gelsefç GYÖRGY LUKACS / LU CIEN GOLDMANN H ELVETIU S / JACQUES TAM INIAUX / SPINOZA ŞAHIN Y EN ÎŞEH ÎRLİO Ğ LU / A FŞA R TÎM UÇÎN (Çeviriler: A. Tim uçin-M . Sert-E . C anberk) S a n a t ve E debiyat Bölüm ü: VEDAT GÜNYOL / ADALET AĞAOĞLU / A. K A D İR / FA H R Î ERDİNÇ / OĞUZ A R IK A N LI / ÖMER FA RUK TO PRA K / KEM AL ÖZER / AYDIN H A TİPO Ğ LU / AHM ET T E L L t / FER İH A AKTAN / ZEY NEP YILDIZ Y ETİK ER /A H M ET ER H A N / ADNAN AZAR / ÖM ER ATEŞ K IZILTU Ğ / EGEM EN BERKÖZ / A FŞA R TİM UÇİN / EŞR EF EŞR EFO G LU / ÇETİN BÖREKÇİ / REŞAT AKAD / ERAY ÇANBERK / M USTAFA OKAN / M EHM ET SERT
2
OCAK / ŞUBAT / MART 1978
Felsefe
dergisi
G Y Ö R G Y LUKACS / KAPALI U Y G A R L IK L A R LU C IE N G O LD M A N N / G. LUK AC S’IN İLK Y A Z IL A R IN A G İR İŞ HELVETIUS / T İR A N L IK Ü ZE R İN E JA CQ U ES T A M IN IA U X / CİNSELLİK TÜM V A R L IĞ IM IZ D IR SPINOZA / SİYASET İN C ELEM ESİ Ş A H İN Y EN İŞE H İR L İO Ğ L U / Z A M A N , T A R İH V E BİZ A FŞA R T İM U Ç İN / SA N A T E Ğ İT İM İN D E K Ü L T Ü R Ü N ROLÜ (A. Timuçin - M. Sert - E. C anberk’in çevirileriyle) S anat ve Edebiyat Bölümü: V ED A T G Ü N Y OL / TÜ R K Ç E Y İ SAV U NM A K A D A LE T A Ğ A O G LU / AKŞAM ÜSTÜ A. K A D İR / BİR T Ü R K Ü BİR T Ü R K Ü BİR T Ü R K Ü D A H A F A H R İ E R D İN Ç / ŞİİRLER
2 Ocak / Şubat / Mart 1978
O Ğ U Z A RIK A N L I / SEN SAĞOL P A U L E L U A RD Ö M E R F A R U K T O PR A K / SUNU K EM A L Ö ZER / G U R B E T T E K İ OZANLA KARŞILAŞMA A Y D IN H A T İPO Ğ L U / ŞAFAK D ÜŞÜ NC ELER İ A H M E T T E LL İ / SESİNİN KUŞLARI SUSUNCA FE R İH A A K TA N / BOZGUN Z E Y N E P Y ILD IZ Y ETİK ER / YAŞAM N ED İR ? A H M E T ER H A N / Ö Z L E D İĞ İM İZ ŞEYLER A D N A N A ZA R / G Ö K Y Ü ZÜ BİTEBİLİR Ö M E R ATEŞ K IZ IL TU Ğ / ÇOCU K LA R IN AKŞAMI E G E M E N BERKÖZ / ŞİİRLER AFŞAR T İM U Ç İN / ŞİİRLER EŞRE F EŞREFO ĞLU / İSMAİL H A K K I U ZU NÇA RŞILI Ç ET İN BÖREKÇİ / K ONUŞM A REŞAT AKAD / A H M E T ŞE R İF’LE İLG İLİ M EK TU P A FŞA R T İM U Ç İN / KONUŞMA M. OKAN - E. C AN BERK - M. SERT - A. T İM U Ç İN / K İT A P LAR
F E LSE FE D ERG İSİ / Üç ayda bir çıkar. / Sahibi ve sorumlu yönetmeni: Afşar Timuçin / Yazı kurulu: Eray Canberk, Afşar Timuçin, MeAmet Sert / Adres: KAVRAM YAYINLARI, N unıosmaniye cad. A ta İşhanı, 203. / Yazışma ve havale adresi: KAV RAM YAY INLA RI, P.K.: 1381, Sirkeci - İstanbul, / İlan tarifesi: T am say/a bin lira, yarım sayfa yedi yüz elli lira, çeyrek sayfa dört yü',3 lir», / Kitap ilanları kelimesi dört liradan yayımlanır. / Basılm ıyan yazılar pul karşılığı geri gönderilir. Dergide yayım lanan yazılardan — kaynak göstermek koşuluyla— alıntı yapılabi lir. / Y ıllık abonesi 80.— liradır. / Dizildiği ve basıldığı yerTonııırcul Matbaası - İstanbul. / Kapak düzeni: Saiıt Maden, / Genel Dağıtım: KAV RA M YAYINLARI. / Fiyata 30 Lira. Baskı tarihi: A 'alık 1977.
GYÖRGY LUKACS .KAPALI UYGARLIKLAR Yıldızlı gökyüzünde, gözlerinin, önüne serilmiş ci lan yolların, izleyebilecekleri yolların haritasın! oku yabilen zam anlara ne mutlu! Yolları yıldızların ışı ğıyla aydınlanm ış zam anlara ne mutlu! O nlar için her şey yenidir, gene de h er şey candandır; h e r şey serüven kokar ve gene de h e r şey onlarm dır. D ünya uçsuz bucaksızdır, gene de kendilerini dünyada güven li duyarlar, çünkü gönüllerinde yanan ateş yıldızların ateşindendir. Dünya ve ben, ışık ve ateş birbirinden kesinlikle ayrılırlar, bununla birlikte hiçbir zaman birbirlerine kesinlikle yabancı düşmezler, çünkü ateş her ışığın ru h u d u r ve h e r ateş ışığa bürü n ü r. R uhun hiçbir edimi y oktur ki anlam la dolu olmasın, ru h u n hiçbir edimi yoktur ki şu ikileme, anlam ında yetkin olan ve anlam lar için yetkin olan ikilemine dayan masın; ru h u n h e r edimi yetkindir, çünkü onun eylemi ru h u n kendisinden ay rık tır ve özerk durum a gelmiş tir, bu eylem kendi anlam ını bulur ve bu anlamı ken di çevresine bir çember gibi çizer. «Felsefe, tam ta-\ m ına yurtsam adır, h er gittiği yerde kendi evinde ol m ak isteğidir» der Novalis. Bu yüzden felsefe, yaşam biçimi olarak da edebi yaratının biçim ini ve içeriğini belirleyen olarak da, içle dış arasındaki bir kopuşun belirtisidir, benle d ü n ya arasındaki köklü b ir ayrım ı, ruhla eylem arasın*» daki bir tam uyarlı olmayışı belirleyen bir kopuşun belirtisidir h er zaman. M utlu dönem lerde felsefenin. —
3
—
olmayışı ya da —bu da aynı ardama gelir— bu dö nem lerdeki tüm insanların filozof olmaları, tüm fel sefede ütopyacı am açlara yönelmeleri bundandır. G er çek felsefenin amacı bu ilkörneksel haritayı çizmek değildir de nedir? Aşkın y er sorunu, içimizin en de rin yerlerinden bir biçimlenmeye doğru, onun için bi linmez olan, ama ona sonsuzluk içinde kendini gös teren ve onu k u rtarıcı bir simgeler bütününe saran b ir biçimlenmeye doğru fışkıran h e r tü rlü itkinin ne yönde düzenlenmesi gerektiğini belirlem ek sorunun dan başka bir şey m idir? Buna göre tutku, akim, ken di kendinin yetkin tam uyarlılığm a yönelen önceden belirlenm iş bir yoldur ve çılgınlıktan sonra, aşkın, b ii gücün karm akarışık olan ama çözülebilir olan işa retleri kendini gösterir; yoksa bu güç sessizliğe gö m ülü kalacaktır. Bu durum da hiçbir içsellik yoktur, çünkü henüz hiçbir dışsallık yoktur, yani ru h u n yö nelebileceği bir y er yoktur. R uh serüven peşine dü^ şerken ve bunları yaşarken, araştırm anın gerçek ça basını ve b ir şeyi ortaya çıkarm anın gerçek tehlikesi ni sezemez; o henüz kendini yitirebileceğini bilmez ve kendi kendini araştırm ası gerektiğini hiçbir za m an düşünmez. Destan çağı böyle bir çağdır, insanları ve olguları sevinçli ve kesin çizgilerle belirleyen şey hiçbir bi çimde acı yokluğu ya da varlık güvenliği değildiç —saçmanın ve üzücü olanın dünyadaki payı, tüm dö nem lerin başlangıcından bu yana artm adı, yalnız avutucu şarkılar en açık ve en boğucu bir biçimde söylenir—, daha çok edim lerin, ruhun iç gerekliliği ne, yücelik, gerçekleştirm e ve bütünleştirm e gerek liliğine tam olarak uygunluğudur. Ruh henüz kendin de kendisini düşüşe sürükleyecek ya da doruklara ite cek herhangi b ir boşluk bulmadıkça, evreni yöneten
ve yazgının bilinm edik ve adaletsiz arm ağanlarını da ğıtan tanrısallık insanın karşısm da y er aldıkça, an la şılmamış ama bildik ve yakın bir şey olarak, baba çocuğu karşısında d u ru r gibi durdukça, ru h için hiç bir eylem yoktur ki ru h a tıpatıp oturm asın. B una gö re, varlık ve yazgı, serüven ve sonaerme, varlık ve öz özdeş kavram lardır. Çünkü destanı biçimlerin y a ra tıcı bir yanıtı olarak kuşatan soru kendini şöyle orta ya koyar: yaşam nasıl oluyor da temel olabiliyor? Ve, şiirleri tam anlam ında başlı başına bir destan m ey dana getiren Homeros erişilmez biri olarak kalıyorsa, bunun tek nedeni şudur, zihnin tarihsel gelişimi so ru n u belirleyebilecek düzeye gelmeden Homeros y a n ı tını ortaya koym uştu bile. Helenliğin gizini, akıllara durgunluk veren y e t kinliğini ve bizim için erişilmeyecek k ad ar yabancı bir gerçeklik m eydana getiren uzaklığını kavram ak a n cak böylece olasıdır: Y unan yalnız yanıtları bilir, so r u la n bilmez, yalnız çözümleri bilir, •—bazen bilmece haline gelmiş çözümleri bilir— am a bilmeceleri bil mez, yalnız biçimleri bilir, ama kaostan haberi yok tur. Biçimlerin yapılaştırıcı çemberini çelişkinin dı şında çizer ve çelişki güncel olalı beri kabasabalıktan başka bir yere götürm eyecek olan h e r şey onu yet kinliğe götürür. Y unanlılardan sözedildiğinde, tarih felsefesi ve estetik, psikoloji ve m etafizik birbirine karıştırılır ve onların yarattığı biçim ler yaşadığımız döneme aktarılarak bu iki dönem bolkeseden b irb i rine karıştırılır. Ağız dil verm eyen bu sessiz örtüle rin altında güzel ru h la r kendilerine özgü ayrıcalı an lar, düşsel b ir dinginliğin kaygan ve tutulm az anla rını ararlar; gözden kaçırdıkları b ir şey vardır: bu anların değeri kendi kaygan özyapılarm dan gelir ve tarih felsefesinin, estetiğin, psikolojinin ve m etafizi
