sonraki tanrı Ouetzlcoatl ile bir ilgisi olabilir. Maya efsanesi bu Ouetzlcoatl'ı öyle anlatıyor: Ouetzlcoatl, do an güne in bilinmeyen ülkesinden gelmi ti; beyaz bir elbisesi vardı ve sakallıydı. nsanlara bilimleri, sanatları ve töreleri ö retmi , çok bilge yasalar koymu tu. Onun denetiminde mısır koçanları bir adam boyunda olur, pamuk renkli yeti irdi. Görevini tamamlayınca denize dönmü , yolculu u sırasında insanları e itmeye devam etmi ve deniz kıyısında kendisini sabahyıldızına götürecek gemiye binerek dünyadan ayrılmı tı. Oueztlcoatl'ın da dönmeye söz verdi ini belirtmek, bilmem gerekiyor mu? Do al olarak, bu ya lı bilgenin ortaya çıkı ıyla ilgili bir dolu açıklama vardır. Sakallı bir ki iye o dolaylarda pek az rastlandı ından onun bir Mesih oldu u ileri sürülmü tür. Hatta bir görü daha ileriye giderek, Ouetzlcoatl'ın çok eski bir sa oldu unu savunmaktadır! Bu iddialara inanmıyorum. Eski dünyadan gelip Mayaların arasına giren bir ki inin, insan ve e ya ta ımak için tekerle i bilmesi gerekirdi. Ouetzlcoatl gibi bir misyoner, kanun koyucu, doktor ve birçok uygulama alanında ö üt verici bir tanrının ilk yapaca ı eylerden biri zavallı Mayalara tekerlek ve araba kullanmasını ö retmek olurdu. Oysa Mayalar hiç bir zaman tekerlek kullanmamı lardı. Tarihteki karı ıklıklar zincirini, bulanık geçmi teki ba ka garipliklerin bir özetiyle tamamlayalım. 1900 yılında Yunan sünger avcıları, Antrikitera'dan yüklenmi mermer ve bronz heykellerle dolu batık bir gemi buldular. Gemideki bütün sanat eserleri kurtarıldı ve yapılan ara tırmalar, geminin sa döneminde battı ını ortaya koydu. Ele geçen eserler incelenince, bütün heykellerin toplamından daha de erli, ekilsiz bir parça bulundu. Bilginler parçayı inceleyince bunun, üstünde daireler, yazılar ve çarklar bulunan bir bronz plaka oldu unu gördüler ve çok geçmeden yazıların astronomiyle ilgili oldu unu anladılar. Ayrı parçalar temizlenince ortaya hareket edebilen göstergeleri, karma ık ölçüleri ve üzerleri yazılı metal plakaları olan garip bir alet çıktı. Makinenin her parçası birle tirilince, yirmiden çok küçük çarkı, bir tür de i tirme donatımı ve büyük bir ana çarkı oldu u görüldü. Bir yüzünde, çevrilince bütün çarkları de i ik hızlarda döndüren bir mil vardı. Göstergeler, üstleri uzun yazılarla dolu bronz kaplarla korunuyordu. Bilmem «Antrikitera makinesi,» eski ça larda birinci sınıf bir mekanik ustalı ın varlı ı hakkında en küçük bir ku ku bile bırakıyor mu? Üstelik makinenin çok karı ık olması, türünün ilk örne i olmadı ını göstermiyor mu? Amerikalı Profesör Solla Price, aracın ay, güne ve belki öteki gezegenlerin hareketlerini belirtmeye yarayacak bir hesap makinesi oldu u görü ünde. Makinenin yapılı tarihi olarak M.Ö. 82 yılını vermesi o kadar önemli de ildir. Bu küçük çaptaki planetaryumun [gökevi] ilk örne ini kimlerin yaptı ını bulmak çok daha
önemli olacaktır! Hohenstaufen mparatoru II. Frederik, 1229'da Be inci Haçlı Seferinden ola anüstü bir çadırla dönmü tü. Çadırın ortasında saat gibi çalı an bir motor vardı ve halk kubbe biçimi tavandan, takımyıldızları, hareket halinde izleyebiliyordu. Açıkçası, çadır do udan gelme bir planetaryumdu. 1200'lerde, gerekli mekanik yetenekler bulundu u için varlı ını yadırgamıyoruz; ancak Yunan planetaryumu, sa döneminde, dünyanın dönü ünü göz önünde tutan bir uzay kavramı olmadı ı için biraz dü ündürücü oluyor. Eski ça ların bilgili Arap ve Çin astronomları bile bu kavramdan yoksundular; Galileo ise Yunan planetaryumunun yapılmasından 1500 yıl sonra do mu tu. Atina'ya gidecek olursanız «Antikitera makinesini» mutlaka gidip görünüz; Husal Arkeoloji Müzesinde sergileniyor. II. Frederik'in çadır planetaryumu ise yalnızca yazılı belgelerden tanınıyor. te geçmi ten miras kalan garipliklerden birkaçı daha: Denizden 3200 metre yükseklikte Marcahuasi çöl platosundaki kayalarda, 10.000 yıl önce Güney Amerika'da kesinlikle ya amamı olan aslan ve deve gibi hayvanların kaba çizgilerle verilmi resimleri bulunmu tu. Türkistan'da, mühendisler bir tür camdan yapılma yarım daire biçiminde nesneler bulmu lardı. Arkeologlar bunların kökeni ve özellikleri hakkında hiç bir açıklama yapamamı lardı. Nevada çölündeki Ölüm Vadisinde, büyük bir felâket sonucu yıkılmı olması gereken eski bir ehir yıkıntısı vardır. Bugün bile erimi kaya ve kumların izleri görülebilir. Bir yanarda püskürmesinin do uraca ı ısı, kayaları eritmeye yeterli olamazdı, üstelik önce binaları kavrulurdu. Bugün ancak lazer ı ınları bu yeterli ısıyı çıkarabilmektedir. in garip yanı, bu bölgede bir tek ot bile yeti memektedir. Lübnan'daki Hacer el Kıble (Güneyin Ta ı) bir milyon kilo a ırlı ındadır. Gerçi ta i lenmi tir, ama insan gücüyle hareket ettirilmi olması imkânsızdır. Avustralya, Peru ve Yukarı talya'da, eri ilmesi çok güç olan kaya yüzlerinde, henüz açıklanamayan çok ustaca yapılmı i aretler vardır. Ur'da bulunan altın plakalar, göklerden gelen ve insana benzeyen «tanrıların» plakaları rahiplere sundu undan söz ederler. Avustralya, Fransa, Hindistan, Lübnan, Güney Afrika ve ili'de, içlerinde bol miktarda alüminyum ve berilyum bulunan garip kara «ta lar» vardır. En son incelemeler bu ta ların çok uzak bir geçmi te a ır bir radyoaktif bombardıman ve yüksek ısıya hedef olduklarım göstermi tir. Sümer çivi yazısı tabletleri, çevresinde gezegenleri olan yıldızlan gösterirler. Rusya'da arkeologlar, iki yandan kalın kolonlarla desteklenen dik açılı bir çerçeve üzerine yan yana dizilmi on toptan olu an bir hava gemisi kabartmasına rastladılar. Toplar kolonlara yaslanıyordu. Ba ka Rus buluntuları arasında, elbisesi yakada bir ba lıkla sımsıkı kapalı olan, insanımsı bir yaratı ın küçük bronz heykeli vardı. Ayakkabılar ve eldivenler de aynı ekilde sımsıkı elbiseye tutturulmu tu. British Museum'daki bir Babil tableti üzerinde geçmi verilmektedir.
ve gelecek ay tutulmaları
Çin vilâyetlerinden Yunnan'ın ba kenti Kumming'de gö e do ru tırmanan silindir biçimi, roket benzeri makinelerin oyma resimleri bulunmu tu. Oymaların bulundu u piramit, bir deprem sırasında Kumming gölünün tabanından ansızın ortaya çıkmı tı. Bunları ve daha birçok bilmeceyi kim çözecek? nsanlar eski geleneklerin yanlı , hatalarla dolu, anlamsız ve konu dı ı olduklarını ileri sürerken, yalnızca davadan kaçıp kurtulmaya çalı tıklarını fark etmiyorlar. Aynı ekilde bütün çevirilerin yanlı oldu unu söyleyerek birtakım görü leri çürüttükleri halde, i lerine gelince onlardan yararlanmakta bir sakınca görmüyorlar. Gözleri ve kulakları gerçeklere, hatta varsayımlara kapatmanın korkakça bir davranı oldu una inanıyorum. Çünkü yeni sonuçlar, insanları alı ılagelmi dü ünme biçimlerinden uzakla tırabilme gücündedir. Dünya yüzünde her gün, hatta her saat bazı de i iklikler olmaktadır. Bugünkü modern ula ım ve haberle me araçları yeni bulu ları bir anda dünyaya yaymaktadırlar. Bu arada bilginlere düsen görev, geçmi in kayıtlarını, ça da ara tırmalarda kullandıkları yaratıcı co kuyla incelemek olmalıdır. Geçmi in keyfi serüveni, ilk a amasını tamamlamı tır. imdi de insanlık tarihinin ikinci hayranlık uyandıran serüveni, insano lunun uzaya açılmasıyla ba lamaktadır.