ğin başlarını hep Y unan’a döndürm eleri onların ger çekten derin ve büyük olan yanlarıdır. Seller gibi akıp giden kanlarından, yaralarını sonsuza kadar gizleye bilecek bir zırh oluşturm ak için onu kırm ızı çelik h a linde katılaştırm aya çalışan ve bu yeni kahram anlığı geleceğin gerçek kahram anlığına örnek davranışlarla ortaya koyan daha derinlikli kafalar, yaratıya ulaş m a yolunda çektikleri oluşturucu acıların yetersizli ğini, yetkinleşm ek için yunan arılığını gereksinen yapmacıklı acılarla kapatırlar. Biçimsel yetkinliği bir iç yırtılışın işlevi şayan bir tekbenciliğin kurbanları durum undaki bu kişiler, helen biçimleri arasında bir acının sesini, yunan sanatı kendi ürünlerini aştığı öl çüde onları yoğun bir biçimde kaygılandıran bir acı nın sesini duyduklarını söylerler. Am a bu, ruhun g ir dili çıktılı aşkın yapısını bütünüyle tersine çevirmek anlam ına gelir, bu yapı özü ve sonuçları- içinde çok iyi tanıtlanm ış olabilir, m etafizik anlam ı içinde çok iyi açıklanmış ve kavranm ış olabilir, ama bu yapıya herhangi bir psikoloji yüklem ek olanaksızdır —bu, olabildiğince sezgisel bir psikoloji ya da yalnızca kav rayışlı bir psikoloji de olsa—. Çünkü, aşkın yerlerin belli bir durum unu varsaym ayan ve yalnızca bu aş kın yerlerin sınırları içinde işleyen bir psikolojik k a v rayış yoktur. Helenliği bu biçimde anlam aya çalışmak yeri ne, yani sonunda, bilinçsizce «böyle biçimleri nasıl m eydana getirirdik?» Ya da «böylesi biçim lere sahip olsaydık nasıl davranırdık» diye kendi kendimize sor m ak yerine, helen düşüncesinin, bizim kinden köklü b ir biçimde değişik olan ve bu biçimleri zorunlu bi çim ler olarak olanaklı kılan bu aşkın yapısı üzerinde düşünm ek daha yararlı olacaktır. Y unan düşüncesinin soru sorm adan önce y a n ıt
lar verdiğini söylemiştik. B urada da, hiçbir psikolo jik kavrayışın erişemediği, daha doğrusu ancak aş kın b ir psikolojinin açığa çıkardığı b ir olgu vardır. Bu olgu, h er türlü yaşantıyı ve h e r türlü biçim y a ratısını koşullayan sonuncu yapısal ilişkide, aşkm y er ler arasında ve bu yerlerle bu yerlere a priori olarak verilmiş özne arasında hiçbir nitel ayrım ın, yani aşılamaz olan hiçbir ayrım ın bulunm adığını, bir sıç rayışta erişilmeyecek hiçbir ayrım ın bulunm adığım gösterir. Bu olgu, en yüksek düzeye çıkm anın da an lam dan en yoksun d u ru m lara inm enin de tam uyar1]lığm yollarında gerçekleştiğini, yani en kötü du rum da sürekli bir derecelenm enin kolayca ulaşılabi lir düzeyleriyle gerçekleştiğini gösterir. Ayrıca, bu durum da zihin kendi görüş açısı içinde çoktan elde edilmiş bir anlam ı kucaklam akla sınırlanır. Anlam dünyası b ir çırpıda kavranabilir ve kucaklanabilir. Onda her bireye uygun düşen yeri bulm ak sözkonusudur yalnızca. Yanılgı burada aşırılıktan ya da ye tersizlikten, birbirine k a rıştırm aktan ya da ayırdetm ekten başka b ir şey değildir, çünkü yaratı gözle gö rü lü r ve sonsuz olan özlerin ortaya çıkarılm asını sağ lam aya vardığına göre, bilmek bir örtüyü kaldırm ak anlam ına gelir yalnızca. E rdem yolların ve araçların doğru bilgisinden başka bir şey değildir ve duyulara yabancı olan h er şey, çok büyük bir uzaklıktan ötürü yabancıdır. Bu dünya biryapılıdır ve ne insanla dün ya arasındaki ayrılık ne de B en’in ve Sen’in karşıt lığı bu biryapılılığı bozabilir. Ruh dünyada, bu uyum un herhangi bir öğesi ola ra k yer alır; ona çerçevesini kazandıran sınır şevlerin sınırından köklü bir biçimde ayırdedilmez; ruh, aydınlık ve kesin çizgiler çizer, ama ancak göreceli bir biçimde, biryapılı ve dengeli bir sisteme bağlı ola —
7
—
ra k ayırdedilir. Çünkü, düşünsel bütünlüklerin orta sında tözlülüğün tek taşıyıcısı olan insan hiçbir za m an yalnız değildir, insanın başkalariyle ilişkileri ve bu ilişkilerden doğan yapılar da, onun gibi, tözce zen gindir, yani daha zengindir, çünkü daha evrensel dir, «daha felsefi»dir, ilkörneksel yere, yani aşka, ai leye, siteye daha yakm ve daha uygundur. İnsan için ahlâki yüküm lülük tam anlam ıyla eğitimsel b ir so rundur; bu yüküm lülük yalnızca yuvaya henüz dönülmediğini gösterir, am a tözle tek ve yıkılmaz iliş kiyi göstermez. İnsanda, insanı bir kopmayı gerçek leştirm eye zorlayacak hiçbir şey yoktur; m addenin olumsallığına batm ış olan insan, onu bu m addeden uzaklaştıran ve töze yaklaştıran yükselen bir devi nimle kendini arılaştırm ak zorundadır; önünde uzun bir yol açılır, ama o kendinde hiçbir uçurum taşımaz. Böylesi sınırlar içinde, dünya ancak kapalı ve yet kin olacaktır. Şimdiki anlam ın görünüm lerinin doğ rudan doğruya yaşanm ış ve biçimlenmeye yönelmiş bir evren çevresinde çizdiği çemberin ötesinde, kor kutucu ve anlaşılmaz güçlerin varlığı duyulsa bile, bu güçler onu anlam ından ayırm aya yetmez. Yaşamı yı kabilecek yetenekte olan bu güçler, insana kötülük edemezler; biçimini almış bulunan dünyaya uğursuz gölgeler fırlatabilirler, ama bu gölgeler de kendileri ni daha iyi açığavuran karşıtlıklarda biçim sistemine katılırlar. Y unanlıların içinde yaşadıkları metafizik çember bizimkinden daha dardır; bu yüzden biz ora da hiçbir zaman yerimizi bulamayız; daha doğrusu, sonluluğu yaşam ların aşkın özünü m eydana getiren bu çemberi biz kırmışızdır; biz kapalı bir dünyada soluyamayız artık. Biz, zihnin yaratıcı olduğunu an ladık; bu yüzden de, bizim gözümüzde ilkörnekler nesnel zorunluluklarını bütünüyle yitirdiler ve dola —
8
—
yısıyla düşüncemiz h e r zam an eksik kalan yaklaşı m ın sonsuz yolunu izler. Biz biçim ler yaratm ayı öğrendik ve o günden beri yorgun ve çekingen ellerimizin bıraktığı h e r şey son biçimine hiçbir zaman ulaşamaz. Biz kendimizde te k gerçek tözü bulduk ve o günden beri, bilmekle yap m ak arasında, ruhla yapılar arasında, benle dünya arasında kapatılm az uçurum lar açıldığını ve bu uçu rum un ötesinde, h er tözlülüğün düşünselliğin dağı nıklığında yüzdüğünü kabul etm ek gerekti. Dolayı sıyla, özümüzün bizim için bir postulat durum una gel mesi ve bizim aram ızda h a tta bizim içimizde daha derin ve daha korkunç bir uçurum un açılması gerek li oldu. Dünyamız uçsuz bucaksız bir biçimde büyüdü ve dünyam ızın h er yanı yetenekte ve tehlikede Yunan lıların dünyasından daha zenginleşti; ama bu zengin lik, aynı zamanda, yunan yaşam ının dayandığı olumlu yanı, yani bütünselliği de ortadan kaldırdı. Çünkü, h e r özel olgunun ilk belirleyici gerçekliği olan bütünsel lik, kendi içine kapanm ış b ir yapıtın gerçekleşebilece ğini gösterir; böyle bir yapıt gerçekleşebilecektir, çün kü onda h e r şey olabilir, hiçbir şey dışarda kalm am ak ya da daha üst b ir gerçekliğe götürülm ek üzere h e r şey olabilir, böyle bir yapıt gerçekleşebilecektir, çün kü bu yapıtta h e r şey kendi yetkinliği doğrultusunda olgunlaşır ve kendi kendine ulaşarak bütünsel yapıya katılır. H er şeyin biçim ler tarafından kuşatılm adan önce biryapılı olduğu olası bir varlık bütünselliği yok tur; orada biçim ler zorunlu değildir, am a biçim k a zanması gereken şeylerin ortasında, bulanık bir istek gibi uyuklayan h e r şeyin bilince kavuşması, gün ışı ğına kavuşm asıdır yalnızca. Orada bilgi erdem dir ve erdem m utluluktur, orada güzellik dünyanın anlam ını
ortaya çıkarır. Yunan felsefesinin dünyası böyle bir dünyadır Am a bu düşünce ancak töz kavram ı daha yumuşak bir biçimde ele alındıktan sonra gün ışığına kavuş tu. Gerçekte Y unanlılar estetiği görmezden geldiler se, bunun nedeni elbette m etafiziğin estetiği öncelemesidir; bunun gibi, Y unanlılar tarihle tarih felsefe si arasındaki gerçek karşıtlığı da bilemiyorlardı; Y u nanlılar büyük a priori biçimlere karşılık olan tüm evreleri tarih içinde geride bırakm ışlardır; Y unan lıların sanat tarih i metafiziksel - oluşumsal b ir este tiktir; uygarlığının gelişimi b ir felsefe tarihidir. Bu evrim sırasında Hom eros’daki yaşam ın m utlak içkinliği kavrayışından P laton’cu aşkın kavrayışa kadaı her yerde, tözün yavaş yavaş uzaklaştığı görüldü burada sözünü ettiğimiz m utlak görülebilir ve dokunulabilir b ir m u tla k tır ve bu evrim deki anlam ın ebe di hiyeroglifler olarak kendini ortaya koyduğu aydın lık ve açıkseçik evreler büyük biçim lerdir —bu alan da Y unanlılar geçiş dönemlerini kabul etm ezler— dün yanın yapısallaşmasına karşılık olan zamandışı ör nekler, destan, trajedi, felsefe gibi biçimlerdir. Destan dünyası şu soruya karşılık verir: yaşam nasıl özlü durum a gelebilir? Am a yanıt ancak, töz uzak bir ufuktan seslenen b ir çağrı olduğu anda so ru durum una gelebilecek kadar olgunlaşmıştır. Ol duğu gibi kendini gösteren yaşamın, özdeki içkinliğini yitirdiğinin —ve h er yüküm lülük yaşamı ortadan kaldırır— bilincine ulaşılabilmesi için, trajedinin ön ce şu soruyu yanıtlam ası gerekti: öz nasıl canlı du rum a gelebilir? Biçim kazandıran yazgıda ve kendi "kendini yaratm akla kendini bulan kahram anda, arı öz yaşam a katılır, oysa arı ve yalın yaşam ancak tam anlam ında gerçeklik karşısında, özün gerçekliği kar—