ONUNCU BÖLÜM: DÜNYANIN UZAY DENEMELER UZAY YOLCULU UNUN herhangi bir anlamı olup olmadı ı konusundaki tartı ma henüz susturulmamı tır. Dünyada çözüme ba lanmamı bir sürü sorun dururken, insano lunun evrene burnunu sokmaması gerekti ini ileri süren basit bir iddia, uzay ara tırmalarının, kısmen ya da bütünüyle anlamsız oldu unu ispatladı ı kanısındadır. Halkın ho una gitmeyecek bilimsel tartı malara girmek istemedi im için, uzay ara tırmalarının mutlak gereklili ini gösterecek birkaç kesin ve geçerli nedene de inece im. Merak ve bilgiye susamı lık, çok eski ça lardan beri insanı ara tırmaya yönelten itici bir güç olmu tur. Bir eyin N Ç N ve NASIL oldu u soruları, geli me, ilerleme için birer mahmuz görevi yapmı lardır. Günümüz ya ama ko ullarını, onların yarattıkları sürekli hareket ortamına borçluyuz. Konforlu ula ım araçları, büyük babalarımızın katlanmak zorunda oldu u ula ım güçlüklerini ortadan kaldırmı tır; el gücünün do urdu u zorluklar, makineler tarafından gözle görülür ölçüde azaltılmı tır; yeni enerji kaynakları, kimyasal karı ımlar, so utucular ve türlü araçları, eskiden insan elinin yapmak zorunda oldu u isleri üstlerine almı lardır. Bilimin yarattı ı eyler insanlı ın laneti de il, mutlulu u olmu tur. Hatta yarattı ı en korkunç ey olan atom bombası bile, bir gün insanlık yararına kullanılacaktır. Bugün bilim, hedeflerine ko ar adımlarla yakla maktadır. lk foto rafın temiz bir resim olarak geli mesi için 112 yıl gerekmi ti. Telefonun kullanılma alanına konması 56 yılda gerçekle mi , iyi bir alıcı radyo 35 yıllık bilimsel ara tırma sonucu yapılmı tı. Ancak radarın kusursuz hale gelmesine 15 yıl yetmi ti. Ça açan bulu ve geli meler, gitgide daha kısa bir süre içinde ortaya çıkıyordu. 12 yıllık ara tırma siyah-beyaz televizyonu gerçekle tirmi , ilk atom bombasının yapılması topu topu altı yıl almı tı. Bunlar 50 yıllık teknik ilerlemeden seçilmi yüce, biraz da ürkütücü örneklerdir. Geli meler hedeflerine her geçen gün daha da hızlı varmaya ba layacaklardır. Önümüzdeki yüzyıl, insanlı ın sonsuz dü lerinin büyük ço unlu unun gerçekle ti i bir yüzyıl olacaktır. nsan ruhu kar ı çıkmalar ve uyarmalar arasında kendine bir yol açmasını bilmi ti. Kar ısına dikilen duvardaki, havanın ku lara, suların da balıklara özgü oldu unu söyleyen yazılara aldırmadan, kendisi için uygun görülmeyen alanları fethetmeyi ba armı tı. Bugün insan, do a yasaları denilen eylere kar ı çıkarak uçabilmekte, nükleer güçlü denizatlılarla aylarca suyun altında kalabilmektedir. Zekâsını kullanarak, yaratıcısının kendine uygun görmedi i kanat ve yüzgeçleri yapmayı ba armı tır. Charles Lindberg destansı uçu una ba larken hedefi Paris'ti; ancak kafasını Paris'e ula maktan çok, insanın tek ba ına ve zarar görmeden Atlanti i geçebilece ini göstermek için kurcalıyordu. Uzay yolculu unun da ilk hedefi aydır. Ancak bu yeni bilimsel ve teknik tasarının da gerçek amacı, insano lunun uzayda söz sahibi olabilece ini göstermektedir. Öyleyse, neden uzay yolculu u mu? Dünyamız birkaç yüzyıl sonra korkunç bir nüfusa sahip olacaktır. statistikler 2050 yılında dünya nüfusunun 8,7 milyar olaca ını göstermektedir. 200 yıl kadar sonra da bu
sayı 50 milyara yükselecek, böylece kilometre kareye dü en insan sayısı 335 olacaktır. Dü ünmek bile güç! Denizden yiyecek elde edilece ini ve deniz tabanına ehirler kurulaca ını ileri süren sakinle tirici teoriler, nüfus patlaması kar ısında iyimser savunucuların dü ündü ünden çok önce, yetersiz çareler durumuna dü eceklerdir. 1966 yılının ilk altı ayı içinde, Endonezya'nın Lombok adasında salyangoz ve ot yiyerek sa kalmaya çalı an 10.000'den çok insan açlıktan ölmü tü. Birle mi Milletler eski genel Sekreteri U Thant, Hindistan'da açlıktan ölüm tehlikesiyle kar ı kar ıya olan 20 milyon çocuk bulundu unu açıklamı tı. Bu sayı, Zürichli Profesör Mohler'in açlı ın dünyayı egemenli i altına alaca ı iddialarını, desteklemektedir. Dünya yiyecek üretiminin, bütün teknik yardımlara ve kimyasal gübrelemeye ra men, nüfus artı ıyla atba ı gidemedi i açıklanmı tır. Sa olsun, kimya do um kontrol haplarını insanlık emrine vermi tir. Ama az geli mi ülkelerdeki kadınlar hapları kullanmayı reddederlerse kimya ne yapsın? Oysa yiyecek üretiminin, nüfus artı ıyla aynı düzeye gelebilmesi için do um oranının on yıl içinde yarı yarıya azaltılması gerekmektedir. Bu akılcı çözüm yolunun gerçekle ebilece ine ne yazık ki inanamıyorum. Çünkü ahlâk dürtülerinin ve dinsel yasaların yarattı ı önyargının «ses duvarı», nüfus artı ına uygun bir hızla a ılamayacaktır. Her yıl milyonlarca insanı ölüme göndermek mi, yoksa onları hiç do urmamak mı daha insanca, hatta tanrısaldır? Aslında do um kontrolü verdi i sava ı kazansa; tarım yapılabilir alanlar geni letilse; henüz bilinmeyen yollarla üretim iki katına çıkarılsa; balıkçılık daha fazla yiyecek sa lasa; okyanus yataklarındaki alglardan yararlanılsa ve daha bir dolu ey yapılsa bile, bütün çabalar korkunç sonu geciktirmekten, yüz yıl ileriye atmaktan ba ka bir i e yaramayacaktır. nsanın bir gün Merih'e yerle ece ine ve tıpkı Mısır'a ta ınacak Eskimoların sıcak iklime uyum göstermesi gibi, Merih'teki ko ullara uyaca ına inanıyorum. Dev uzay gemileriyle gidecek gezegenler torunlarımız tarafından tıpkı yakın ça larda Amerika ve Avustralya'da oldu u gibi, kolonize edilerek oturulur hale getirileceklerdir. Bunun için uzay ara tırmalarına a ırlık vermeliyiz. Torunlarımıza ya ama ansı tanımak zorundayız. Bu görevini yerine getirmeyen her ku ak, insanlı ı gelecekte açlıktan ölümle kar ı kar ıya bırakmaktadır. Bu yalnız bilim adamını ilgilendiren soyut bir sorun de ildir. Kendini gelecek için sorumlu tutmayanlara, uzay ara tırmalarının insanlı ı üçüncü dünya sava ından korudu unu belirtmek isterim. Toptan yok olma tehdidi, büyük güçleri, büyük bir sava ın e i inden döndürmemi midir? Bugün bütün A.B.D.'ni çöl haline getirmek için hiç bir Rus askerinin Amerika'ya ayak basmasına gerek olmadı ı gibi, hiç bir Amerikan askerinin de Rus topraklarında ölmesine gerek yoktur; çünkü tek bir atom bombası, radyoaktif etkileri koskocaman ülkeleri ya anmaz duruma sokmaya yetmektedir. Saçma görünebilir ama ilk kıtalararası füzeler, barı ı bir yere kadar garanti altına almı lardır. Uzay ara tırmalarına harcanan milyarların, ülkelerin geli mesine harcanmasının daha do ru olaca ı görüsü ikide birde öne sürülmektedir. Bu görü hatalıdır; çünkü endüstriyel uluslar az geli mi ülkelere yalnız politik amaçlarla de il, kendi endüstrilerine yeni pazarlar açmak için de yardım yapmaktadırlar. Bu bakımdan az geli mi ülkelere yapılacak daha geni yardımlar daha uzun süreli görü açısından söz konusu olamazlar. 1966 yılında Hindistan'da, her biri yılda 5 kilo yiyecek tüketen 1,6 milyar fare
ya ıyordu. Devlet, sofu Hintliler fareleri korudu u için bu felâketi önleyecek hiç bir harekette bulunamıyordu. Yine Hindistan'da ne süt veren, ne ko um hayvanı olarak kullanılabilen, ne de kesilip yenebilen 80 milyon inek ya amaktadır. Kalkınmanın birtakım dinsel tabularla engellendi i böyle geri kalmı ülkelerde, gelecekteki hayatı tehlikeye sokan örf, âdet ve inanı ları silmek için birçok ku a ın gelip geçmesi gerekecektir. Burada da uzay ça ının gazete, radyo ve televizyon gibi haberle me araçlarına insanları aydınlatma ve ilerletme görevi dü mektedir. Dünya küçülmü tür. Herkes birbiri hakkında daha çok ey bilmekte ve ö renmektedir. Ulusal sınırlamaların geçmi te kalan bir kavram olduklarını anlamak için uzay yolculuklarına ihtiyaç vardır. Bunların sonucu olarak meydana gelen teknolojik ilerlemeler ise, insanların ve kıtaların, evrenin boyutları kar ısındaki önemsizli inin, uzay ara tırmalarında halkların birle mesi için yerinde bir dürtü ve te vik oldu u anlayı ı yaymakla yükümlüdürler. Her ça da insanlı ı canlandıracak ve bilinen sorunları a arak eri ilmez görünen gerçeklere varmasını sa layacak bir parolaya gerek duyulmu tur. Uzak ara tırmalarının endüstri ça ında yerini sa lamla tıracak bir ba ka etken de, bu ara tırmaların yarattı ı endüstri kollarının çe itli nedenlerle i lerini kaybetmi yüz binlerce insanın hayatlarını kazanabilecekleri yeni bir i alanı açmı olmasıdır. «Uzay endüstrisi», otomobil ve çelik endüstrilerini çoktan geride bırakmı tır. 4000'den fazla yeni bulu , varlı ını uzay ara tırmalarına borçludur. Bunların hepsi de yüksek bir hedef için yapılan ara tırmaların yan ürünleridir ve kimse kökenlerini dü ünmedi i halde, günlük hayata girmi lerdir. Elektronik hesap makineleri, mini alıcılar, mini vericiler, radyo ve televizyon transistorları, yeme in ya olmadı ı zaman bile yapı madı ı tavalar hep uzay ara tırmaları sonucunda ortaya çıkmı tır. Uçaklardaki güvenlik araçları, tamamen otomatik yer-kontrol sistemleri, otomatik pilotlar ve çok geli mi elektronik beyinler de bilmeden, ki ilerin özel hayatlarını etkileyen bir geli me tasarısının ürünleridir. Bunların dı ında, halkın hiç bilmedi i, mutlak bo luk içinde çalı an kaynak ve ya lama sistemleri, foto-elektrik hücreler ve sonsuz uzaklıkları fetheden ufak enerji kaynakları da uzay ara tırmalarının getirdi i bulu lardandır. Uzay ara tırmalarına akan vergi selleri, vergi ödeyenlere inceleme sonuçlarını ta ıyan bir ırmak halinde geri dönmektedirler. Herhangi bir biçimde uzay ara tırmalarına katılmayan uluslar bu teknik devrim kar ısında ezileceklerdir. Telstar, Echo, Relay, Trios, Mariner, Ranger ve Syncom gibi ad ve kavramlar, kar ı durulmaz ara tırmalara giden yoldaki i aretlerdir. Dünyanın enerji kaynakları kısıtlı oldu u için, yakın bir gelecekte uzay yolculu u çok büyük bir önem kazanacaktır. Çünkü insan, ehirlerini aydınlatmak, evlerini ısıtmak ve araçlarını çalı tırmak için Merih ya da ba ka gezegenlerden bölünebilir madde elde etmek zorunda kalacaktır. Atom gücü istasyonları, daha bugünden en ucuz enerjiyi ürettiklerine göre, endüstriyel kütle üretimi yakın bir gelecekte bu istasyonlara ba ımlı olacaktır. Dünya bu istasyonlara gerekli bölünebilir maddeleri sa layamadı ı gün de, ba ka gezegenlere ba vurmaktan ba ka çare kalmayacaktır. Ara tırmaların taze sonuçları bizleri her gün sıkı tırmaktadır. Gerekli bilgilerin yava yava babadan o ula geçirilmesi, çoktan tarihe karı mı tır. Yalnızca bir dü meye basarak çalı tırılan radyoyu onaran teknisyen, genellikle plastik bir tabaka üzerine yerle tirilen karma ık devreler ve transistor teknolojisi hakkında her eyi bilmek zorundadır. Kısa bir süre sonra bu