10
—
şısm öa ortadan kalkar. Böylece, yaşam ın ötesinde ve onun zengin ve verim li dolgunluğunun ötesinde öyle b ir düzeye ulaşılır ki, bu düzeyde gündelik yaşam bir karşısav bile oluşturamaz. B ununla birlikte, özdeki bu yükseliş, gereksinm e den de sorundan da doğm am ıştır; Pallas’m doğuşu, yunan biçim lerinin ortaya çıkışma karşılık olan bir ilkörnektir. Aynı biçimde, özün gerçekliği, yaşama birdenbire karışarak ve onu da aynı biçimde oluştu rarak kendi arı içkinliğinin kayboluşunu ele verir, trajedinin bu sorunlu art-düzeyi, ilk olarak felsefede kendini gösterir ve sorun d u ru m u n a gelir. Yasamdan iyice uzaklaşmış bulunan öz, tek aşkın gerçeklik d u rum una gelince, felsefenin yapılaştırıcı edim inde, tra jik yazgı bile, kendini kaba ve anlam dan yoksun h e r hangi bir deney olarak gösterince -—bu edimde, k ah ram anın tutkusu, dünyaya özgü b ir davranış, bu tu t kunun gerçekleşmesi de olumsal öznenin sınırlanm a sı olarak ortaya çıkınca— va'rlıkla ilgili soruya ve rilen trajik yanıt a rtık dolaysız bir zorunluluk ola rak değil, b ir mucize olarak, uçurum ların üzerinden uzatılm ış incecik bir gökkuşağı olarak gözükür. T ra jik kahram an Hom eros’un yaşıyan insanıyla yer de ğiştirir ve ondan sönmekte olan meşalesini aldığı için ve bu meşaleyi yeni b ir ışıkla parlattığı için, bu insanı doğru olarak an latır ve onun biçim ini değişti rir. P lato n ’un yeni insanına, bilge kişiye gelince, o etkili bilgisiyle, öz y aratan bakışıyla, yalnızca k ah ram anı açığa çıkarm akla yetinm ez, altettiği korku tucu tehlikeyi de gün ışığına çıkarır, ve onun biçimi ni onu aşarak değiştirir. Bilge kişi h er zam an sonun cu insan tipidir, bilge kişinin dünyası yunan düşün cesine bağlanm ış olan öraçJi yaşam yapısallaşmaları_
ıı
n m sonuncusudur. Platon’cu görüşü koşullayan ve ta şıyan sorunların aydınlığa kavuşması, yeni m eyvalar m ortaya konm asını engelledi. D ünya zamanla y u nanlaştı, ama yunan düşüncesi bu anlam da, gitgide daha az yunanlaştı; yunan düşüncesi, çözümler ge tirdiği gibi, yeni ebedi sorunlar da ortaya koydu, ama topos noetos’da, ruhsal uzamda tam anlam iyle helen olan şey ebediyen söndü. Ve yeni bir yazgının taşı yıcısı olan yeni düşüncenin ortak açıklayıcısı «Yunajılı’lar için b ir çılgınlıktır». Bu, Y unanlılar için gerçekten bir çılgınlıktır! K a n t’m sözünü ettiği yıldızlı gökyüzü, ancak arı bilgi nin koyu karanlığında parlar; o a rtık hiçbir yalnız yol cunun yolunu aydınlatm az, ve yeni dünyada, insan olmak yalnız olmak anlam ına gelir. İçimizdeki ışık, güvenliğin zorunluluğunu ya da aldatıcılığını ancak ikinci adım da hazırlar. Olaylar dünyasına ve onun ruhla h e r türlü yakınlıktan yoksun labirentine içeride hiçbir ışık sızmaz. Edimin, öznenin özüyle —yerini ko ru y an tek işaret noktası olan öznenin özüyle— u y g u n luğunun öze gerçekten ulaşıp ulaşm adığını bilm ek so ru n u n a gelince, öznenin, kendi için olgudan, nesneden başka bir şey olmadığına, kendi en yakın varlığının, kendisine yüküm lülüğün hayali göğüne çizilmiş sonsuz bir gereklilik olarak gözükmediğine kim k a ra r verebi lir? Bundan böyle öz, öznenin bağrında yer alan dipsiz b ir uçurum dan çıkmak zorundadır, çünkü özne, bu ulaşılmaz tem elin üstüne yükselen ve kimsenin dibi ni bulam ayacağı ve göremeyeceği tek özdür. D ünya nın bize tam anlam ıyla uyan geçici gerçekliği olan sanat, bÖylece özerk durum a geldi; o artık kopya d e ğildir, çünkü he}- türlü model ortadan kalkm ıştır; sa n a t yaratılm ış bütünselliktir, çünkü metafizik alan ların doğal birliği bütün bütüne parçalanm ıştır. —
12
—
Burada, aşkın yerlerin bu yapısal dönüşüm üyle ilgili bir tarih felsefesi geliştirm ek istemiyoruz, ge liştirenleyiz de; bu değişimlere ilerleyişimizin mi ya da düşüşüm üzün m ü neden olduğunu, yoksa yunan tan rıların ın başka güçler tarafından m ı bastırıldığını bilemeyiz. A nıştırm ak bir biçimde de olsa, bizim ger çekliğimize açılan yolun tü m ünü tanıtlayam ayız - bu çekicilik kendini ölü lıelenlikte de gösterir; ölü helenliğin şeytanî ışığı dünyanın kapatılm az uçurum la rını u n u ttu rm a k ta n , dünyanın yeni özüyle yeni çeliş kili birlikler düşletm ekten geri kalmaz ve bu yüzden de başarısızlığa m ahkûm dur. Kiliseden yeni b ir sitenin doğması böyle gerçek leşti; kaçınılmaz bir biçimde günahlı olan ru h la Isa’ nın insanı k u rtarışının saçma kesinliği arasındaki çe lişkili bağdan düşen yansı, göksel gerçekliğin yersel gerçekliğe yayılan yarı P lato n ’cu yansısıdır; açılmış olan uçurum dan, yersel ve göksel sıradüzenlerinin ba sam akları doğar yeniden. Ve, Giotto ve D ante’de, W olfram d’Eschenbach ve Pisano’da, aziz Tommaso ve aziz François’da dünya, yeniden, kapalı b ir çem ber, bir bakışta kavranabilen bir bütünsellik duru•m una gelir. Derin uçurum kendi gerçek derinliğinin tehlikelerinden k u rtu lu r ama, gücünden ve karanlık yansılarından hiçbir şey yitirm eksizin, tüm koyu k a ranlığını arı yüzeye d önüştürür ve böylece herhangi bir güçlükle karşılaşm adan, kendini kapalı b ir renk birliğinde eritir. K urtuluş çağrısı dünyanın çevrim sel yetkin sisteminde bir g ü rü ltü durum una gelir ve yunan dengesinden daha az renkli ve daha az yetkin olmayan yeni bir dengenin kurulm asını sağlar: bu, tam uyarlı olmayan ama çokyapılı olan yoğunlukların dengesidir. Yeniden ele geçirilmiş dünyanın kavranamaz olan ve sonsuza dek elde edilemez olan özelliği, —
13
—
gözlegörülür b ir uzaklığa kadar yaklaşm ıştır. Son Yargı varolan gerçeklik durum una gelir ve önceden gerçekleşmiş gibi ele alınan alanların uyum unda bir öge m eydana getirir yalnızca. Son Yargı, kendi ger çek doğasını u n u ttu r u r;'b u doğa, dünyanın, Philoc’ tetes gibi -ancak Paracletos’un iyileştirebileceği- zehir serpilmiş bir yarayla yaralanm asını gerektirm ekte dir. Yeni b ir Y unan’ın çelişkili b ir Yunan’m ortaya çıktığım görürüz: estetik gene b ir metafiziktir.. Bu, ilk olarak hem de son olarak böyledir- Bu birlik b ir kere kırıldı mı varlığın hiçbir kendiliğin den bütünselliğine yer yoktur. Suları eski birliği da ğıtmış olan kaynaklar artık kesinlikle kurudu ama um utsuz b ir biçimde susuz kalan yatakları, dün y a nın girdili çıktılı görünüm ünde kapatılm ası olanak sız uçurum lar açtı. Demek ki artık, helenliğin h e r ye niden doğuşunda, estetik arı metafiziğe apayrı b ir öge olarak azçok bilinçli bir biçimde katılm ış+ır. S anat ülkesinin dışında kalan h er şeyin özü zor kullanarak ele geçirilmek ve hice indirgenm ek isten se de; sanatın birçok alan arasında ancak dünyanın yıkım a uğram ası ve kendi kendine yetemez olması koşuluyla varlığını sürdürebilen ve kendi kendinin bilincine varabilen bir alan olduğu unutulm aya ça lışılsa da. Ama, sanatın tözselliğini bu yoldan ölçüsüz b ir biçimde yüceltmek, zorunlu olarak, biçimleri h a n tallaştırır, aşırı yük altına sokar, öyle ki, o ana k a d a r basitçe edinilmiş bir veri olan seyi, biçimler kendi leri üretm ek zorunda kalırlar; dolayısıyle kendi a priori etkinlikleri dışlaşmaya başlam adan, kendi olanak larıyla kendi özel koşullarını, nesneyi ve onu çevre leyen dünyayı yaratm aya zorlanırlar. Bu biçim ler için, yalnızca üstlenm ekle yetinecek leri bütünsellik yoktur. Ayrıca, bu biçimler, ya bi
çim verm ek zorunda oldukları şeyi taşıyabilm ek için onun yoğunluğunu a rtırm a k ya da azaltm ak zorun dadırlar, ya da böylece biçim ler dünyasına, dü n y a nın yapısal açıdan tam uyarlı olmayışını katarak, eleş tirel bir biçimde kendi zorunlu nesnelerini ve olanaklı olan tek şeyin iç yokluğunu gerçekleştirm enin ola naksızlığını gün ışığına çıkarm ak zorundadırlar. Çevirenler: AFŞAR TİMUÇİN - MEHMET SERT
—
15