bilgisine, mikro-elektroni in ufacık parçaları konusunu da katmak durumunda kalacaktır. Gündelikçi i çiler bile çıraklarına ö rettikleri bilgilere yenilerini katmaktadırlar. Büyükbabalarımız zamanında belirli bir dalda usta olan ki iye, elde etti i bilgiler bir ömür boyu yeterdi. Ancak bugünün ve yarının ustaları eski bilgilerine hiç durmadan yenilerini eklemek zorundadırlar. Dün geçerli olan ey, yarın geçersiz olacaktır. Milyonlarca yıl sonra da olsa, güne bir gün ölüp gidecektir. Ancak bir devlet adamı, kafası kızıp da atomik yok etme aracını harekete geçirecek olursa, beklenen felâket çok önceden dünya üzerine çökecektir. Ayrıca bilinmeyen ve önceden kestirilmeyen bir uzay olayı da dünyanın sonunu getirebilir. nsan bu dü ünceye hiç bir zaman inanmak istememi tir; birçok dinde, ruhun ölümden sonra ya ayaca ı umudunun gerçek nedeni de bu olabilir. Açıkçası uzay ara tırmaları insanın özgür iradesinin ürünü de il, bir iç zorlama sonucu, gelece inin umudunu uzayda arama iste idir. Nasıl geçmi te uzaylıların dünyamızı ziyaret ettiklerine inanıyorsam, bugün de uzayda birçok akıllı yaratı ın ya adı ına inanıyorum. Hatta bunların bir bölümünün, bizden daha eski ve geli mi oldu unu sanıyorum. Ancak bunların kendi çaplarında uzay ara tırmaları yaptı ını ileri sürdü üm anda, kurgu bilim dünyasına girmi olurum; bu da benim için kafamı arı kovanına sokmaktan farksızdır! En azından yirmi yıldır dünyanın birçok bölgesinde «uçan daireler» görülmektedir. Bu konudaki edebiyat onlara U.F.O. adını takmı tır. ( ngilizce’de Unidentified Flying Objects «kimli i bilinmeyen uçan nesneler» sözlerinin kısaltılmı ı.) Ancak U.F.O.'ların heyecanlı hikâyesine de inmeden, uzay ara tırmalarının yararlılı ı konusunda birkaç örnek daha vermek isterim. Uzay yolculukları için ara tırma yapmanın kazançsız bir i oldu u, ne kadar zengin olursa olsun, hiç bir ülkenin bu ara tırmaya gerekecek parayı sa layamayaca ı söylenir. Do rudur, tek ba ına ara tırma hiç bir zaman kazançlı olmamı tır; kazanç getiren, ara tırmanın ürünleridir. Aslında uzay yolculu u ara tırmalarından bu günkü a amasında kazanç ya da kendi kendini ödeme beklemek yanlı olur. Üstelik uzay ara tırmalarının 4000 yan ürününün yatırımlara ne ölçüde kar ılık verdi ini gösterecek herhangi bir terazileme yapılmı de ildir. Bence, ba ka ara tırma dallarında çok az görülen bir kar ılık verdi i ku kusuzdur. Gerçek hedefine varınca da yalnız kazanç getirmekle kalmayacak, aynı zamanda insanlı ı korkunç sondan kurtaracaktır. Bu arada, bütün COMSAT uydu dizisinin, imdiden ticarî nitelik kazandı ını belirtmek isterim. 1967 Kasımında Der Stern öyle diyordu: «Tıpta kullanılan hayat kurtarıcı makinelerin büyük ço unlu u Amerika'dan gelmektedir. Bunlar atom ara tırmaları, uzay yolculukları ve askerî teknoloji sonuçlarının, sistemli bir de erlendirmesiyle ortaya çıkan ürünlerdir. Hemen hepsi, endüstri devleriyle, tıbbı her gün yeni zaferlere sürükleyen Amerikan hastaneleri arasındaki soylu i birli inden do mu tur. öyle ki, Starfighter'Iarı yapan Lockheed Company, tanınmı Mayo Clinic'le i birli ine girerek, elektronik beyinleri temel alan yeni bir hastabakıcılık tekni ini geli tirme yolundadır. North Amerikan Aviation yetkilileri, tıp alanından gelen önerileri göz önüne alarak, ci erinden rahatsız olanlara kolaylıkla soluk aldırabilecek bir «Amfizem ku a ı» üzerinde çalı maktadırlar. NASA'nın önerisiyle, uzay gemilerinde mikro-gökta larının
etkisini ölçmek için kullanılan bir makine, belirli sinir hastalıklarında çok küçük kas kasılmalarını gösteren bir alete dönü türülmü tür. Amerikan elektronik beyin teknolojisinin bir ba ka hayat kurtaran yan ürünü de «kalp makinesidir.» Bugün 2000'den fazla Alman gö üslerinde bu aletle ya amaktadırlar. Bu alet, pille çalı an bir mini jeneratörden olu makta ve deri altına yerle tirilmektedir. Doktorlar bundan çıkan bir kabloyu, vena cavadan geçirmekte ve sa kulakçıkla birle tirmektedirler. Böylece sürekli gelen akımla kalp ritmik hareketlerle çarpmaktadır. Hayat makinesinin pilleri üç yıl sonunda tükenince basit bir i lemle yenilenebilmektedir. Amerikan firması General Electric, tıp teknolojisinin bu küçük mucizesini geçen yıl çıkarttı ı çift hızlı bir modelle daha da geli tirmi tir. Makineyi ta ıyan ki i tenis oynamak ya da trene yeti mek için ko mak istedi inde küçük bir mıknatısı, makinenin yerle tirildi i nokta üzerinde bir an dola tırmakta, böylece kalbi daha hızlı çalı maktadır.» Der Stern'in raporundaki uzay ara tırmalarının yan ürünlerini görenler artık bu ara tırmaların yararsız oldu unu ileri sürebilirler mi? Die Zeit'in 47 numaralı Kasım 1967 sayısında, «Ay Roketlerinden Uyarma» ba lı ı altında unlar söyleniyordu: «Aya yumu ak ini yapacak araçlar için geli tirilen donatımlar, araba fabrikatörleri tarafından büyük bir ilgiyle kar ılanmı tır. Her ne kadar yolcuları bütün çarpı malardan koruyacak türden de illerse de, kazalarda ölüm ve yaralanma oranını büyük ölçüde azaltmaktadırlar. Uçak yapımında gitgide daha çok kullanılan «bal pete i» yastıkları, ufak bir a ırlıkla, büyük gerilim gücü yaratmaktadırlar. Bunlar otomobil endüstrisinde de denenmektedirler: Gaz türbiniyle çalı an Rover deneme arabasının tabanı «bal petekleri»nden yapılmı tır. Ara tırmanın bugünkü durumunu ve hızlı geli imini bilen bir kimse, «Bir yıldızdan ötekine gitmek hiç bir zaman mümkün olamayacaktır» biçimindeki sözleri ho görüyle kar ılayamaz. Günümüzün genç ku a ı, «bu imkânsızlı ın» gerçekle ti ini görecektir. Rusların 1967'de insansız iki uzay aracını stratosferde birle tirerek ispatladıkları gibi, çok güçlü motorları olan dev uzay gemileri yapılacaktır. Uzay ara tırmalarının bir kesimi daha imdiden, uzay gemilerinin önüne yerle tirilerek ufak gök cisimlerini etkisiz kılacak elektrik kemeri gibi bir koruyucu perde üzerinde çalı maktadır. Bir grup seçkin fizikçi ise, tachyon adıyla bilinen eyleri bulup çıkarma çabasındadırlar. Bu teorik parçacıklar, ı ıktan hızlı uçabilmektedirler ve en dü ük hız sınırlan ı ık hızıdır. Bilim adamları tachyonların var oldu unu bilmektedirler; geriye yalnız varlıklarının fiziksel delilini bulmak kalıyor. Bu türden deliller neutrinolar ve anti-maddeler için bulunmu tur bile! Uzay yolculu una kar ı olanlara soralım: Binlerce insan, belki de ça ımızın en akıllı adamlarının de erli zamanlarını ve güçlerini basit ütopya ya da hedef için harcadıklarına inanıyorlar mı? imdi de ciddîye alınmama tehlikesine aldırmadan UFO'lardan söz edeyim. UFO'lar Amerika'da, Filipinler'de, Batı Almanya'da ve Meksika'da görülmü lerdi. UFO gördü ünü ileri sürenlerin %98'inin meteoroloji balonu, im ek, garip bulut olu umları, yeni tür uçaklar, hatta afakta görülen garip ı ık ve gölge oyunları gördüklerini kabul
edelim. Ku kusuz bunların bir bölümü de toplu heyecanın kurbanlarıydı. Ortada olmayan bir eyi gördüklerini ileri sürüyorlardı. Bu arada kendinden söz ettirmeye meraklı olanlar da bo durmayarak, basında türlü türlü haberler çıkarttırıyorlardı. Bütün bu kafadan çatlakları, yalancıları, isterikleri, ün dü künlerini dikkate almazsak, geriye, içlerinde görevleri gere i gök olaylarına alı ık ki iler bulunan geni bir gözlemciler grubu kalıyor. Basit bir ev kadını, bir çiftçinin dü tü ü yanılmaya dü ebilir ama tecrübeli bir uçak pilotu UFO görürse, i in içinde bir i oldu u ortaya çıkar. Çünkü bir uçak pilotu seraplara, im eklere, meteoroloji balonlarına v.b. alı ıktır. Bütün duyularının tepkileri; özellikle kusursuz gözleri her an denetlenir; uçu tan birkaç saat öncesinden, uçu sonuna kadar alkol almasına izin verilmez. Üstelik bir pilot hiç bir zaman saçma sapan eyler söylemeye yana maz, çünkü çok iyi ücret aldı ı i ini çok kolaylıkla kaybedebilir. Bu durumda birçok pilot (hava kuvvetlerinde görevliler dâhil) aynı hikâyeyi anlatırsa, dinleme zorunlulu u do ar. Ben, UFO'ların ne olduklarını bilmiyorum. Bunların bilinmeyen akıllı yaratıklara ait uçan nesneler olduklarını da söylemiyorum. Ancak bu görü e kar ı çıkılabilece ini sanmıyorum. Dünyanın dört bir tarafına yaptı ım geziler sırasında, ne yazık ki hiç bir UFO'ya rastlamadım. Bununla birlikte, belgeleri olan, do rulanmı olayları aktarabilirim: 5 ubat 1965 günü Amerika Savunma Bakanlı ı, iki radar görevlisinin raporunu incelemek üzere bir Özel UFO Bölümü kuruldu unu açıkladı. 29 Ocak 1965 günü bu iki görevli, Maryland Askerî Havaalanının radarında kimli i bilinmeyen iki uçan nesne görmü lerdi. Bu nesneler havaalanına saatte 4350 mil gibi korkunç bir hızla güney yönünden yakla mı lar, alanın 30 mil yukarısında keskin bir dönü yaparak radar menzilinden çıkmı ve kaybolmu lardı. 3 Mayıs 1964'te içlerinde üç de meteoroloji uzmanı bulunan birçok Canberrali (Avustralya) sabahın erken bir saatinde, gökyüzünü kuzeydo u yönünde a an büyük ve parlak bir uçan nesne gözlemi lerdi. Görgü tanıkları daha sonra, NASA yetkililerine « ey»in nasıl taklalar attı ını ve küçük bir nesnenin nasıl ona yakla tı ını anlatmı lardı. Küçük nesne parlak kırmızı bir ı ık çıkararak gözden kaybolmu , büyük « ey» ise kuzeydo u yönünde uzakla mı tı. Meteoroloji uzmanlarından biri, «Bugüne kadar bu UFO hikâyeleriyle hep alay etmi tim. Ne söyleyece im imdi?» demi ti. 23 Kasım 1953'te Michigan'daki Kinross Hava Üssü'nün radarında kimli i belirlenemeyen bir uçan nesne görülmü ; ve o sırada F-86 uça ıyla talim uçu u yapan Uçu Te meni R. Wilson'a nesneyi izleme izni verilmi ti. Radar merkezindeki bütün görevliler Wilson'un kimli i belirlenemeyen nesneyi 160 mil kadar kovalamasını gözlemi lerdi. Birden iki uçan gövde, ekranda içice gelmi ve Te men Wilson'a yapılan bütün radyo ça rıları kar ılıksız kalmı tı. Olayı izleyen günlerde, olayın geçti i her yer arama birliklerince karı karı taranmı . Superior gölünde ya izleri bulmak umuduyla aralıksız ara tırmalar yapılmı tı. Ancak hiç bir ey bulunamamı tı. Uçu Te meni R. Wilson ve uça ından kesinlikle hiç bir iz yoktu! 13 Eylül 1965 gecesi saat bir dolaylarında Polis Çavu u Eugene Bertrand, Exeter (New-Hampshire, A.B.D.) yakınlarındaki bir geçitte, arabasının direksiyonu ba ında çıldırmı gibi oturan bir kadına rastladı. Kadın daha ileriye gitmeyece ini, çünkü kırmızı ı ıklar saçan dev gibi bir eyin kendisini 101 numaralı yola kadar kovaladı ını, sonra da ormana dalıp kayboldu unu söylüyordu.