LUCIEN GOLDMANN GYÖRGY LUKACS’IN İL K YAZILARINA G İRİŞ, . György Lukacs, elbette XX. yüzyıl düşünsel ya şam ının en belirgin kişiliklerinden biri olarak göze çarpıyor. B ununla birlikte, Lukacs’m düşüncesi ve yapıtıo kadar çok konuyu kapsıyor ve düşünsel tu tu m la r ve ayrıştırm a düzeyleri açısından o kadar büyük bir çeşitlilik gösteriyor ki, bu yapıtla ilgili olarak doğru dan doğruya birçok açıklama ve birçok sakınık belir leme ortaya koym adan ona bütünsel bir yargı g etir mek zor olacaktır. Ayrıca, önce belirleyici etkin yapı kavram ını şe m atik b ir biçimde ortaya koym aya çalışacağız; L u kacs bu kavram ı yalnızca 1923’de T arih Ve Sınıf Bilinci’nde belirtti, ve bize göre bu kavram , insan bi lim lerinin olumlu bilimsel bilgi alanları olarak k u rulm asına Lukacs’m en önemli katkısını m eydana ge tirir, bu k av ram yazımızın ikinci bölüm ünde L u kacs’m düşünsel evrim inin daha az şematik b ir görü nüm ünü çizmemiz açısından önemlidir; bu da, okuyu cunun, okuyacağı kitabın anlam ve önemini daha iyi kavram asını sağlayacaktır. Belirleyici etkin yapı kav ram ı, gerçekte, György Lukacs’m b ir buluşu değildir. Genel, soyut ve felsefî fikir olarak Hegel’ci diyalek tiğin (’) m erkezinde de yer alıyordu bu kavram . Bu k av ram ı daha sonra yeniden ele alan M arx, Hegel’de kurgusal olan her şeyi atarak onu som ut deneysel bir ara ştırm a gereci durum una getirdi. Yazık ki M arx, —
16
—
bize tam anlam ında yöntem bilimsel bir çalışma b ırak madı; bu yüzden, M arx’cı m etinlere dağılmış bulu n an sayısız düşünce ve özellikle ünlü İktisat’uı Eleştirisi’ne Önsöz, insan bilim lerinin yöntem i açısın dan ne k a d a r önemli olursa olsun, M arx’m yapıtm i yönlendiren tem el yöntem bilimsel ilkeleri açık bir bi çimde gün ışığına çıkarm ak ve dolayısıyla b u n ları daha sonraki araştırm acılar için kolayca ulaşılabilir durum a getirm ek başarısını, başka başarılarla b irlik te Lukacs kazandı ve bu yöntem bilimsel ilkeler ara sında, diyalektik yöntem in, insan bilim lerine ilişkin en önemli üç kavram ı, belirleyici etkin yapı kavram ı, olası bilinç (Zegureschnetes Bewusstesein) kavram ı ve nesnel olasılık kavram ıdır. Bu k av ram lar üzerine tem ellenmiş genelleştiril miş bir oluşumsal yapısalcılık olan diyalektik m ad decilik şu varsam ayı içerir: h er İnsanî olgu, hem ken disini m eydana getiren öğeler arasındaki kuru cu iliş kilerin ayrıştırılm asıyla kavranabilir olan belirleyici b ir yapı olarak ortaya çıkar (bu öğeler de kendi içle rinde ve kendi düzeylerinde aynı türden belirleyici yapılardır) hem de kendisini kuşatan ve bütünleyen daha kapsamlı birtakım başka yapıların kurucu öğesi olarak ortaya çıkar. H e r İnsanî olgu, bu bakış açısından etkin b ir özelliğe sahiptir ve ancak geçirdiği evrim in ve gelece ğe yönelmiş kuru cu iç eğilim lerinin incelenmesiyle kavranabilir. Buna göre, h e r İnsanî olgunun incelen mesi h e r zam an birbirini tam am layan iki yanlı b ir süreç olarak ortaya çıkar: eski b ir yapm m yıkılması ve oluşm akta olan yeni b ir yapının yapılaşması. Ayr'ca, araştırm acının zihinsel kategorileri bütünsel ya pılarda eylemde bulunan b ir toplum sal topluluğun varlığında kuru cu b ir öge olduğundan, ta rih i meyda—
17
—
.na getiren belirleyici yapıların olumlu incelemesinde^, gerçek yargılarını değer yargılarından ayırm ak ola naksızdır. K avrayış, yapısını oluşun m eydana getirdiği te m el ilişkilerin tanıtlanm asına, açıklama da, parçalı yapıların oluşunu gözönünde tu ta n daha geniş (2) yapıların kavranm asına dayandığından, bu tutum , bir yandan, insan bilim lerindeki h er olumlu araştırm anın, hem kavrayışlı hem açıklayıcı olmasını gerektirir ve öte yandan, tu ta rlı yapısallaşm a’ya sahip gerçek ya da kuram sal durum ları incelemenin özellikle ayrıca lı bir kavram sal gereç oluşturm asını gerektirir. Bu giriş bölüm üne son verirken şunu da belirte lim: Lukacs hiçbir zaman «tutarlı belirleyici yapı» terim ini kullanm az ve ilk iki kitabında Biçim ler’den ve Tarih ve Sınıf Bilinci’nde Bütünsellikken sözeder yalnızca. 1910’dan sonra, T arih ve Sınıf Bilinci’nde belir leyici etkin yapı kavram ını ortaya koym adan 13 yıl önce, Lukacs, bildiğimiz kadarıyla Batı A vrupa dille rinden hiçbirine çevrilmemiş m acarca bir kitap y a yım ladıktan sonra, 1910’da, Ruh ve Biçimler adlı ki tabıyla kendini alman halkına tanıttı; bize kalırsa bu kitap, birçok nedenden ötürü, çağdaş düşünce ta r i hinde önemli bir noktayı belirlem ektedir. Çünkü her şeyden önce, Lukacs, üniversitede uzun yıllar felsefe çalışması yaptıktan sonra, u ğ ra ş la rın ı, insan yaşa m ıyla m utlak değerler arasındaki ilişkiler sorununda yoğunlaştırarak, bu kitapta büyük klasik felsefe ge leneğine kavuştu. Bu önemli bir düşün olayıydı, çün k ü bu gelenek bütünüyle unutulm uşa benziyordu. Gerçekte yeni-K ant’cılar, yeni-Hegel’ciler ve yenîM arx’ci sosyal dem okratlar, büyük klasik filozofların yapıtlarını gizlemişlerdi: K ant, Hegel ve M arx, ken-
ıs
dilerini az çok kavrayışlı olan, ama sayısız açıklama gerektirdiği için oldukça karm aşık gözüken yapıtları gündelik yaşam la ve onun getirdiği sorunlarla h er tü rlü gerçek ve dolaysız ilişkiyi yitirm iş kuram cılar olarak gösteren tozlu bir derinlikli bilgi örtüsüyle giz lenmişlerdi. Felsefi düşünce, kendi alanını, sürekli bir biçimde, bilgi kuram ına, bilim ler felsefesine ve felsefe ta rih i ne indirgiyor gibiydi. Özellikle felsefe tarihi, ü n iv er siteye bağlı büyük isim lerin çalışm alarında, o zamana kadar pek az ulaşılmış bir bilgi derinliği düzeyine v a r mıştı bile. Kuşkusuz Lukacs bu derinlikten yoksun değildi, ve yazdıklarına şöyle bir göz attığım ızda, onun ün i versite ustalarından hiç de geri kalmadığını görü rüz. Ama, Pascal’m söylediği gibi, ağırlıklı bir adamı belirleyen şey, hiçbir biçimde uzm an olarak gözükme den, olabildiğince çok bilgi alanını derinliğine ta n ı maksa, Lukacs bu gerekliliği en iyi biçimde yerine getiriyordu, çünkü onun eşsiz bilgeliği onu zaten böy le bir davranışa itecekti. Ayrıca, yeni-K ant’cılığm üniversitedeki boaulmuş biçim leri arkasında K a n t’cı düşüncenin gerçek anlamını bulan kitabı —bu kitabı daha sonra ele alacağız— hiçbir biçimde açık açık K a n t’a. başvurm uyordu, ha tta , aşırı derecede H egel’ci olan bu kitapta ancak H egel’den tektük alıntılar vardı; bu kitap Roman K ııranıı’dır. Dış görünüşte Ruh ve Biçimler, insan ru h u y la m utlak arasındaki ilişkiyi ve bu ilişkinin ayrıcalıklf değişik durum larını açıklayan «biçimler»i ele alır yal nızca. İnsan yaşamı hangi koşullarda özgerçekli olabi lir? Ona özgerçekliğini y itirten d urum lar ve tu tu m lar nelerdir? özgerçekli olanla özgerçekli olmayan a —
19
—
rasında, doğruyla yanlış arasında ara değerler var m ıdır? Yanlış, geçerli «biçimler» ortaya koyabilir-mi, bu yalnızca estetik ya da felsefe düzeyinde mi olur? Lukacs’ın kitabı yalnızca bu sorunları ele alır ve aynı zamanda, bu sorunları genel b ir kuram sal düşünce düzeyinde değil, denemeci olarak, birtakım büyük fel sefi ve edebi y aratılar «dolayısıyla» ele alır: bunlar, Montaigne, Platon, K ierkegaard, Stefan George, Charles-Louis Philippe ve özellikle (adları doğrudan doğ ru y a belirtilm iş olmasa da) K ant, Pascal ve Racine’in yapıtlarıdır. Bu anlam da, Birinci Dünya Savaşını izleyen ve daha sonra varoluşçuluk adıyla belirtilecek olan fel sefi yeniden doğuş, A vrupa’da, belki de R uh ve Bi çimler adlı yapıtla başlar. Elbette, Lukacs, h er zaman klasik felsefenin çizgisini izledi, ve hiçbir biçimde, daha sonra Jaspers ya da Heidegger gibi düşünürle rin benim seyecekleri tu tu m lara benzer tu tu m la r al madı, Am a Lukacs, felsefi düşünceye egemen olacak olan ve Hegel’in ölümünden beri A vrupa bilincinden azçok silinmiş olan sorunları XX. yüzyılda ilk ele alan kişi oldu (bu arada, yapıtları ancak yüzyılın baş larında çevrilmiş olan K ierkegaard’m da o zam anlar kim selerin tanım adığı b ir kişi olduğunu u n u tm a y a lım ). Şunu d a belirtelim : Lukacs’m kitabı, elbette, bir çırpıda ortaya çıkmış öncesiz bir yaratı değildir; bu kitabın yazarı, kendi dönemindeki alman üniversite düşüncesinin üç büyük akımıyla karşılaşm ak başarı sını —ya da olanağını— elde etti; sözkonusu bu üç akım, Heidelberg yeni-K ant’cılığı, Dilthey'ın anlam ve içlem kavram larını gün ışığına çıkarması ve Husserl olguculuğudur; Lukacs’ın, anlam kavram ını r u h la m utlak arasındaki ilişkiyle tanım layarak klasik —
20
—