Orta ya lı polis memuru, kadının biraz deli oldu unu dü ündü ve üstünde durmadı. Az sonra arabasının telsizinden derhal merkeze gelmesi bildirildi. Merkezde meslekta ı Gene Tolland, genç bir adamın parlak kırmızı ı ıklar saçan bir nesneden kaçtı ını söyledi ini anlattı. ki arkada , birkaç polis memuru daha alarak arabalarıyla devriye gezisine çıktılar. Bu aptalca hikâyenin mantıklı bir açıklamasını buluruz umuduyla iki saat kadar çevreyi ara tırdılar; herhangi bir ola anüstülü e rastlamayınca dönmeye karar verdiler. Altı atın durdu u bir çayırlıktan geçerlerken, birden atlar çıldırmı çasına kaçmaya ba ladılar. Hemen ardından ortalı ı kıpkırmızı bir ı ık kapladı. Genç bir polis memuru kendini tutamayarak; «Orada! Oraya bakın!» diye ba ırdı. Gerçekten de ate saçan kırmızı bir nesne, a ır a ır ve gürültü çıkarmadan arabanın üstüne do ru geliyordu. Hem de a açların üstünden, yani uçarak! Bertrand hemen telsize sarılarak merkezi aradı ve Tolland'a nesneyi kendi gözleriyle gördü ünü söyledi. O arada yol kenarındaki çiftlik ve kom u tepeler de kırmızı bir ı ıkla kaplanmı ti. Yanlarında ikinci bir polis arabası dürdü. çinden çıkan memur; «Allah kahretsin!» diye ba ırdı, «Tolland'a ba ırmanı i ittim telsizde. Delirdi inizi sandım, fakat una bak!» Esrarengiz olayın soru turması sırasında elli sekiz ki inin ifadesi alındı. Aralarında meteoroloji uzmanları ve Kıyı Koruma görevlileri, ba ka bir deyi le bir meteoroloji balonunu helikopterden ya da bir uyduyu bir uça ın ı ıklarından ayırabilecek güvenilir gözlemciler de vardı. Ortaya çıkan raporda birtakım beyanlar vardı, ama kimli i belirlenemeyen uçan nesne hakkında hiç bir açıklama yoktu. 5 Mayıs 1967'de Marliens (Cote d'Or) Belediye Ba kanı Ban Malliotte, yoldan 650 metre içerdeki bir yonca tarlasında, garip bir deli e rastladı. Delik be metre çapında, 30 santim derinli inde bir daireydi. Dairenin her yanından 10 santim derinli inde ince yollar çıkıyordu. Yolların bitti i yerlerde ise 35 santim derinli inde delikler göze çarpıyordu. Topra a a ır bir metal parmaklık bastırılmı gibiydi. Bunlardan da a ırtıcı olarak, gerek deliklerde, gerekse yollarda morumsu beyaz bir toz vardı. Marliens dolaylarındaki bu tarlayı kendi gözlerimle gördüm. O izleri hayaletler bırakmı olamazdı! Bu olaydan ne gibi sonuçlar çıkarmalıyız? Birçok insanın -bazen büyük gizli toplumların- apaçık gördükleri olaylar kar ısında, gerçekçili e sı mayan tutumlara girmeleri üzücüdür. Bu insanların birtakım önyargıları yüzünden, ciddî bilginler, gülünç olma korkusuyla gerçekleri incelemekten kaçınmaktadırlar. 6 Kasım 1967 günü Alman Televizyonu 2. programında yer alan «Uzaydan saldırılar mı?» konulu konu mada, bir Lufthansa uça ının kaptan pilotu, kendisinin ve dört arkada ının görgü tanı ı oldukları bir olayı anlattı. 15 ubat 1967 günü, San Francisco'ya ini ten on, on be dakika önce, uçaklarının çok yakınında 10 metre çapında, çok parlak ı ıklar saçan bir nesne görülmü ve bir süre birlikte uçmu lardı. Gözlemlerini Colorado Üniversitesine göndermi ler, ancak Üniversite yetkilileri ba kaca bir açıklama bulamadıklarından, pilotların gördü ü uçan nesnenin, atılan bir uydudan kopan bir parça olduklarını açıklamı lardı. Kaptan pilot, bir milyon millik uçu tecrübesinden sonra ne kendisinin, ne de meslekta larının, dü mekte olan metal'in çeyrek saat havada asılı kalabilece ine ve uça ın hızına uyarak uçabilece ine inanamadıklarını belirtti. Üstelik yanlarında uçmu olan UFO yerden de üç çeyrek saat
gözlenebilmi ti. Kaptan pilot hiç de hayalperest bir adam izlenimi vermiyordu... 21 ve 23 Kasım 1967 tarihli Die Suddeutsche Zeitung'lardan iki haber: «Belgrat (Özel muhabirimizden) Son birkaç gün içinde güneydo u Avrupa'nın de i ik bölgelerinde, kimli i bilinmeyen uçan nesneler (UFO'lar) görülmü tür. Hafta sonunda Agramlı bir amatör astronom bu parlak gök nesnelerinden üçünün resmini çekmeyi ba armı tır. Ancak uzmanlar, Yugoslav gazetelerinin ba sayfalarını kaplayan bu foto raflar hakkındaki görü lerini açıklaya dursunlar, Montenegro'nun da lık bölgelerinden yeni UFO'ların görüldü ü bildirilmi tir. O dolaylarda çıkan orman yangınlarına UFO'ların yol açtı ı ileri sürülmektedir. Özelikle vangrad köyü sakinleri, son birkaç gündür her ak am ı ıklar saçan çok garip uçan nesneler görüldü ünü söylemektedirler. Yetkililer o dolaylarda gerçekten birkaç orman yangınının ba gösterdi ini, ancak bunlardan hiç birine neyin yol açtı ının anla ılmadı ını açıklamı lardır.» «Sofya (UPI) Bulgaristan'ın ba kenti Sofya üzerinde bir UFO görülmü tür. Bulgar Haber Ajansı BTA'nın bildirdi ine göre, UFO çıplak gözle de görülmü tür. BTA, uçan gövdenin önce güne yuvarla ından büyük oldu unu, sonra trapez biçimi aldı ını belirtmektedir. Sofya'da teleskoplarla da gözlenen nesnenin güçlü ı ınlar yaydı ı bildirilmektedir. Bulgar Hidroloji ve Meteoroloji Enstitüsü, uçan gövdenin kendi gücü ile hareket etti ini ve yerden 29 kilometre yukarıda uçtu unu açıklamı tır.» 1967 sonbaharında yapılan 7. Uluslararası UFO Ara tırmacıları Dünya Kongresinde, «Uzay yolculu unun babası» olarak bilinen Wernher von Braun'ın ö retmeni, Profesör Hermann Oberth, UFO'ların hâlâ bilim dı ı bir sorun olduklarını, ancak bunların «bilinmeyen dünyaların uzay gemileri» olabileceklerini söyledi «Kuskusuz bu gemileri kullanan ve yapanlar bizden kültürel açıdan çok ileri kimselerdir. Olayları yeterince de erlendirecek olursak onlardan çok ey ö renebiliriz.» Dünya'daki roket geli melerinde büyük katkısı olan Oberth, güne sisteminde bile, bizim anladı ımız biçimde hayat için, gerekli ko ulların var oldu u gezegenler bulunabilece ini söylemektedir. Kendisi de bilim ara tırmacısı olan Oberth, ciddî bilim adamlarının da, ba langıçta hayalî gibi görünen sorunlarla u ra malarını istemektedir. «Bilginler doymu kaz gibidirler; yeni dü ünceleri hemen budalaca diye niteleyerek kafalarını sokmazlar.» 17 Aralık 1967'de ' kinci Dü ünceler' ba lı ı altında Die Zeit öyle diyordu: «Ruslar yıllardır batıdaki uçan daire heyecanıyla alay edip durmu lardı. Bu yakınlarda Pravda'da böyle garip gök araçlarının var olamayaca ını belirten resmî bir yalanlama çıkmı tı. imdiyse Hava Kuvvetleri Generallerinden Anatolyi Stolyakov, bütün UFO raporlarını inceleyecek bir komiteye ba kan atanmı tır. Bu durumla ilgili olarak Times gazetesi unları yazmaktadır: 'UFO'lar ister toplu hayallerin ürünü olsun, ister Venüslü ziyaretçiler oldukları ileri sürülsün, isterse tanrısal bir uyarma olarak kabul edilsinler; haklarında mutlaka bir açıklama olmalıdır; yoksa Ruslar hiç bir zaman bir Soru turma Komisyonu kurmazlardı.» 30 Haziran 1908 sabahı saat 07:17'de Sibirya'da görülen olay, 'uzaydan gelen
nesneler' konusunda en ilginç olanıdır. Trans-Siberian Demiryolu'nun yolcuları güneyden kuzeye do ru kayan bir ate topu görmü lerdi. Bu parlak kütlenin stepte kaybolmasından az sonra gök gürültüsünü andıran korkunç bir ses treni sarsmı , ardından kesintisiz patlamalar duyulmaya ba lamı tı. Dünya üzerindeki Sismograf istasyonları hatırı sayılır bir yer sarsıntısı kaydetmi ler, olayın merkezinden 885 kilometre uzaktaki Irkuts'taki sismografın i nesi bir saat boyunca durmadan titremi ti. Gürültü ise yarıçapı 1000 kilometreyi a kın bir alanda duyulmu tu. Sürülerle ren geyi i ölmü , göçebeler çadırlarıyla birlikte gö e uçmu lardı. Görgü tanıklarının ifadelerinin toplanmasına ancak 1921'de o da Profesör Kulik'in ön ayak olmasıyla ba landı. Kulik ayrıca Taiga'nın bu seyrek nüfuslu bölgesine yapılacak bir ara tırma gezisi için de para toplamayı ba ardı. 1927'de Tunguska'ya varan bilim adamları dev bir gökta ının yarattı ı bir kraterle kar ıla acaklarına inanıyorlardı. Ancak olayın geçti i bölgeye varınca yanıldıklarını anladılar. Patlamanın merkezinden 60 kilometre kadar uzaktan ba lamak üzere hiç bir a acın tepesi yoktu. Merkeze yakla tıkça çevre daha da çorakla ıyordu. Merkezde ise bütün a açlar, telgraf direkleri gibi yontulmu , en iri a açlar dı a do ru parçalanmı lardı. Daha kuzeye ilerleyen bilim adamları, her yanda geni çapta bir yangının izlerine rastlayınca, bölgede korkunç bir patlama oldu u kanısına vardılar. Bataklık toprakta, türlü boylarda deliklerle kar ıla ınca, gökta larından ku kulanarak topra ı kazdılar. Ancak hiç bir kalıntı yoktu; ne bir demir, ne bir nikel ne de bir ta parçası... Ara tırmaya iki yıl sonra daha büyük delme araçları ve geli tirilmi teknik araçlarla devam edildi. Ancak 35 metre derinli e kadar kazıldıysa da, hiç bir gökta ı kalıntısı bulunamadı. 1961 ve 1963 yıllarında Sovyet Bilimler Akademisi Tunguska'ya iki ara tırma ekibi daha gönderdi. 1963'teki ekibe jeofizikçi Solotov önderlik ediyordu. Bu sefer en modern teknik araçlarla donatılmı bilim adamları, Sibirya patlamasının nükleer bir patlama oldu u sonucuna vardılar. Bir patlamaya yol açan belirli fiziksel büyüklük oranları bilinirse, o patlamanın türü de ortaya çıkar. Tunguska patlamasında çok büyük ı ın enerjisi saçıldı ı biliniyordu. Bilim adamları patlama merkezinden 17,5 kilometre ötede bile radyasyon etkisiyle kavrulmu a açlar bulmu lardı. Ancak ya bir a acın ate alabilmesi için santimetre karesine 70 ile 100 kalori arasında ı ın enerjisi dü mesi gerekiyordu. Zaten patlamanın im e i öylesine parlaktı ki, uzun süre, 199,5 kilometre uzakta bile ikinci gölgeler yaratmaya devam etmi ti. Bu ölçümlerden yararlanılarak patlamada ortaya çıkan ı ın enerjisinin 2,8 x 1023 erg dolaylarında oldu u hesaplandı. (Açıklayayım: Bilimlerde erg, 'i in ölçüsüdür.' 1 gram kütlesi olan bir böcek, 1 santimetre yüksekli inde bir duvara tırmanırken 981 erg de erinde güç ortaya koyar.) Ara tırmacılar 17,5 kilometrelik alan içindeki a açların küçüklü büyüklü dallarının karbonize oldu unu görmü lerdi. Bu da anî bir ısınmanın söz konusu oldu unu gösteriyordu. Yani dallardaki karbonla ma, bir orman yangını de il, bir patlama sonucu ortaya çıkmı tı! Üstelik karbonla manın görüldü ü a açlar, ı ı ın süzülmesine engel olacak gölgelerin bulunmadı ı yerlerdeydi. Böylece a açların radyasyona hedef oldukları kesinlik kazandı. Bütün bu etkilerin bir araya toplanması, 1023 erglik bir enerji olu turuyordu. Bu enerji 10 megatonluk bir atom bombasının yok edici gücüne e itti.