ülkücülüğün geleneğine ulaşm asını sağlayan şey, bir ölçüde bu d u ru m d u r belki; oysa bu ilişkiyi bir kena r a bırakan bu üç akım, büyük felsefi gelenekten kop muştu. Olguculukla yeni-K ant’cı H eidelberg okulunun karşılaşması, kuram sal anlatım ını R uh ve Biçim ler adlı k itapta bulm adan önce de vardı. Husserl, H ei delberg yeni-K ant’cılarınm yaym organı olan Logos’ da, kesin bili,nı olarak felsefe adlı ünlü m akalesini ya yımlıyordu; H eidelberg grubu kararlı b ir biçimde in san bilim lerine yöneliyor ve dikkate değecek ölçüde olmasa da Hegel’le ve diyalektikle ilgilenmeye baş lıyordu; sonunda, M ax W eber ve Lask (W indelband ve okulu tem sil eden üçüncü filozof R ickert’ten son ra) ilk kitaplarını yayım lam aya başlamış Lukacs, Ja s pers ve H eidegger gibi bazı genç d ü şünürleri kesin likle etkiliyorlardı. Lukacs’m kitabına gelince; bu kitap olguculuğun ve D ilthey’ci akım ın iki tem el fikri arasm da, zam an sızlık özü fikri ve anlam fikri arasında bir bileşimdi; bu bileşim yazara daha sonra biçimleyeceği ve belirgenleştireceği bir kavram ı, düşüncesinin tem el öğesi olan b ir kavram ı, açıklayıcı yapı olarak öz kavram ını geliştirme olanağı verdi. Ayrıca, olgubilimdeki zamansızlık özü k av ram ıy la, yeni-K ant’cılığm karşılaşması, tra jik dünya görüşü kavram ının ortaya konm asıyla ve K a n t’cı felsefenin gerçek anlam ının bulunm asıyla sonuçlandı; yeniKarit’cılar bu anlam ı bütünüyle bozmuşlardı. D aha önce söylediğimiz gibi, belirleyici yapı ola rak öz fikri, daha önce bu kavram H egel’ci ve M arx’cı diyalektikte açık b ir biçimde olmasa da varolmuş olduğuna göre, yeni bir buluş değildir. A m a XIX. yüz yılın ikinci yarısında, üniversiteye bağlı düşünce, di—
21
—
yalektik gelenekle bağını öylesine yitirm işti ki, an lam kavram ının Dilthey tarafından son derece yüzey sel ve yaklaşık bir biçimde yeniden kullanılm ası bile bir buluş olarak gözükebiliyordu. D ilthey’m anlam ve içlemle ilgili belirsiz ve do nuk fikirleriyle olguculuğu belirleyen yöntemsel ke sinlik zorunluluğunu birleştirerek, Lukacs, hem ile riye hem de geriye doğru bir adım atmış oluyordu. Belirsiz Dilthey2« anlam kavram ı yerine, olguculu ğun gerektirdiği ve olasılığını gösterdiği kesin ve be lirli bir tanıtlam a fikrini koyduğu ölçüde —belirle yici yapı kavram ını işlemci b ir bilimsel gereç d u ru m una getirm eyi ancak bu tanıtlam a sağlayacaktır— ileri doğru bir adımdı bu. Bununla birlikte, gene ol guculuğun etkisiyle, H usserl’ci zamansızlık özü fikri- ■ ni ele alm ak için D ilthey’ın tarihsel kavram ını kesin olarak bıraktığı ölçüde geriye doğru bir adımdı. Böylece Lukacs, insan ruhuyla m utlak arasındaki ilişkide görülen değişik ayrıcalı durum ların anlatım ları olarak zaaııanclısı belirleyici yapılar fikrine, «bi çimler» fikrine vardı. Sonunda Lukacs’ı, Hegel’ciliğe ve tarihe yönelen D ilthey’a ve yeni-K ant’cı H eidelberg okulundaki us talarına karşıt olarak, gerçek anlam ını bulduğu K a n t’ cı tu tu m a kesinlikle döndüren şey bu zamandışı belir leyici yapılar kavram ı oldu. K itabın tem elinde ö z e lb i r zamandışı belirleyici yapının, trajik dünya görüşii’niin tanıtlanm ası bulun m aktadır; Lukacs bu görüşü, bu dönemin tek doğru su olarak ele alm akta ve onu gündelik yaşamdaki ka çışların ve sözde isteksizliklerin öbür gerçek olma yan biçimlerine karşıt olarak koym aktadır. D aha sonra, R uh ve Biçim ler’deki bu tu tu m u n kesin tu ta rlı olmadığını göreceğiz; bununla birlikte —
22
—
şunu da belirtelim : K a n t’cılığm trajik anlam ını bul m akla ve onu tarihsel bir olgu olarak değil, am a ev rensel bir insan doğruluğu olarak ortaya koymakla, Lukacs, XX. yüzyılın felsefi yeniden doğuşuna ege m en olacak b ir sorunu ele alm aktadır. Gerçekte, birey, özgerçeklik ve öUim arasındaki ilişkiler sorununu tüm keskinliği ve tüm kesinliğiyle ilk ortaya koyan Lukacs oldu. Ne derlerse desinler, bireyci düşünce, XVI. ve XVII. yüzyıllardan sonra, sürekli b ir biçimde, bilinç ten h e r türlü aşkm lık fikrini ve bireyüştü değerleri eleyerek, felsefi düşüncede bu sorunu ikinci sıraya attı. B ireyin yaşam ını bütünsel b ir bakışla bütünleyen ortaçağ hıristiyan düşüncesi için ölüm, özellikle önemli ve birey açısm dan'anlam dolu bir olaydı. H er tü rlü bütünsellik ve birlik fikrini azçok köktenci bir biçimde ortadan kaldırm akla, bireycilik, kendi değişik biçimleri içinde, yaşamı ve bireysel düşünceyi, aşı lamaz olan ve aşılma gereği duym ayan a priori de ğerlere dönüştüdü, ve dolayısıyla, bu bireysel değer ler sözkonusu olmadığı sürece, sürekli olarak, bireyin sınırları sorununa ve öncelikle de ölüm sorununa ka palı kaldı. 1910’da, bu rju v a toplum u, iyim serlikle dolu ola rak ve içinde bulunduğu döneme tam anlam iyle gü venerek yaşıyordu; 1789’dan 1848’e kadar sürm üş olan devrimci sarsıntılar dönemi uzun bir süre önce sona ermişti, kendini hiçbir tehlike karşısında görmeyen yönetici sınıflar, toplum cu tutu m ları bir araya top lam ışlar ve sonunda bu tutu m ları varolan dengenin kurucu öğelerine dönüştürm üşlerdi; tek tü k yerel sa vaş, h a tta Kom ün, bu rju v aların ideolojik inançları nı ve onların şimdiyi ölesiye andıran gelecek zama na güvenlerini sarsm ak konusunda pek sönük, pek ö —
23
—
nemsiz şeylerdir. B urjuvazinin' yeni bir toplum ve yeni bir dünya yaratm ak konusunda bilinçli bir top luluğun heyecanını karşılayan büyük felsefi dönemi ne gelince, bu dönem çoktan aşılmıştı. XIX. yüzyılın ikinci yarısı, yaşam la uyuşm a dönemiydi, büyük sa nayiin doğuş dönemiydi, başarılı büyük parasal oy unlar dönemiydi, m uzaffer batı burjuvazisinin ikti sadi, toplumsal ve düşünsel tarihinin bayağı ve zen gin dönemiydi, «zenginleşiniz» dönemiydi. Bu dönem filozofların yerini felsefe öğretm enlerinin aldığı biı dönemdir aynı zamanda; F laubert ve Nietzsche gibi birkaç büyük yazar ve düşünür, bu basit ve bayağı toplum karşısında duydukları tiksintiyi açıkça ortaya koym uşlardır; bu yazar ve düşü n ü rler toplum un dı şına itilmiş insanlardı ve itHdikleri yerde elikolu bağ lı yaşıyorlar, hiç mi hiç tehlikeli olmuyorlardı. Gerçekte bu dönem 1910’da kapanm ıştı, bunu çok az kişi görebilmiş olsa da; o sıra yapı ufak ufak sal lanıyordu ama yapının dış yüzünde henüz çatlaklar yoktu. Elbette bazı M arx’cı düşünürler em peryalizm kuram ını ortaya koym uşlardı, ama bunların fikirleri resm i çevrelere ve üniversite çevrelerine işlemiyordu. D ört yıl sonra Birinci D ünya Savaşı patlak verdi. Bu noktada, Lukacs’m, tra jik dünya görüşünü buluşu, üniversite dünyasının ustalarından tam b îr kopuşu ortaya koym aktadır. Gerçekte ne H usserl rv D ilthey ne de Heidelberg yeni-K ant’cıları, gelmek*“ olxn yıkım ın olasılığına parm ak basmışlardı. Ç a tıl m a, resm i ahlâkçı ve filozoflar açısından, önceden kestirilem ez bir biçimde ve birdenbire patlak verdi. Eski dönemin bitim inden birkaç yıl sonra, batı felî;£’ fesinde yeni b ir dönem başlayacak ve a rtık hiç k irş se XIX. yüzyıl öğretm enlerini ciddiye almayacak! Bireyciliğin değerleri derinden derine sarsılmış —
24
—
ğundan, düşü n ü rler ve yazarlar, kendilerinden önce kilerin, tem el ve kaygı verici b ir sorun karşısında, ölüm sorunu karşısında bütünüyle ilgisiz kalm ış ol duğunu korkuyla göreceklerdir. Gerçekte, insan yaşam ını tem ellendirm ek için ön görülen bireysel değerler ne tü r değerler olurlarsa ol sunlar, bunlar, bireysel olmaları nedeniyle ve tem el lerinin, bireyin sınırı ve kaçınılm az kayboluşuyla or tadan kalkm ak zorunda olması nedeniyle, yetersiz ve aşılmış gözükmektedirler. XVII. yüzyılda Pascal, XVIII. yüzyılda K ant, bu S ' m r ı kendi felsefi rî ; ’c i m celerinin tem eline yerleştirm işlerdi. XIX. yüzyıl, özel likle ikinci yarıda, bu sınırı bilinçten bütünüyle sil mişti. Lukacs, R uh ve Biçim ler’de, Pascal’m ve K a n t’m sorununu, en köktenci biçimiyle yeniden bulm akta dır. Lukacs, toplumsal dünyanın birey açısından m u t lak geçersizliğini, özgerçekli olmayışını ve-çok -kü-. çük b ir ölçüde de olsa bu dünyaya katılan ya da ge çerli bir dünyaiçi yaşam ın olasılığı üzerinde en k ü çük b ir yanılgıya düşen h e r tü rlü yaşam ın geçersiz^, ligini kabul eder. İnsan ölüm lüdür ve dolayısıyla, insan için erişilebilir olan tek özgerçeklik de kendi sınırlarının, bu sınırların getirdiği dünya geçersizli ğinin ve bu dünyayı köktenci bir biçimde yadsıma zorunluluğunun kesin ve yanılgısız bilincine dayan m aktadır. S ınırların bilinci, yalnızlık ve yadsım a olan yaşamla, tersine, yanılgı, zayıflık ve gündelik gerçek liği kabullenm e olan yaşam arasındaki ayrım , daha sonra H eidegger’de göreceğimiz gerçek varoluşla, ger çek olmayan varoluş arasındaki ayrım a karşılıktır tam tam ına. Ama, Heidegger’in tu tu m u bize çelişkili gözüktüğü halde (çünkü Heidegger, Leben Zum Tode adlı kitabında özgerçekliği sınırların bilincine yer—
25
—
leştirerek, bu yaşam ın tarihe katılm akla gerçek du ru m a gelebileceğini gene de d ü şünm ektedir). Lukacs, h er zam an olduğu gibi bu noktada da daha tu tarlı ve daha köktencidir. 1910’da Lukacs, özgerçekliği, sınır ların ve ölüm ün bilincine yerleştirerek şu zorunlu sonucu çıkarıyordu: hiçbir dünyaiçi yaşam bu sınır ları ve ölümü ortadan kaldıram az ve yaşama h e rh a n gi b ir geçerlilik kazandıramaz. 1923’de Lukacs, gerçek b ir tarihsel yaşam ın ve dolayısıyla gelecekteki bir ortaklaşm anın olasılığını kabul edecek, buradan, bireysel sınırların, kuşkusuz önemli olan, ama sonunda ikincil gözüken özelliğini çıkartacaktır. Bu iki tu tu m tutarlıdır; buna karşılık, H eidegger’in tu tu m u bize kısır ve pek felsefi olma yan bir uzlaşma olarak gözüküyor. S ınırlar ve ölüm sorununu tüm keskinliğiyle ortaya koymakla, Lukacs’ m kitabı, ne denirse densin, avrupa düşüncesine b ir sorunu getiriyordu; bu sorun Birinci Dünya Savaşını izleyen felsefi yenidendoğuşun benimsediği bir so ru n olacaktır. Gene de, Lukacs’m bu kitaptaki düşüncesi tam anlam ıyla tu ta rlı değildir, çünkü Lukacs, bir y a n dan, kitabında incelediği tüm gerçekdışı sözde-isteksizlik ve kaçış biçim lerinin karşısına dünyayı gerçek ve köktenci bir biçimde yadsımayı koyarak K an t’cı tra jik tu tu m u savunm akta, başka bir bakış açısından da, doğruyla yanlış, özgerçekli olanla özgerçekli ol m ayan arasındaki ara değerlerin varlığını savunmak-, tad'r: bu değerler, estetik ve felsefi yaratı düzeyinde yer alırlar; Lukacs bunlara «biçimler» adını verir. T rajedi Üzerine Denem e’nin yanında, Denem e Ü z e rine Deneme, kitabın dayanaklarından birini m eyda n a getirm ektedir. ■ Lukacs denemeyi, edebiyatla felsefe arasında —
26
—
alan özerk b ir «biçim» olarak tan ım lar (ve bu an lam da düşünülürse, kendisi de büyük bir denem eciydi). G erçekte edebiyat, bireysel varlıkların ve özel d u rum ların hayali olarak yaratılm ası düzeyinde ru h u n tutarlı tu tum larını ortaya koym aktadır; felsefeyse bu tutum ları kavram sal düzeyde ortaya koyar. Tek ve Özdeş bir bakış Pascal’m yapıtında da Racine’in yapıtında da kendini gösterebilir; bununla birlikte, Pascal’m yapıtında ölümden başka b ir şey yoktur, Racine’in yapıtındaysa hiçbir biçimde ölüm yoktur, am a yalnızca ölen Pheıire vardır. Denemeye gelince, o, özerk bir ara «biçim»dir. Deneme, felsefe gibi k a v ram sal bir vapıt olsaydı, (çünkü deneme sorunlardan başka bir şey tanım az ve hiçbir biçimde kesin y a n ıt lar vermez) kavram sal sorunları ancak bireysel ve somut bir gerçeklik «aracılığıyla» ortaya koyabilir di; ve kavram sal sorunlar gündelik yaşam ın k a rm a şık ve içinden çıkılmaz düzensizliğinden giderek or taya konulam ayacağına göre, denemeci bunu bu y a şamın ayrıcalı görünüm leri aracılığıyla, «biçimler» aracılığıyla gerçekleştirm ek zorundadır. Platon, Montaigne gibi büyük denemeciler, biçimleri gerçek de neysel yaşam dan giderek (Sokrates’in yaşamı ya da M ontaigne’in kendi yaşamı gibi) ortaya çıkarırlar, bunlar kadar yetenekli olmayan denemecilerse, sorun ları bu daha önce arıtılm ış ve aydınlık biçim lerden gi derek ortaya koyarlar; bu biçim ler evrensel edebiya tın büyük kişileridir. B una göre deneme, zorunlu ola rak, iki boyutlu alaycı bir yapıttır. Şu ya da bu kitabı, şu ya da bu kişiliği ya da som ut gerçekliği ele alır gibidir; gerçekte, kitap, kişilik ya da gerçeklik, yazara, insan yaşam ının tem el sorunlarını kavram sal düzey de ortaya koym a olanağını veren «raslantılar»dan başka bir şey değildir. Am a, bu yüzden, tüm bu bi —
27
—
çimler, denem ecinin gözünde ayrıcalı ve b ir ölçüde olumlu gerçekleri tem sil eder. Oysa, hiçbir geçiş ve hiçbir aracı tanım aksızın, doğrunun ya da yanlışın, özgerçekli olanm ya da öz gerçekli olm ayanın varlığından başka b ir şey kabul etm eyen ve ya hep yta hiç kategorisinin egem en olduğu tra jik tu tu m la denem ecinin tu tu m u arasında çelişki vardır, denem ecinin gözünde, ayrıştırdığı tüm tu ta rlı tutum lar- denemeci bu ayrıştırm ayı yalnızca bu tu tum ların yetersizliğini gün ışığına çıkarm ak için yap mış olsa da- ayrıcalı gerçekliklerdir ve dolayısıyla, es tetik ya da felsefe düzeyinde, doğrunun ve yanlışır» değerleri karşısında tam am layıcı d eğ erler m eydana getirirler. Böyiece Lukacs, 1910’dan sonra, insan bilim lerin de tem el işlemci kavram ı, belirleyici yapı kavram ını (ya da, kendisinin o zaman adlandırdığı gibi, «biçim» kavram m ı) ilk defa ortaya koymakla, görünüşte el sürülm em iş gözüken b ir görünümün, arkasında, batı bu rju v a toplum unu derinden sarsm ış çatlakları gös term ekle, büyük bir klasik felsefenin, K a n t’cılığm gerçek anlam ını bulm akla, ve Birinci D ünya Savaşın dan sonra, A vrupa’da ortaya çıkacak olan felsefi yenidendoğuşun getirdiği başlıca sorunlardan birini, ölüm sorununu ortaya koym akla, avrupa düşüncesi nin en ü st düzeyinde yer almıştı. Bununla birlikte, Lukacs’m 1920’de çıkan ikinci kitabı, Boman K uram ı, çok daha önce yazılmıştır, çünkü biliyoruz Lukacs, bu k ita p ta savunduğu tu tu m ları M arx’cılığa ulaşm ak için 1917’d en sonra aşmıştı. Belki de bu kitap İkinci D ünya Savaşı yıllarında y a zılm ıştır. Y öntem bilim açısından, Lukacs’m bu kitaptaki tutum ları, R uh ve Biçim ler’de geliştirdiği tu tu m la —
28
—
rından pek değişik değildir. B urada, bazı tu ta rlı in sani tutu m ların edebi anlatım ına karşılık olan bir takım zamansızlık özlerini, «biçimler»i tanıtlam ak sözkonusudur. M eydana gelen değişiklik öncelikle, Lukacs’m insanla toplum arasındaki ilişkiyi ve bu değişimin, tanıtlam aya çalıştığı belirleyici yapılar üzerindeki sonucunu ele alış biçimiyle ilgilidir. Çünkü Lukacs, daha önce belirttiğim iz gibi, yalnızca bir filozof ve b ir bilgin değildir, aynı zam anda büyük b ir denem e cidir; yani Lukacs bir tak m belirleyici yapıları olum lu ve bilimsel b ir biçimde incelemekle yetinm ez, am ^ bunlar arasından incelenmesi kendisine en ivedi gö züken sorunları kavram sal düzeyde ortaya koym a «olanağ;»nı verebilecek yapıları seçer. Lukacs’m tü m yazıları hem bilimsel incelem eler dir hem de denem elerdir, ve olumlu ayrıştırm a konu larının seçimini belirleyen şey denemede ortaya ko nulm uş olan sorunlardır. 1910’da, Lukacs yalnızca yadsım a ve kaçış biçim lerini incelemişti; bu yüzden de kitabına R uh ve B i çim ler adını vermişti; oysa Roman K ıtram ı’nda Lukacs, büyük destansı biçimleri inceler; bu biçimler, daha önce seçmiş olduğu biçim lerin tersine, gerçek çiyd i, yani hem en hem en gerçekliğin tanınm ası üze rine kurulm uştu, en azından olası bir gerçekliğe yö nelik olumlu b ir tu tu m üzerine kurulm uştu-bu g er7 çekliğin olasılığı varolan dünyaya dayanm aktadır. Bu yüzden, zamansız belirleyici yapı olarak özün ben zer b ir biçimde ele alınm asına karş>n bu kitaba aynı ad verilemezdi. Çünkü, bundan önceki k itapta ince lenmiş olan biçim ler-duyguculuk, deneme, trajedi, vb-için dış ortam zorunlu değildi ama, destansı ede b iy atta «biçimler» ru h u n dünyayla kurd u ğ u sayısız —
29
—