Yani: 100.000.000.000.000.000.000.000 erg! Bütün incelemeler bir nükleer patlamanın söz konusu oldu unu gösteriyor, kuyruklu yıldız çarpması, ya da gökta ı dü mesi gibi iddiaları temelden çürütüyordu. 1908 nükleer patlaması için ne gibi açıklamalar yapılmı tı? 1964 Martında Leningrad gazetelerinden Svesda'da, Cygnus takımyıldızındaki gezegenlerden birinde ya ayan akıllı yaratıkların, dünyayla ili ki kurmak istedikleri ileri sürüldü. ddiayı savunan Genrich Altov ve Valentina uraleva, Sibirya'daki patlamanın, 1853 yılında Hint okyanusundaki Krakatoa Yanarda ının indifası sırasında uzaya da ılan, çok güçlü ve yo un radyo dalgalarına bir kar ılık oldu unu belirtiyorlardı. Uzak yıldızlardaki varlıklar, bu radyo dalgalarını uzaydan gelen sinyaller olarak de erlendirmi ler ve gerekti inden çok güçlü bir Laser ı ınını dünyaya yöneltmi lerdi. I ın, Sibirya üstlerinde atmosfere çarpınca maddeye dönü mü tü. Bu açıklamayı, biraz zorlanarak hazırlanmı izlenimi verdi i için kabul edemiyorum. Olayı anti-maddenin topra a çarpmasıyla açıklamak isteyen teoriyi de kabul edemiyorum. Uzayın derinliklerinde anti-madde bulundu una kesinlikle inanıyorsam da, Tunguska'da izine rastlanabilece ini sanmıyorum; çünkü maddeyle anti-maddenin çarpı ması, ikisinin de yok olmasıyla sonuçlanır. Üstelik bir anti-madde parçasının dünyaya kadar maddeyle çarpı madan gelebilmesi çok uzak bir ihtimaldir. Ben, nükleer patlamanın, bilinmeyen bir uzay gemisinin enerji pilinin patlaması sonucu ortaya çıktı ını ileri sürenlerin görü üne katılıyorum. Garip bir görü mü? Belki, ama hiç olmazsa imkânsız de il. Tunguska gökta ı hakkında raflar dolusu kitap vardır. Ancak en önemli bilgilerden biri, patlama merkezindeki radyoaktivitenin, bugün bile, ba ka yerlerde oldu undan iki kere fazla oldu udur. A açların ve ya çemberlerinin dikkatlice incelenmesi, radyoaktivitenin 1908'den sonra gözle görülür biçimde arttı ını do rulamaktadır. Bu olay -ve ba kaları- hakkında tek ve kesin bir bilimsel delil ortaya konuncaya kadar hiç kimsenin, hem de neden göstermeksizin birtakım açıklamaları reddetmeye hakkı yoktur. Güne sistemimizdeki gezegenler hakkında bildiklerimiz çok kolay anla ılır türdendir. Bizim anladı ımız biçimde hayat, o da kısıtlı miktarlarda; yalnızca Merih'te geli ebilir. nsan, hayatı kendi aklının yarattı ı teorik bir sınıra hapsetmi tir. Bu sınırın adı ekosferdir. Güne sistemimizde yalnız Dünya, Venüs ve Merih ekosferin sınırına girerler. Bununla birlikte hayatın, yalnız bizim anladı ımız biçimde olmayaca ını, bilinmeyen hayat türlerinin geli mek için bamba ka ko ullar arayabilece ini unutmayalım. 1962 yılına kadar Venüs'te hayat oldu una inanılıyordu. Mariner ll'nin Venüs'e 33.789 kilometre yakla arak yolladı ı bilgiler bu gezegeni de kural dı ı bıraktı. Mariner ll'den gelen raporlar, Venüs'ün aydınlık ve karanlık yanlarındaki yüzey ısısının 420 derece santigrat oldu unu bildiriyordu. Böyle bir ısıda su bulunması imkânsızdı; ancak erimi metallerden olu an gölcükler bulunabilirdi. Böylece Venüs'ü Dünya'nın ikiz karde i olarak niteleyen dü ünce de, kökten yıkılmı oldu. Bununla birlikte, yüzeyde bulunan karbonla karı ık hidrojenin her türlü bakteri için yeti me ortamı olabilece i inancı yerle ti. Yakın zamanlara kadar bilginler Merih'te hayat olmasının dü ünülemeyece ini ileri sürüyorlardı. Ne var ki bir süredir bu iddia 'zorlukla
dü ünülebilir' biçimini almı tır, çünkü Mariner IV'ün ba arılı Merih seferi, istesek de istemesek de Merih'te hayat olabilece ini ortaya koymu tu. Hatta kom umuz Merih'in sayısız bin yıl önce bir uygarlık barındırmı olması bile mümkündür. Her durumda da Merih'in ayı olan Phobos özel bir dikkat ve inceleme gerektirir. Merih'in iki ayı vardır: Phobos ve Deimos (Yunanca anlamları Korku ve Deh ettir). Bunlar, Amerikan astronomi uzmanı Asaph Hail tarafından 1877'de ke fedilmeden önce de biliniyorlardı. 1610 yıllarında Johannes Kepler, Merih'in yanında iki uydu bulundu undan ku ku duyuyordu. Capucine rahibi Schyrl, Merih aylarını bir iki yıl daha önce gördü ünü ileri sürmü tü, ancak yanılmı olmalıydı, çünkü ça ının optik araçlarıyla Merih'in çok ufak uydularını görmesine imkân yoktu. Jonathan Swift, «Gülliver'in Seyahatlerinin üçüncü bölümünü olu turan «Laputa ve Japonya'ya bir Seyahat» adlı kitabında, Merih aylarını akıl almaz biçimde anlatır, üstelik büyüklüklerini ve yörüngelerini de verir. Bu parça üçüncü bölümden alınmadır: «(Laputa astronomları) zamanlarının büyük kısmını bizimkinden kat kat üstün teleskoplar yardımıyla gök cisimlerini incelemekle geçiriyorlar. En büyük teleskoplarının boyu bir metreyi a mıyorsa da, bizim metrelerce uzunluktaki teleskoplarımızdan daha çok büyütüyor ve yıldızları daha temiz gösteriyor. Bu avantaj onlara Avrupalı astronomlardan daha çok ey ke fetmelerini sa lıyor. 10.000 yıldızlık bir katalog yapmı lar, oysa bizim en büyük katalogumuzda en çok bu sayının üçte biri kadar yıldız kayıtlı. Aynı ekilde Merih'in çevresinde dönen iki uydu ke fetmi ler. Bunlardan içeride olanı, asıl gezegenin merkezinden üç çap, dı arıda olanı ise be çap uzaklıkta. Birincisi Merih çevresindeki turunu on, ikincisi yirmi bir buçuk saatte tamamlıyor; öyle ki dönme sürelerinin karesi, Merih'in merkezinden olan uzaklıkların küpüyle orantılı oluyor. Bu da onların, öteki gök cisimlerinde görülen yerçekimi yasalarının tıpkısına sahip olduklarını gösteriyor.» Swift, kendisinden tam 150 yıl sonra ke fedilmi olan Merih uydularını nasıl anlatabilir? Birtakım astronomlar, Swift'ten de önce Merih'in uyduları olabilece ini tahmin ediyorlardı. Ancak tahmin bu ölçüde kesin bilgiler vermek için yeterli olamaz. Swift'in bu bilgiyi nereden elde etti ini bilmiyoruz. Gerçekten de bu uydular, güne sistemimizdeki uyduların en küçük ve en garibidirler. kisi de Ekvator'un üstünde, hemen hemen daire biçimi bir yörünge izlerler. E er bizim ay'ımız kadar ı ık yansıtıyorlarsa, Phobos'un 16 kilometre, Deimos'un da yalnızca 8 kilometrelik bir çapı olmalıdır. Ama e er yapmaysalar ve daha çok ı ık yansıtıyorlarsa, bu ölçülerden de küçük olmalıdırlar. Güne sistemimizde, ana gezegenden daha hızlı dönen tek uydular bunlardır. Merih'in dönü üne göre, Phobos bir Merih gününde iki tur yaparken, Deimos gezegenden biraz daha hızlı döner. Birçok astronom Merih aylarının, Merih'in çekim alanına kapılan ba ıbo uzay parçaları olabilece ini dü ündü ü için, planetoidler teorisi do du. Ancak iki uydunun da ekvator üzerinde ve aynı yörüngede uçmaları, bu teoriyi savunulamaz duruma dü ürür. Uzaydan gelen bir parça, bir rastlantı sonucu bu durumu alabilir, ama ikisi birden almı olamaz. Son ölçümler modern uydu teorisini ortaya koydu: Ünlü Amerikan astronomi bilgini Carl Sagan ve Rus bilim adamı lovski, 1966'da yayımladıkları «Uzaydaki Akıllı Hayat» adlı kitapta, uydu Phobos'un yapma bir uydu oldu unu kabul ederler. Sagan bir dizi ölçüm yaparak Phobos'un içi oyuk bir uydu
oldu u sonucuna varmı tır ve içi oyuk bir uydu do al olamaz. Gerçekten de Phobos'un yörüngesindeki gariplik, görünü teki kütlesiyle hiç bir benzerlik göstermemekte; tersine, içi oyuk gövdelerin yörüngesine benzemektedir. Moskova Stenberg Enstitüsü Radyo-Astronomi Bölümü yöneticisi lovski, Phobosltaki normal olmayan, garip bir hızlanma gözledikten sonra aynı sonuca varmı tır. Bu hızlanma, bizim yapma uydularımızda görülen hızlanmaya çok benzemektedir. Günümüzde Sagan ve lovski'nin kuramları, birçok insan tarafından ciddîye alınmaktadır. Amerikalılar, Merih uydularını dünyaya ta ıyacak yeni roketler tasarlamaktadırlar. Ruslar da önümüzdeki yıllarda Merih uydularını birçok gözlemevinden inceleyeceklerdir. Do u ve batıdaki birçok bilim adamının destekledi i, bir zamanlar Merih'te geli mi bir uygarlık oldu u görü ü do ruysa, aynı uygarlı ın bugün neden var olmadı ı sorusu ortaya çıkar. Merih'teki akıllı yaratıklar yeni bir ortam aramak zorunda mı kalmı lardı? Gün geçtikçe daha çok oksijen kaybeden gezegenleri onlara yerle ecek yenidünyalar aramaya mı zorlamı tı? Uygarlıkların yıkılmasına bir uzay felâketi mi neden olmu tu? Son olarak da, Merihlilerin bir bölümü kom u gezegenlerden birine kaçmayı ba armı lar mıydı? Dr. Emanuel Velikovski, 1950'de yayınlanan ve bilim çevrelerinde hâlâ tartı ılan «Çarpı an Dünyalar» adlı kitabında, dev bir kuyruklu yıldızın Merih'e çarptı ını ve bu çarpı ma sonunda Venüs'ün ortaya çıktı ını öne sürmü tü. Venüs'te yüksek bir yüzey ısısı, karbonla karı ık hidrojenden olu mu bulutlar ve düzensiz bir dönü bulundu u takdirde, teorisi ispatlanacaktı. Az önce sözünü etti im Mariner ll'den gelen bilgiler, Velikovski'nin teorisini do rulamaktaydı. Venüs, «tersine» dönen tek gezegendi; yani Merkür, Dünya, Merih, Jüpiter, Satürn, Uranüs ve Neptün'ün uydu u güne sistemi kurallarına uymuyordu. E er Merih gezegenindeki uygarlı ın yok olmasına, uzayla ilgili bir felâket yol açtıysa, dünyamızın geçmi te uzaydan birtakım ziyaretçileri a ırladı ını ileri süren teorime de erli malzemeler sa lanır. O durumda Merihli devlerin dünyaya kaçıp, orada rastladıkları yarı-akıllı yaratıklarla çiftle erek 'homo sapiens'i ortaya çıkartmaları imkân dâhiline girer. Merih'teki yerçekimi dünyadaki kadar güçlü olmadı ı için Merihlilerin bizlerden daha a ır ve iri yaratıklar olmaları gerekir. Böyle olunca da, destanlarda, kutsal kitaplarda sözü edilen gökten gelen devlerin, kocaman ta ları oradan oraya ta ıyanların, dünyada henüz bilinmeyen sanatları ö retenlerin gerçek yüzü ortaya çıkmı olur. Bir dolu ey hakkında çok az ey biliyoruz. Çözümlenebilecek bütün bilmecelere bir kar ılık bulunana kadar, « nsan ve Bilinmeyen akıllılar» konusu, ara tırmacıların defterinde kalacaktır.