ve karm aşık ilişkinin anlatım ıdır; böylece bu anlatım, ru h u n yanında ve onunla aynrdüzeyde, bu biçimlerin kesin ve zorunlu tem eli durum una gelir. Böylece, batı toplum undaki bunalım ın daha bir kaç yıl 'önce, bu konuda hiçbir kaygısı bulunm ayan kişiler için de belirgin durum a geldiği bir dönemde, bu bunalım a ilk parm ak basanlardan biri olan György Lukacs, gerçekçi um ut kategorisini belirlem ekte ve böylece daha sonraki düşünsel yaşam ında başlıca yeri tutacak olan kategoriyi, nesnel olasılık kategorisini geliştirmektedir. «Ya hep ya hiç» kategorisi üzerine kurulm uş olan R uh ve Biçimler, gerçek ve yalnız bilincin b ü yüklü ğünü, yadsım anın büyüklüğünü öne süren b ir kitaptı; «evet ve hayır» kategorisinin, çelişkinin yönlendir diği Roman K uram ı, Hegel diyalektiğine bağlı b ir ki-' taptır; bu kitap, bugünkü dünyada en geçerli insan ti pi olarak karm aşık ve sorunlu bireyi belirler. Bu kitapta, Lukacs’m 1923’de ilk olarak önemini ve zenginliğini göstereceği M arx’cı şeyleşme kuram ı na ilişkin herhangi bir şey bulamıyoruz; gene de, ro m anın incelenmesi aracılığıyla, çağdaş batı toplum unda insanlık d u rum unun özünü ayrıştırarak (elbette, kitabın tarihsel ve toplum sal arka-düzeyini sınırlan dıran biziz), György Lukacs bu olgunun ruhsal dışlaşm alarını da açığa çıkarm aktadır. Lukacs’a göre roman, insanın, içinde yaşarken ne kendini evinde duyduğu, ne de tam anlam ıyla ya bancılık çektiği b ir dünyanın tem el edebiyat biçimi dir. Bu dünyada destansı edebiyatın bulunm ası için, (ve rom an destansı b ir biçimdir) insanla dünya, b i reyle toplum arasında köklü bir karşıtlık gerekir. R uhun ve dünyanın, için ve dışın tam uyarlılığını anlatan, yanıtların sorular belirlenm eden hazır ol—
30
—
duğu, tehlikelerin bulunduğu attıa tehditin bulunm a dığı, gölgelerin bulunduğu, am a koyu karanlığın b u lunmadığı, yaşamın h er görünüm ünde anlamın yer aldığı ve m eydana çıkarılm ayı değil, belirlenm eyi beklediği bir evreni anlatan destanla, arı özün, yal nızlığın ve h e r tü rlü yaşam ı yadsım anın edebi b i çimi olan trajedi arasında, rom an, destanın diyalektik biçimidir, ortaklaşm a içinde yalnızlığın, geleceği ol m ayan um udun, yokluk içinde varolm anın biçimidir. Lukacs’m bir imgesini kullanacak olursak, çocukluğun ve gençliğin edebiyatı olan destanla, bilincin ve ölü m ün edebiyatı olan tra jed i arasında, rom an canlı bir olgunluğun biçimidir. B ununla birlikte, burada sözkonusu olan şey, oku yucunun kitaptan okuyabileceği ayrıştırm aları yeni den ele almak değil, ama bu ayrıştırm aları Lukacs’m daha sonraki çalışmalarıyla ve aynı zam anda kendi çalışmalarımızla birlikte düşünerek, kitabın anlaşıl masını kolaylaştırm aya çalışm aktır. Lukacs’m M arx’ci olmayan ilk kitapları, bilimsel estetik düzeyinde, ve biçim lerin olumlu incelemesi düzeyinde, seve seve dahice diye niteleyebileceğimiz bir dizi önsezi aracılığıyla, değişik edebiyat türlerine karşılık olan birtakım belirleyici yapıları tanıtlam a başarısını göstermiştir, bu yapıları, daha sonra, geliş miş oldukları toplum larm bütünlüklü ve oluşumsal bir ayrıştırm asına katm ak olanaklıydı. Gerçekte, ilk bakışta hiçbir şey, zamansız belir leyici yapılar olarak özlerin bu kavranışı kadar M arx’ cılığa ve h e r tü rlü toplum bilime yabancı değildir. B ununla birlikte, edebiyatla ve felsefeyle ilgili olum lu b ir toplum bilim in ilk öğelerini kurm ayı sağlayan birtakım ay rıştırm alar bu kitaplardan giderek geliş tirilm işti. B urada Lukacs’m bundan sonra, yazdığı —
31
—
kitaplardan başka, K a n t felsefesi, Pascal’ın D üşün celerdi ve Racine’in tiyatrosu üzerine kendi çalışma larımızı (bunlar Ruh ve B içim lerden giderek geliş tirilm iştir) ve Erich K öhler’in Chrétien de Troyes üzerine önemli bir kitabını, Roman K u ram ı’ndaki ba zı parçalardan giderek geliştirdiği kitabını sayabiliriz. A m a bize göre, edebiyatın M arx’ci açıdan incelemesi ne doğru en önemli adım, bu kitapta, rom anla ilgili belirleyici yapının tanıtlanm asıydı; daha sonra, h e nüz hazırlanm akta olan bir araştırm am ızda, bu ta n ıt lam ayla M arx’ci m ala tapınm a ayrıştırm ası arasında ilişki kurduk, bunu yaparken h er iki durum da da birbirine benzeyen belirleyici yapıların sözkonusu ol duğunu gösterdik. Gerçekte, rom anın bu rju v a toplum una karşılık olan edebi biçim lerin en önemlisi olduğu ve evri m inin, bu toplum un tarihine sıkı sıkıya bağlı oldu ğu bilm iyordu. B ununla birlikte, bildiğimiz kadarıyla hiç kimse bu ilişkiyi doğuran kavranabilir bağı gün ışığına çıkarm ayı başaram am ıştı. Lukacs’cı rom an ayrıştırm asıyla, Serm aye’nin ilk bölüm lerinde değerin ve mala tapınm anın ayrıştırıl m ası arasındaki yakınlığın, bu sorunu aydınlatm akta ve aynı zam anda diyalektik bilgi kuram ının en önem li konularından birine bazı açıklam alar getirm ekte bize yardım cı olduğunu düşünüyoruz. Belirleyici yapı olarak rom anın Lukacs’cı ayrış tırm asını şematik b ir biçimde ele alm akla başlaya lım işe; bu rom an ayrıştırm asında Lukacs, aşağı bi çim ler diye adlandırdığı, eğlence edebiyatı diye adlan dırdığı şeyi bir yana atarak, kendini rom an edebiya tının b ir kesimiyle sınırlar; ama Lukacs, gene bu ay rıştırm ada, bize göre, yanlış b ir tutum la, en önemli rom an biçim lerinden birini, Balzac’m yapıtını dışta —
32
—
bırakm ayı denem ektedir(3). Daha önce söylediğimiz gibi, Lukacs’m ayrıştır dığı rom an biçimi, hem ortaklaşm ayla hem de kah ram an ve dünya arasındaki köklü çatışmayla belir lenm iştir: ortaklaşm anın temeli, kahram anın ve dün yanın, yapıta yönveren gerçek değerlere, m u tla k ’a, tanrısallık’a göre ortak bir derecelenme içinde b u lun m alarıdır, çatışkı ise, bu derecelenm enin değişik h a t ta karşıt yapısı üzerine tem ellenm iştir (4). Gerçek değerler karşısında dünya, uzlaşmalı b ir dünyadır ve kökten bozulmuş bir dünya, uzlaşmalı bir b ir yurt, b ir yuva olabilecek h e r şeye yabancı b ir b ir dünyadır; rom an kahram anı, buna karşılık, bu değerlere bağlı kalır; oysa rom an kahram anı bozulmuş ve ikiyüzlü durum un çok üstündedir, Lukacs’m doğ ru d an doğruya ilişkiye, olumluya, kutsala karşıt ola ra k «şeytani» diye adlandırdığı durum un çok üstün dedir. Y apıta yön veren değerlerin, kendilerini hiçbir yerinde-dünyada da kahram anın bilincinde de-açıkseçik göstermediğini söyleyerek, bu yapının ayrıştırm a sını aydınlatabiliriz belki. Bu yüzden, Lukacs’m ay rıştırdığı rom an yapısı, yokluk’un edebi bir biçimi dir. B ununla birlikte bu değerler yapıtın dünyasında gerçek b ir biçimde etkilidirler, yapıtın dünyasına ör tülü bir biçimde yön verirler. O nların tek görünür varlığı yazarın bilincindedir; onlar ancak kavramsal ahlaki b ir zorunluluğun, b ir yükümlü oluş’un özel ve yetersiz biçimiyle kendilerini gösterirler, kendilerini bü tü n ü y le ve gerçek olarak yaşanm ış b ir gerçeklik ola ra k göstermezler; yoksa yazar, büyük b ir olasılıkla, b ir rom an değil destansı b ir şiir yazmış olurdu. Gerçekte, b ir yazar kendinin de çoktan aşmış ol d u ğ u sorunlar üzerine değerli b ir rom an yazamaya—
33
—
çaktır. Bu yüzden, rom an yalnızca geçmişteki bir deneyin anlatılm ası olsaydı, değerler yazarın bilineiîıde de sorunlu olmayan bir biçimde bulunsaydı, ya'zâr bu değerleri yapıta katabilirdi ve katm alıydı. De'tn e k ki, rom an tü rü n ü n doğuşunu açıklayan şey, bu değerlerin yalnızca kahram anın bilincindeki değil, âm a aynı zam anda yazarın bilincindeki yetersizliği ve sorunsal özelliğidir. Sona ermesi olanaksız, sorunsal ve şeytani bir araştırm a olan roman, sona erme kahram anla dünya arasındaki kopuşun aşılması, dolayısıyla rom an ev reninin aşılması olduğuna göre, eşsiz bir biyografi t ü rü d ü r ve bu araştırm a belli b ir toplum un içinde ger çekleştirildiği ölçüde de toplum sal b ir tarih incele mesidir. 1 Elbette her gerçek rom anda zorunlu ve doğal bir son vardır. A m a bu son -kahram anın ölümü bu so n u n simgesel anlatım ından başka bir şey değildirkahram anıri daha önce beslediği um utların şeytani ' ve boş niteliğini kavram asından gelm ektedir yalnız ca, tam anlam ıyla bulunm uş bir u yum dan gelm emek tedir. Lukacs’ın, kitabında a yırt ettiği üç tem el ro m an tipinin ortak öğesi buradadır. Soyut ülkücülü ğün, dünyanın karm aşıklığını kavram akta yeterli bi, İince sahip olmayan şeytani kişiliğin rom anı (Don Ki1şot ya da Kırmızı, ve Siyah örneği), dünyaya ayak u ydurm akta güçlük çeken edilgin b ir kahram anın b u lu n d u ğ u psikolojik ram an (Duygusal Eğitim örneği) ve he üyarlılık ne de um utsuzluk anlam m a gelen, dünyadan bilinçli b ir biçimde kopuşu konu alan eği tici roriiaiı (Wilhelm Meisteır ya da D er G rüne Hein.rich örneği). Böylece rom an türü, Lukacs’m, yazarın 'kendi yapıtıyla alay etmesi diye adlandırdığı şeyi —
34