ON B R NC ARA TIRMALAR
BÖLÜM:
DO RUDAN
HABERLE ME
ÇN
N SAN 1960’ta West Virginia'nın sakin U\J vadilerinden birinde, bir deney ba latıldı. Green Bank'taki büyük radyo teleskop, 11,8 ı ık yılı uzaklıktaki Tau-Ceti yıldızına yöneltilmi ti. Genç ve ünlü Amerikan astronomi bilgini Dr. Frank Drake, uzaydaki bilinmeyen akıllılarla ili ki kurabilmek için radyo sinyallerinden yararlanmayı amaçlayan bu tasarının önderli ini yapıyordu. lk deneyler dizisi 150 saat sürdü ve ba arısızlıkla sonuçlanmasına ra men, tarihe OZMA tasarısı olarak geçti. Deneylerin kesilme nedeni, deneyde görev alan bilim adamlarından bir bölümünün, uzayda radyo iletimi olmadı ını ileri sürmesinden çok, o günlerde istenen hedefe ula acak güçte aletlerin bulunmamasıydı. OZMA, türünün tek denemesi olarak kalmayacaktır. Pek yakında ayın yüzeyine, yıldızlar arasında büyük uzaklıkları tarayarak radyo sinyalleri yakalamaya çalı acak radyo teleskoplar dikilecektir. Uzayda radyo sinyalleri aramaktansa, uzaya radyo sinyali göndermek daha yararlı olmaz mı? Bununla birlikte bilinmeyen akıllı yaratıkların Rusça, spanyolca, ya da ngilizce anlamalarını bekleyemeyiz. Bu durumda varlı ımızı bildirebilmek için üç yol kalıyor: Matematik semboller, Lazer ı ınları ve resimler. Bunlardan birincisi en çok ba arılı olma e iliminde. Ancak uzaya bu çe it semboller göndermek için galaksiler arası dalga uzunlukları bulmamız gerekiyor. Hidrojen atomlarının çarpı masından do an 1420 megahertzlik frekans bu i için en uygun olanıdır. Çünkü hidrojen bir elemandır ve uzayda tanınma ansı çok yüksektir. Üstelik 1420 megahertz, dünya atmosferindeki kalabalık radyo dalgalarının dı ında kalır; böylece yanlı lık ve karı ma ihtimalleri ortadan kalkmı olur. Bu yolla da, uzaylı yaratıklara kadar rahatlıkla ula abilecek ve onlarca tanınabilecek bir sinyal elde edilir. Bu konuyla ilgili olarak, 22.12.1967 tarihli Die Zeit'da «Ay, ı ınlarla bombardıman edilecek!» ba lı ı altında çıkan haber çok ilginçtir: «Ayın dünyaya olan uzaklı ı hemen hemen kesin olarak bilinmekteyse de, astronomi uzmanları tatmin olmamaktadırlar. Bundan dolayı aya inecek ilk astronotlar yanlarında aynalar götürecek ve bunları ayın yüzeyine yerle tireceklerdir. Bu aynalar birbirine dik açılı olan üç yansıtıcıdan olu acaklar ve kendilerine yöneltilen her ı ı ı, kayna ına yansıtabileceklerdir. Bu ayna sistemi saniyenin yüz milyonda biri kadarlık sürelerle çıkan bir Lazer im e iyle bombardıman edeceklerdir. Lazer ı ını 1,50 metrelik bir açıklı ı olan bir teleskopla birlikte kullanılacak, aydan geri dönen ı ınlar bu teleskop tarafından alınarak bir fotokopi aracına iletileceklerdir. Böylece ı ınların gidip gelme süresinden yararlanılarak ayın uzaklı ı çok yakın bir biçimde bulunacaktır.» Aynı türden bir ey tersine dü ünülebilir. Yani birtakım uzaylı yaratıklar varlıklarını ba kalarına bildirme çabalarına giri mi olabilirler. öyle ki, CTA 102'nin radyasyon enerjisi, 1964 sonbaharında ansızın artmı tı. Bunun üzerine Rus astronomi bilginleri, dünyanın belki de çok geli mi bir uygarlıktan sinyaller aldı ını açıklamı lardı. CTA 102
yıldızı, California Institute of Technology'nin radyo astronomları tarafından 102 numarayla kayıtlandı ı için bu adı almı tı. Astronomi bilgini olomitski, 13 Nisan 1965 günü Moskova Stenberg Enstitüsünde yaptı ı konu mada unları söylemi ti: «1964 Eylülünün sonunda ve ekiminin basında, CTA 102'den gelen radyasyon enerjisi çok fazlala mı , ancak bir süre sonra yeniden normale dönmü tü. Yılsonuna do ru kayna ın gücü yine ansızın yükseldi, ilk kaydı dü ürmemizden tam 100 gün sonra ikinci bir doru a vardı.» olomitski'nin efi Profesör Slovski de radyasyonda bu tür dalgalanmaların normal olmadı ını eklemi ti. Bu sırada Hollandalı astrofizikçi Maarten Schmidt, kesin ölçülere dayanarak, CTA 102'nin dünyadan 10 milyar ı ık yılı uzakta oldu unu ortaya koymu tu. Bu durumda akıllı yaratıkların yolladı ı radyo ı ınları 10 milyar yıl önce yola çıkmı oluyordu. Ancak günümüzün son hesapları, dünyanın o zamanlarda var olmadı ını gösteriyordu. Bu anlayı uzaydaki ba ka hayatların ara tırılması i lemi için bir bakıma bitirme vuru uydu. Bununla birlikte uzayda hayat arama, hiç bir ba arı ansına sahip olmasaydı, Amerika Rusya, Jodrell Bank ve Almanya'daki Stockert astrofizikçileri, ara tırmalarını kocaman yöneltme antenleriyle radyo yıldızlar ve kazarlar üzerinde yo unla tıramazlardı. Epsilon-Eridiani ve Tau-Ceti yıldızları bizden 10,2 ve 11,8 ı ık yılı uzaktadırlar. Yani bu 'kom ularımıza' yollanacak radyo dalgaları 11 yılda hedefe varabilir ve 22 yıl içinde bir kar ılık almamız sa lanabilir. Daha uzaktaki yıldızlarla radyo dalgaları aracılı ıyla haberle me, aynı oranda daha uzun süreler gerektirir. Milyonlarca ı ık yılı uzaklıkta kurulmu uygarlıklarla haberle me ise bu yolla imkânsızdır. Peki, bu çe it bir atılım için elimizdeki tek teknik kaynak, radyo dalgaları mıdır? Sözgeli i, varlı ımızı gözle görünür biçimde belli edebiliriz. Jüpiter ya da Merih'e yöneltilecek güçlü bir Lazer ı ınının, oralarda akıllı yaratıklar ya adı ı sürece, dikkati çekmemesi imkânsızdır. Bir ba ka dü ünce de, geni alanlarda büyük renk farklılıkları gösterecek, aynı zamanda da evrensel bir geçerlili i olan matematik ya da geometrik bir sembolü temsil edecek türden bitkiler ekmektir. Atılgan ve mantıklı bir öneri u biçimdedir: Kenarları 600 mil uzunlu unda olacak bir e kenar üçgenin kenarlarına patates ve ortasındaki bir daireye bu day ekilebilir. Böylece her yaz kenarları ye il, ortası sarı bir e kenar üçgen olu ur. Bu durumda e er onları aradı ımız gibi, bizi arayan akıllı yaratıklar varsa, söz konusu ekil hemen dikkati çeker. Çünkü neresinden bakılırsa bakılsın, hiç bir ekilde bir tabiat harikasına benzemeyecektir. Bir ba ka dü ünce de, ı ıkları dikine yollayacak bir fenerler zinciri kurmayı önermi tir. Bu fenerlerin yarataca ı ı ık denizi uzaklardan bakınca bir atom modeline benzeyecektir. Bu türden daha birçok öneri vardır. Bütün bu öneriler, birilerinin bizi gözlemesi halinde geçerli olabilecektir. Yoksa bu sorunu yanlı yerinden mi tutuyoruz? Gizli olan her eye antipati duymamıza ra men, daha keskin açıklanamamı bazı fiziksel olaylara bakmamazlık edemeyiz: Sözgeli i, geni bir bilimsel temel üzerinde kanıtlandı ı halde henüz açıklanamamı olan zekî beyinler arasındaki dü ünce alı veri i konusunda.
Birçok üniversitenin parapsikoloji bölümünde, manyetizma, hayal, dü ünce nakil v.b. gibi daha önce açıklanmamı olaylar, çok kesin bilimsel yöntemlerle ara tırılmaktadırlar. Bu incelemeler sırasında birtakım hayalet hikâyeleri ve dinsel çılgınlıkların ürünü olan olaylar aradan çıkarılmaktadır. Pek yakın zamanlara kadar tabu sayılan bu ara tırma alanında, büyük geli meler kaydedilmi tir. 1959 a ustosunda Nautilus denemesi sonuçlandı. Deneme, dü ünce naklinin yanı sıra, insan beyinleri arasındaki aklî haberle menin radyo dalgalarından güçlü olabilece ini de gösterdi. Deneme u biçimdeydi: Nautilus, «Dü ünce vericisi»nden binlerce kilometre ötede, suyun birkaç yüz metre altına dalmı tı. Bütün radyo haberle meleri kesilmi ti, çünkü bugün bile radyo dalgaları belirli bir derinli i a amazlar. Öte yandan Bay X ile Bay Y arasındaki aklî haberle me devam ediyordu. Böyle bilimsel testlerden sonra insanın aklına, beynin ba ka neler yapabilecek güçte oldu u sorusu geliyor. Beyin ı ıktan hızlı haberle meyi sa layabilir mi? Bilim tarihine geçen Cayce olayı belki bu soruya kar ılık verebilir. Kentuckyli basit bir çiftçinin o lu olan Edgar Cayce, beyninde gizli duran akıl almaz yeteneklerin farkında de ildi. 5 Ocak 1945'te öldü ü halde, doktorlar ve psikologlar hâlâ onun hareketlerini de erlendirmeye u ra ıyorlar. Edgar Cayce, daha pek gençken hastalanmı tı. Her yanına kramplar giriyor, yüksek ate ten komada yatıyordu. Doktorlar kendisine gelmesi için çabalarlarken, Edgar Cayce ansızın yüksek sesle ve açık seçik konu maya ba lamı tı. Neden hasta oldu unu, hangi ilâçlara gerek duydu unu açıklamı belirli otlardan yapacakları bir merhem hazırlamalarını ve belkemi ine sürmelerini söylemi ti. Doktorlar ve çocu un yakınları a kınlık içinde kalmı lardı, çünkü çocu un bu bilgiyi nereden elde etti ini ve birtakım sözcükleri nereden ö renebilece ini hiç biri bilmiyordu. Edgar, kendi tavsiye etti i ilâçlarla kısa sürede iyile ti ve aya a kalktı. Bu olay bütün yörede günün konusu olmu tu. Birçok kimse Edgar'ın komada konu tu unu göz önüne alarak, ipnotize oldu unu ileri, sürmü tü. Ancak çocu u ipnotize edebilecek hiç bir etken yoktu. Edgar bir arkada ı hastalanınca, daha önce ne gördü ü ne de duydu u Latince adlarla bir reçete yazdırtmaya ba ladı. Arkada ı bir süre sonra iyile mi ti. lk olay bilimsel çevrelerde ciddî kar ılanmamı tı, ancak ikinci olay sonunda Amerikan Tıp Birli i, böyle olayları gözlemek ve her ayrıntıyı kaydetmek üzere bir komisyon kurdu. Cayce uyku durumundayken, ancak uzun görü melerin sonucu olabilecek bilgi ve yetenekler kazanıyordu. Bir keresinde çok zengin bir adam için hiç bir yerde bulunmayan bir ilâcın «reçetesini yazmı tı.» Adam büyük gazetelere ilânlar vererek ilâcı aramaya koyulmu tu. Paris'ten mektup yazan genç bir doktor, babasının bu ilâcı yıllar önce hazırladı ını, ama hiç bir yerde kullanmadı ını bildiriyordu. Söz konusu ilâcın yapımında kullanılan maddeler, Cayce'ın belirtti i maddelere çok benzemekteydi. Edgar daha sonra bir ba ka ilâcın «reçetesini» yazmı , ayrıca bulunabilece i çok uzak bir laboratuvarın adresini de vermi ti. Laboratuvara edilen bir telefon, ilâcın henüz geli tirilmekte oldu unu ortaya çıkarttı. Formülü hazırlanmı , ancak bir ad
konmadı ından daha satı a çıkarılmamı tı. Edgar, dünyanın dört bir yanından ko up gelen hastalar için günde iki kez, ikisinde de doktorların yanında ve ücret almadan, görü me yapıyordu. Te hisleri ve reçeteleri her zaman do ru oluyordu; ancak trans durumundan çıkınca ne söyledi ini hatırlamıyordu. Doktorlar nasıl te his koydu unu sorduklarında Edgar istedi i beyinle ili ki kurabilece ini ve istedi i bilgileri toplayabilece ini söyledi. Dedi ine göre hastanın beyni, gövdede neyin eksik oldu unu bilirdi. Elbette bu durumda yapılacak i lem çok basitti! Hastanın beynine rahatsızlı ın nerede oldu unu soruyor, sonra da dünya üzerinde, ne yapılması gerekti ini bildirecek beyni arıyordu. Ben, diyordu Edgar, bütün beyinlerin bir parçasıyım. Bu a ırtıcı dü ünce teknoloji gerçeklerine uygulanınca öyle bir görüntü ortaya çıkar. New York'taki dev bir elektronik beyin, bütün fizik bilgileriyle doldurulabilir. Nereden ve ne zaman sorguya çekilirse çekilsin, kar ılı ı saniyeden de küçük zaman birimleri içinde verilebilir. Bir ba ka elektronik beyinde Zürich’te bütün tıp bilgilerini toplayabilir. Moskova'daki bir ba kası bütün biyoloji bilgilerini, Kahire'deki bir benzeri de bütün astronomi bilgilerini kapsayabilir. Radyo ba lantısıyla Kahire'deki elektronik beyin, saniyenin yüzde birinde Zürich’tekine kar ılık verebilir. Edgar Cayce'ın beyni de, bugün ufak çapta uygulanmakta olan elektronik beyin birle tirmesine benzer biçimde çalı ıyor olmalıydı. imdi cesur bir tahminde bulunaca ım: Ya bütün beyinlerde, her türlü canlı yaratıkla ili ki kurmayı sa layacak bilinmeyen enerji biçimleri varsa? Bugün insan beyninin ancak onda birinin gücü ve çalı ma biçimini biliyoruz. Peki, geriye kalan onda dokuz ne yapıyor? Birçok hastalı ın irade yoluyla iyile tirildi i bir gerçektir, ancak bu konuda kesin bir bilimsel açıklama, hatta kesin bir bilgi bile yoktur. Beyinde en güçlü enerji biçimlerinin var oldu unu kabul edersek, beyinden yayılacak güçlü bir tepki, her yana anında yayılacaktır. E er bilim bu «vah î» dü ünceyi gözle görülebilir biçime getirirse, uzaydaki bütün zekâların aynı yapıda oldukları anla ılır. Bu ola anüstü dü üncenin gerçekten var olabilece ini göstermek için 29-30 Mayıs 1955 tarihleri arasında yapılmı olan bir deneyin raporunu vereyim. Söz konusu iki gün içinde 1008 insan, aynı saniyede birtakım resimler, cümleler ve sembol grupları üzerinde konsantre olmu lardı. Bu yo un dü ünceler uzaya yayılmı lardı. Sonuçlar a ırtıcıydı. Deneyde görev alan ki ilerden hiç biri ötekini tanımıyordu ve oturdukları yerler arasında yüzlerce kilometrelik farklar vardı. Bununla birlikte bu ki ilerin yüzde 2,7'si bir resim, daha do rusu bir atom modelinin resmini gördüklerini belirtmi lerdi. Aralarında herhangi bir anla ma söz konusu olamayaca ı için yüzde 2,7'si aynı «aklî resmi» görmü olmaları a ırtıcıdır. Telepati? Hokus pokus? ans? Kesin olan bir ey varsa, o da her eyi daha iyi bilmedi imizdir. imdilik açıklanamayan bu alanlardan yeniden konumuza dönelim. Kasım 1961'de West Virginia, Greenbank'taki Ulusal Radyo Astronomi Gözleme Evinde on bir yetkilinin gizli bir toplantı yaptı ı artık bir sır de ildir. Bu toplantının da konusu, dünya dı ı akıllı yaratıklardır. Aralarında Dr. Giuseppe Cacconi, Dr. Su u Huang, Dr. Philip Morrison, Dr. Frank Drake, Dr. Otto Struve, Dr. Carl Sagan ve Nobel ödülü almı Melvin Calvin de bulunan bilim adamları, Green Bank Formülü olarak bilinen sonuca varmı lardı. Bu formüle göre galaksimizde bizimle ili ki kurmaya çalı an ya da
kendileriyle ili ki kurulmasını bekleyen 50 milyon de i ik uygarlık bulundu unu göstermektedir. N=R+ fp ne f| fj fC L Bu formülde: R+
: Güne imize benzeyen yıldızların ortalama sayısı,
fp
: Üstünde canlı bulunması mümkün yıldızlar,
ne : nsan standartlarına uygun hayatın sa layabilecek gezegenlerin ortalama sayısı, fl
geli mesi
için
gerekli
ko ulları
: Bu tür gezegenlerden üstünde gerçekten hayat geli enler,
fi : Güne lerinin ömrü boyunca kendi güçleriyle hareket edebilen akıllı canlıların bulundu u gezegenler, fc
: Teknik uygarlıklarını geli tirmi akıllı yaratıkların ya adı ı gezegenler,
L : Ancak uzun süre ayakta kalan uygarlıkların birbirleriyle kar ıla abilmeleri bakımından, uygarlıkların hayat süresi, Formüldeki her bölüm için en ufak sayıları aldı ımızda, N = 40 En büyük sayıları aldı ımızda, N = 50.000.000 çıkar. Ba ka bir deyi le, en kötümser tahminle Samanyolu’nda 40 grup akıllı yaratık vardır ve bunlar ba ka uygarlıklarla ili ki kurmaya çalı maktadırlar. En atılgan tahmin ise uzaydan bir i aret bekleyen 50 milyon bilinmeyen uygarlık bulundu unu gösterir. Green Bank hesapları, bugünkü yıldız sayısını de il, Samanyolu var oldu undan beri gelip geçmi bütün yıldızları temel alır. Bilim adamlarının güvendikleri bu formül yüz binlerce yıl önce, çok geli mi teknolojileri olan uygarlıkların var olmu olabilece ini ortaya koyar. Bu da çok eski ça larda dünyamızı ziyarete gelen 'tanrılar' üzerine kurdu um teorimi destekler. Amerikan astro biyologu Dr. Sagan da, dünyanın do u undan bu yana en az bir kez uzaylılar tarafından ziyaret edildi ine inanmaktadır. Exobiyoloji, henüz kurulu döneminde bulunan bir bilim dalıdır. Yeni bilim dalları tutunabilmekte büyük güçlük çekerler. Ancak tam bir tarafsızlıkla dünya dı ı hayatı incelemeyi amaçlayan exobiyoloji, birçok tanınmı bilim adamı tarafından desteklendi i için aynı güçlü ü duymayacaktır. Bu yeni dalın ciddiyetini anlatmaktansa, bünyesinde topladı ı bilim adamlarını sıralamak daha yerinde olur sanırım: Dr. Freeman Ouimby (NASA exobiyoloji program efi), Dr. Ira Blei (NASA), Dr. Joshua Lederberg (NASA), Dr. L. P. Smith (NASA), Dr. R. E. Kaj (NASA), Dr. Richard Young (NASA), Dr. H. S. Brown (Kaliforniya Teknoloji Enstitüsü), Dr. Edward Purcell (Harvard Üniversitesi Fizik Profesörü), Dr. R. N. Bracewells (Stanford Radyo Astronomi Enstitüsü), Dr. Townes (1964 Nobel Fizik Ödülü), Dr. l. S. lovski (Moskova Stenberg Enstitüsü), Sir Bernard Lowvell (Jodrel Bank), Dr. Wernher von Braun (A.B.D. Satürn
Roket Programı Ba kanı), Profesör Dr. Oberth, (von Braun'un ö retmeni), Profesör Dr. Stuhlinger, Profesör Dr. E. Sanger ve daha birçokları... Bu ki iler, dünyanın dört bir yanındaki exobiyolojistlerin temsilcileridir. Hepsinin de amacı, kitabımda teker teker ele almaya çalı tı ım ara tırma alanlarını çevreleyen uyu ukluk duvarını yıkmaktır. Türlü kar ı çıkmalara ra men exobiyoloji ya amaktadır ve bir gün en ilginç ve en önemli ara tırma dallarından biri olacaktır. Uzayın derinliklerine birini yollamadan, orada hayat olup olmadı ını nasıl kesinlikle anlayabiliriz? statistikler ve hesaplar, dünya dı ında hayat var oldu unu göstermektedir. Uzayda bakteri ve sporların izine rastlanmı tır. Bilinmeyen akıllı yaratıkların aranmasına ba lanmı , ancak inandırıcı, gözle görülür ve ölçülebilir bir sonuca ula ılamamı tır. NASA da bunları göz önüne alarak sekiz de i ik aracı geli tirmektedir. Bunların görevi güne sistemimizdeki ufak gezegenlerde hayat olup olmadı ını göstermektir. te söz konusu araçlar: Ekseni çevresinde dönen Optik Da ıtma, Profili, Mültivatör, Vidikon Mikroskopu, J-Band Hayat Arayıcısı, Radyo- zotop Biyokimyasal alet, Kütle Spektrometresi, Kurt Kapanı, Ultraviyole Spektrofotometresi. Halka çok yabancı kalan bu teknik terimlerin ardında gizlenenleri gösterebilmek için birkaç ipucu vereyim: «Ekseni çevresinde dönen Optik Da ıtma Profili», üstünde durmadan dönen bir ı ıldak bulunan bir laboratuvar aracıdır. Hedefine indi i andan itibaren ı ınlar saçmaya ve molekül aramaya ba lar. Moleküller her türlü hayat için gerekli olan eylerdir. Bunlardan biri, üç kimyasal bile imin yan yana gelmesinden olu an geni , helezon biçimli DNS molekülüdür. çindeki bile imler nitrojenli organik alkali, eker ve fosforik asittir. Kutuplanmı ı ınlar bir eker molekülüne çarpınca, kesintiye u rarlar; çünkü nitrojenli alkali adenin'in ekerle kimyasal birle iminin «ı ınlara kar ı aktif» etkisi vardır. DNS molekülündeki eker bile iminin de «ı ınlara kar ı aktif» etkisi bulundu undan, araçtaki ı ılda ın bir eker-adenin bile imine rastlaması ve bu bile imin yarattı ı kesintiyi sinyal olarak dünyaya göndermesi, o gezegende hayat oldu unu göstermek için yeterlidir. «Mültivatör,» bir roket tarafından küçük bir bavul gibi ta ınan ve gezegen yakınlarından geçerken yüzeye fırlatılan yarım kilo a ırlı ında bir alettir. çindeki minik laboratuvar, on be de i ik deney yapma ve bunların sonuçlarını dünyaya gönderme yetene indedir. «Radyo- zotop Biyokimyasal araç,» Gülliver takma adıyla geli tirilen bir aracın resmî
adıdır. Amacı ba ka bir gezegene yumu ak ini yapmak ve 15'er metre uzunlu undaki üç yapı kan ipi de i ik yönlere fırlatmaktır. Bu ipler birkaç dakika sonra geri çekilecek ve üstlerine yapı an toz, mikrop ve her türlü biyokimyasal nesne, bir sıvı kültür ortamına daldırılacaktır. Bu ortamın bir bölümü radyoaktif karbon izotopu C.14'le zenginle tirilmi olacaktır; bu durumda içine giren mikro-organizmalar, metabolizmalarından karbon dioksit, CO2, çıkaracaklardır. Karbon dioksit gazı sıvı kültürden kolaylıkla ayrı tırılacak ve C.14 çekirde i bulundurulan gazın radyoaktivitesini ölçen bir araca yollanarak sonuç dünyaya bildirilecektir. NASA'nın dünya dı ı hayatı bulmak için geli tirdi i bir araçtan daha söz etmek istiyorum. Kurt kapanı olarak bilinen bu araç da bir ba ka gezegene yumu ak ini yapacak ve çok çok kolay kırılabilen bir ucu bulunan emici tüpünü yüzeye uzatacaktır. Tüp yere de er de mez ucu kırılacak ve her türden toprak örnekleri içine dolacaktır. Bu aracın içinde de her türden bakterinin hızla büyümesini sa layacak kültür ortamları olacaktır. Bakterilerin hızla ço alması sıvı ortamları bulandıracak ve pH de erlerini artıracaktır. (pH de eri bir asitin asitlik derecesidir.) Bu iki de i im de kolaylık ve do rulukla anla ılabilecektir: Sıvıda olu acak bulanmayı bir ı ın ve foto-hücre, asit bölümündeki de i meyi de bir elektronik pH ölçme aracı gösterecektir. Ortaya konacak sonuçlar gezegende hayat olup olmadı ı konusunda kesin sonuçlara varmamızı sa layacaktır. NASA programı ve onunla ilintili olan dı dünyalarda hayat arama çalı malarına milyonlarca dolar harcanacaktır. Yukarıda sözü edilen ilk araçlar Merih'e yollanacaktır. Ku kusuz, insan bu minik laboratuvarları izleyecektir. Dr. von Braun ilk insanın Merih'e 1982 yılında ayak basaca ını söylemektedir. NASA'nın bu yolculu u gerçekle tirmek için gerekli teknik kaynakları vardır, yalnızca Amerikan Senatosunun yeterli ve kesintisiz yatırımlarını beklemektedir. A.B.D.'nin bugünkü sorumluluklarına ek olarak Vietnam sava ı ve uzay programı gibi iki büyük para yutucusu vardır ve bunlar dünyanın en zengin devletine bile a ır bir yük olmaktadır. Merih yolculu u için tasarılar tamamlanmı , gidecek uzay gemisinin maketi yapılmı tır. Maket HuntsviIIe'deki ola anüstü bir insanın, Dr. Ernst Sthliger'in masası üzerinde durmaktadır. Stuhlinger, Huntville, Alabamadaki George Marshall Uzay Uçu u Merkezinin bir bölümü olan Ara tırma Proje Laboratuvarının yöneticisidir. Laboratuvarlarında yüzlerce bilim adamı çalı makta ve plasma, nükleer ve termofizik alanlarında deneyler yapmaktadırlar. Gelece in elektronik roket motoru ve insanı Merih'e götürecek uzay gemisinin desinatörü Stuhlinger'dir. Stuhlinger'i Amerika'ya, arkada ı Dr. Wernher von Braun, kinci Dünya Sava ının hemen ardında getirmi ti. Birlikte Amerikan Hava Kuvvetleri için roketler yapmı lar, Kore Sava ının patlak verdi i sıralarda Fort Bliss'teki merkezden Huntsville'e ta ınmı lar ve dev atılımlara alı kın Amerika'nın bile görmedi i bir tasarı üzerinde çalı malara ba lamı lardı. O günlerde Huntsville, Appala da larının eteklerinde küçük, sakin bir kasabaydı. Roketçilerin geli iyle bu ufak pamuk kasabası sirke döndü. Fabrikalar, roket deneme platformları, laboratuvarlar, dev hangarlar ve daha bir sürü çelik kurulu , göz açıp kapayana kadar her yanı kapladı. Bugün Huntsville'de 150.000 ki i ya amaktadır ve kasaba halkı heyecanlı uzay hayranları olmu lardır. lk Redstone roketlerinin
ate lenmesi sırasında korku içinde bodrumlarına kaçı an Huntsvilleliler, bugün Satürn roketlerinin her yanı kaplayan korkunç gürültüsüne aldırmamaktadırlar. Her Huntsvillelinin yanında, Londralıların emsiyeleri gibi, birer kulaklıkları bulunmaktadır. Kasabalarına «Roket Kenti» adını vermi lerdir ve Senatonun her yatırım kısıtlama kararında ta kınlıklar yapmaktadırlar. «Almanları» ve NASA'Iarı ile övünmektedirler, çünkü Huntsville bugün NASA merkezlerinin en büyü ü olmu tur. Bütün dünyanın yakından tanıdı ı Redstone roketlerinden, dev Satürn V'e kadar her roket burada tasarlanmı ve uygulama alanına konmu tur. A.B.D.'nin ay programı için bugüne kadar harcadı ı para milyarları a maktadır. Huntsville'de von Braun'un emri altında 7.000 teknisyen, mühendis ve bilim adamı çalı maktadır. 1967'de A.B.D.'nin uzay programı için her alandan 300.000 bilim adamı görev almı tı. 20.000'i a kın endüstri firması da tarihin en büyük ara tırması için çalı ıyorlardı. Dr. Pschera, HuntsviIIe'i ziyaretim sırasında, ara tırma gruplarının hiç durmadan yeni 'parçalar' geli tirmek zorunda olduklarını söylemi ti. Dünyada kullanılan birçok teknik araç yapı tırma ve kaynak i lemleri, uzaydaki bo lu a çıkınca çalı maz hale geliyorlardı; bu bakımdan mutlak bo lukta i görebilecek araçların geli tirilmesi gerekiyordu. Uzay gemileri endüstrisi, otomobil endüstrisini çoktan geride bırakmı tır. 1 Haziran 1967'de Cape Kennedy Uzay Merkezinde 22.828 ki i çalı ıyordu. Bu istasyonun yıllık harcaması ise 475.784.000 dolardı! Bütün bunlar birkaç delinin aya gitmek istemesinden midir? Sanırım günlük araçlardan dünyanın her yanında hayat kurtaran araçlara kadar (ki bunlar yalnızca yan ürünlerdir) uzay yolculu una neler borçlu oldu umuzu gösterecek yeterli örnekler verdim. Geli mekte olar süper teknoloji insanlı a felâket getirmeyecektir; tersine, insanlı ı dev adımlarla ileriye götürecektir. Wernher von Braun'ın bu kitabın konusu hakkındaki dü üncelerini ö renmek fırsatını buldum: «Dr. von Braun, güne inanıyor musunuz?»
sistemimizdeki öteki gezegenlerde hayat bulaca ımıza
«Yakın bir gelecekte Merih'e gidece imize ve orada ilkel hayat biçimlerine rastlayaca ımıza inanıyorum.» «Uzayda bizden ba ka akıllı yaratıklar olması sizce mümkün müdür?» «Evet, uzayda yalnız bitki ve hayvanlar de il, akıllı yaratıklar da oldu una inanıyorum Bu türden bir hayatın bulunması çok ilginç olacaktır, ancak güne sistemimizle ba ka güne sistemleri arasındaki uzaklık ve galaksimizle ba ka galaksiler arasındaki daha da büyük uzaklı ı göz önüne alırsak, bu türden hayatı bulmanın, ya da do rudan haberle me sa lamanın çok güç oldu u görülecektir.» «Galaksimizde teknik açıdan daha ileri varlıkların ya adı ı, ya da ya amı olabilece i dü ünülebilir mi?» «Bugüne kadar galaksimizde ileri tekni e sahip varlıkların ya adı ını gösterecek bir delil ya da i aret ele geçirmi de iliz. Bununla birlikte, istatistik ve felsefî temellerden bakınca, bu tür geli mi canlıların varlı ına inanıyorum. Ancak yine belirteyim, bu inanı ı ispatlayacak herhangi bir bilimsel temel, kurulmu de ildir.»
«Bizden eski akıllı yaratıklar çok uzak bir geçmi te dünyamızı ziyaret etmi olabilirler mi?» «Bu ihtimali reddetmeyece im. Ancak bildi im kadarıyla bunu gösterecek herhangi bir arkeolojik çalı ma yapılmı de ildir.» «Satürn roketinin babası» ile yaptı ım görü me burada sona erdi. Ne yazık ki kendisine uzay gözüyle bakıldı ında sayısız sorulara yol açan arkeolojik buluntulardan, eski kitaplardaki garipliklerden ve açıklanamamı bir dolu bilmecelerden ayrıntılarıyla söz edemedim. Ama Dr. von Braun kitabımın basılmasını bekliyor.
ON K NC BÖLÜM: YARIN BUGÜNKÜ YER M Z neresidir? nsan bir gün uzaya egemen olacak mıdır? Uzayın eri ilmez uzaklıklarında ya ayan akıllı yaratıklar, çok uzak bir geçmi te dünyamızı ziyaret ettiler mi? Uzayın bir yerindeki bilinmeyen varlıklar bizimle ili ki kurmaya çalı ıyorlar mı? Ara tırmaların tüyler ürpertici sonuçları gizli mi tutulmalıdır? Tıp ve biyoloji dondurulmu insanları hayata döndürecek bir yol bulabilecek mi? Dünya insanı yeni gezegenleri kolonize edecek mi? Oralarda buldukları canlılarla ili ki kuracaklar mı? nsan ikinci, üçüncü ve dördüncü bir dünya yaratacak mı? Özel robotlar bir gün doktorların yerini alacak mı? 2100 yılının hastaneleri, hastalar için birer yedek parça dükkânı olacaklar mı? nsan ömrünü sunî kalp, ci er ve böbreklerle sonsuza kadar uzatmak bir gün mümkün olacak mı? Bu türden sorular kocaman bir ehrin telefon rehberini dolduracak kadar ço altılabilir. Her geçen gün yepyeni bir ey bulunmakta ve imkânsızlıklar listesinden bir soru daha, cevaplandırılmı olarak atılmaktadır. Yeni bilimin adı, gelecek bilimdir! Amacı ve hedefi, eldeki bütün teknik ve aklî imkânlardan yararlanarak, gelece in tasarlanması, ayrıntılı incelemesi ve anla ılmasıdır. Dü ünce tankları dünyanın her yanına da ılmı durumdadırlar. Yalnız Amerika'da bunlardan 164 tane vardır. Hükümetten ve a ır endüstriden sipari ler kabul etmektedirler. En tanınmı dü ünce tankı Santa Monica, Kaliforniya'daki Rand Corporation'ınkidir. Yüksek rütbeli hava kuvvetleri subayları, kıtalararası sava durumu üzerinde kendi ara tırmalarını yapmak istedikleri için 1945 yılında kurulmu tu. Bugün 843 seçilmi bilim adamının çalı tı ı bu merkezde, insanlı ın en olmaz görünen serüvenlerinin tasarıları yapılmaktadır. Daha 1946'da Rand bilim adamları, uzay gemilerinin askerî yararları üzerinde duruyorlardı. Rand, 1951'de türlü uydular için bir program geli tirdi inde, ütopyacı olarak nitelendirilmi ti. Rand çalı maya ba layalı beri, kendisinden önce gözlenmemi olaylar hakkında 3000 açıklama yapmı tır. Rand bilim adamları da kültür ve uygarlı ımızı büyük ölçüde ilerleten 110 kitap yayınlamı lardır. Bu ara tırmaların sonu yoktur ve olmayacaktır. A a ıdaki enstitüler de gelecek için aynı türden ara tırmalar yapmaktadırlar. Harmonon Hudson, New York'taki Hudson Enstitüsü, Santa Barbara, Kaliforniya'daki General Electric'e ait leri Çalı malar çin Tempo Merkezi, Massachusettes'deki Arthur Little Enstitüsü ve Columbus, Ohio'daki Batelle Enstitüsü.
Hükümetler ve büyük kurulu lar, bu gelecek dü ünürleri olmadan yapamazlar. Hükümetler, askerî tasarılarını yıllar sonrasını göz önüne alarak yapmak zorundadırlar; büyük kurulu lar ise hesaplarını yirmi, otuz yıl sonrasını dü ünerek yapmak zorundadırlar. Günümüzdeki bilgilerle, sözgeli i, Meksika'nın, önümüzdeki elli yıl içindeki geli mesinin nasıl olaca ı hesaplanabilir. Bu tahmini yaparken, var olan teknoloji, ula tırma ve haberle me durumu, siyasal akımlar gibi her türlü gerçek göz önüne alınır. Bugün bu tahmini yapmak nasıl mümkün oluyorsa, bilinmeyen yaratıklar da 10.000 yıl önce, dünyamızın geli mesi için aynı tahmini yapmı olabilirler. nsanlık elindeki bütün güçlerle gelece ini incelemek zorundadır. Bu çalı malar yapılmadı ı takdirde, geçmi imizi aydınlatmak belki de mümkün olmayacaktır. Geçmi imizi çözmek için gerekebilecek ipuçlarının arkeolojik alanlarda yatmadı ını, onlardan ne çıkaraca ımızı bilmedi imiz için üstlerine basıp geçmedi imizi kim ileriye sürebilir? Bir «Ütopik arkeoloji yılı»nı istemem bunun içindi. Eski dü ünme biçimlerine «inanmadı ım» için, ba kalarının da varsayımıma «inanmalarını» istemiyorum. Bununla birlikte, geçmi in do urdu u bilmecelerin, pek yakın bir tarihte bütün teknolojik güçlerle çözümlenece ini bekliyor ve umut ediyorum. Uzayda milyonlarca ba ka gezegen bulunması bizim suçumuz de ildir. Tokomai'deki Japon heykelinin gözlük takmı olması bizim suçumuz de ildir. Planque 'deki ta kabartmanın bulunması bizim suçumuz de ildir. nsanlık tarihinin bütün eski kitaplarının, sürüyle saçmalık sergilemesi bizim suçumuz de ildir. Ama bütün bunları görüp de ciddîye almamak bizim suçumuzdur. nsanın önünde, görkemli geçmi ini unutturacak görkemli bir gelecek uzanmaktadır. Bu bakımdan uzay ara tırmaları, gelecek ara tırmaları ve bugün imkânsız görünen tasarıların gerçekle ebilmesi için, cesaret gerekmektedir. öyle ki, geçmi üzerinde yapılacak kararlı bir ara tırma, gelecekle ilgili birtakım ça rı ımları uyandırabilir. Bu ça rı ımların ispatlanması da gelecek ku akların mutlulu u için, geçmi imizi aydınlatmaya yetebilir. B TT