içerir; bu alay şu olgunun sonucudur: yazar hem k a h ram anın araştırm asındaki şeytani ve boş özelliği hem bu araştırm anın gerçekleştiği dünyanın uzlaşmalı özelliğini h em sondaki değişikliğin yetersizliğini ve dolayısıyla değerlerin yazarın bilincinde varolduğu biçimleriyle kavram sal görünüm ünün yetersizliğini bilm ektedir. Böylece, rom an yapışm a yönveren değerlerin gö r ü n ü r olmayan özelliği, yalnızca rom anın, yapısını değil, am a aynı zam anda en kapsam lı olan ve hem y a zarı hem de yapıtını kuşatan yapıyı, rom anı k a v ra m akta tem el olan yapıyı belirler . Roman kahram anı ^orunlu bir varlıktır, b ir deli ya da bir canidir, çünkü o, h e r zam an m utlak değer leri araştırır, ama bu değerleri tanı olarak tanım adan ve yaşam adan a ra ştırır ve dolayısıyla onlara yakla şacak güce sahip olmadan araştırır. H içbir biçimde ilerlemeksizin sürekli olarak gelişen bir araştırm adır bu, Lukacs’m «yol bitti yolculuk başladı» belirlem e siyle tanım ladığı bir devinim dir. İkinci tip rom anın ayrıştm lm a sm d a , yani bilin ci, içinde yaşadığı d ar dünyaya göre çok geniş olan edilgin bir kahram anın bulunduğu bir rom anın ayrıştırılm asm da, Lukacs, XX. yüzyıl felsefi düşüncesin de ilksel b ir Önem taşıyan sorunu, zamansallık soru nunu ortaya koyar. B urada özgün bir buluş sözkonusu değildir ve Lukacs’m da böyle b ir savı yoktur. T er sine, Lukacs bu sorunu belirlerken, açıkça H egel’e ve Bergson’a başvurur. B ununla birlikte, bu iki filozofun düşünceleriyle Lu.kacs’cı ayrıştırm a arasında gözle görülür b ir ay rılık vardır; özellikle şunu belirtm ek gerekiyor: bu ayrım , son derece Hegel’ci olan bu kitabı,-H egel’in gerçek düşüncesinden ayıran en önemli noktadır: H e•
—
35
—
gel ve Bergson için zaman, olumlu ve ilerleyen bir anlam a sahipken, b ir sonuçlanma ve gerçekleşme bi çim iyken, Lukacs, Roman K uram ı’nda zamanı yal nızca sürekli bir bozulma süreci olarak, insanla m u t lak arasına giren bir ekran olarak düşünür. B ununla birlikte, bu son derece diyalektik yapı nın, yani rom an yapısının tüm kurucu öğeleri gibi, zamansallık da hem olumsuz hem olumlu bir doğa y a sahiptir. K ahram anın ilerleyen bir biçimde bo zulması anlam ını taşıyan zamansallık, aynı zamanda, b ir ilk alt biçimden daha gerçek ve daha aydınlık bir biçime geçiştir; bu biçim, ru h u n değerlerle ve m u t lakla olan sorunlu ve dolaylı ilişkilerinin bilinciyle, gerçek ve hayali um utla ilgilidir; bu um ut a ra ştır m ayı yönetir; zamansallık b ir ilk alt biçimden bu u m u tla ilgili boşluğun ve özgerçekliğin aynı andaki' bilinçli anısına geçiştir, bu özgerçeklik de sorunsal ve çelişkili bir özgerçekliktir, çünkü sonuçlanm anın olasılığına değil, araştırm anın doğasına d ayanm akta dır. Böylece roman, kendisinde hiçbir şeyin tekanlam lı olmaması olgusuyla belirlenen diyalektik b ir yapı ola ra k ortaya çıkar: onda ne özgerçekliği olmayan ve bozulmuş b ir biçim içinde m utlak değerleri arayan sorunlu bir kahram an, ne uzlaşmalı ve donmuş ol m ak la birlikte, kahram anın yapacağı araştırm aya ola nak tanım a konusunda oldukça olumlu b ir özellik taşıyan dünya, ne b ir dağılma ve bozulma süreci ol m akla birlikte, özgerçekli değerlerle ilişkisini karm a şık ve dolaylı bir biçimde sürekli olarak sürdüren hem hayali u m ut hem bilinçli ve hayalden arınm ış anı bi çiminde sürdüren zaman, ne de yazarın bilinci, ya p ıtın kurucu öğelerinden biri olan-roman tü rü n ü n özel özelliklerinden biridir bu- ve b ir yüküm lülük olan, —
36
—
destansı özelliğin yüküm lülüğü yadsıdığı ve onu b ir değersizlik d urum una getirdiği yapı içinde b ir y ü küm lülük olan bilinci, yazarın sorunlu olan ve k u ral cı olan bilinci tek anlam lıdır. Koman K uram ı, belirleyici öz olarak rom an yapı sının ayrıştırılm asıyla sınırlanır; o, rom an yapısını azçok, bu yapının içinde doğduğu ve geliştiği koşul lara bağlam aktadır. Bu kitapta, gerçek tarihe değil, bir dizi tem el biçimi karşılayan, destanı, trajediyi, felsefeyi, rom anı karşılayan aşkın bir oluşa başvuran birtakım bölüm ler vard ır yalnızca. Bu anlam da, L u kacs’m kitabı elbette ülkücüdür ve yüzdeyüz «katıkuralcı» oldukları ve Usta’n m tüm virgüllerine bağlı kaldıkları ölçüde değer kazanan ve sapkın oldukları ya da M arx’cılığa yabancı kaldıkları ölçüde d e ğ e r den yoksun olan çalışmalar dışında çalışma tanıma^ yan dogmacı «Marx’cılar», Lukacs’m ilk kitaplarını ikinci kategoriden saym akta elbette haklıdırlar. Yalnız, M arx’ın da, kendisinden önceki ve kendi dönemindeki kuram sal çalışm aların sonuçlarını top tan yadsım aksızın, bunların bir bölüm ünden, kendi özgün çalışmasıyla bir ölçüde bütünleştirdiği bir bö lüm ünden sık sık yararlandığını unutuyorlar. Roman K u ra m ı’m n ülkücü b ir kitap olduğunu söylemek el bette doğrudur, ama bu belirlem enin ne yararı ola cak. Önemli olan, Roman K nram ı'nın, sınırlı ve p a r çalı bir inceleme olarak değerinin ne olduğu ve bi zim de yaptığımız gibi, geçerli b ir ayrıştırm anın b ü tünlüklü, tarihsel ve diyalektik olması gerektiğini ka bul ederek, Lukacs’m açığa çıkardığı belirleyici ya pının ne ölçüde, bir sonuç evresinden çok, bu yapı nın hazırlanm ası açısından önemli bir evre olduğu n u bilm ektir. Oysa, rom an tü rü n ü n M arx’cı ve diyaektik b ir ay—
37
—
rıştırm asm ın ancak Lukacs’m yapıtından yola çıkarak ve bu yapıtı aşarak -bu çok doğal bir şeydir- olanak^ lı durum a geldiği ve ayrıca, bu ayrıştırm anın bize yalnızca bu tü rü n oluşum unu anlam a olanağını de ğil, am a bu ayrıştırm ayı sermayeci toplum un M arx’ci ayrıştırm asıyla bütünleştirm e ve böylece sermayeci toplum a bazı açıklam alar getirm e olanağını da v er diği ortaya çıktı. Roman yapısının Lukacs’cı tanıtlam ası, örtülü ya da açık olarak M arx’cılığa hiçbir biçimde başvurm a yan bu tanıtlam a, gerçekte, özgür pazarın Sermaye* deki (özellikle m ala tapınm ayla ilgili bölümlerdeki) tanıtlam asına benzer bir biçimde yapılm ıştır; öyle ki rom an tarihiyle burjuvazinin tarihi arasında uzun süredir bilm en ilişki, bütünüyle olmasa da b ir ölçü de anlaşılır d u ru m a gelm ektedir. Lukacs, rom an evrenini olumlu b ir kahram ana yer tanım ayan bir evren olarak tam tlam ıştır; bunun nedeni, kahram anı yöneten değerlerin içsel olmaları ve tüm kişiliklerin, bu değerler karşısında hem olum suz hem olumlu b ir özelliğe sahip olmalarıdır. D e ğerlerle ilişkisi son derece dolaylı olan ve destansı yapıya olanak tanım ak konusunda tam anlam ıyla u y gun olan, uzlaşmalı ve anlam dan yoksun dünyayla, yaşam ı yalnızca bu özgerçekli değerlerin bozuk ve şeytani araştırm asından m eydana gelen sorunlu k a h ram an arasındaki köklü karşıtlığı da buna eklemek gerekir. En genel şemasına indirgenmiş olan bu tanıtlam a, daha önce özgürlükçü iktisatçıların, ama özellikle de M arx’in (Marx klasik tanıtlam aya m ala tapınm anın ayrıştırm asını k a tm ıştı), pazar için ü retim yapan öz gürlükçü bir toplum a ilişkin tanıtlam asıyla tam ola ra k uyuşm aktadır. , —
38
—
Böyle bir toplum da üretim , seımayecilik öncesitopİum larda olduğu gibi h er zaman kullanım değerine, bağlı kalır, bu toplum larda belli sayıda m al üretilir, bu m alların nitel özellikleri, kullanım değerleri, top* lum üyelerinin gerçek tüketim ine karşılıktır; ama pa-ı zar için yapılan üretim le ıdoğşl ya da planlı ik tisad i yaşam arasındaki temel ayrılık şu noktaya dayanır; pazar için yapılan üretim de, kullanım değeri içsel du t rum a gelm iştir - ve üretim etkenlerinden hiçbirinin, davranışını etkilemez; üretim etkenlerinin davranışı tam anlam ıyla nicel olan, dolayısıyla insani açıdan bozulmuş olan değiş tokuş değerlerinin tekelci eğilim leriyle yönetilir. B ununla birlikte, m alların kullanım değeri, üreticilerin tek kaygısı olan değiş tokuş değe rini ve kazancı gerçekleştirm ek açısından kaçınılmam bir koşuldur. A l’cılara gelince, onlar m allarda, elbette, gerek sinme duydukları kullanım değerini aram aktadırlar* am a bu değere hem en ve doğrudan doğruya ulaşa* m azlar ve fiyatların ve pazardaki alım ın nicel olan ve bozulmuş olan aracılığından geçmek zorunda ka lırlar. ( îki yapı arasındaki benzerlik bize çarpıcı gözü küyor. .: B urjuvazinin gelişimiyle rom an tü rü n ü n gelişimi arasındaki ilişkiyi bir ölçüde anlaşılır kılan, ilk ba kışta oldukça beklenm edik gözüken bu benzerlik, ■ b ir dizi sorun getirm ektedir, ve öncelikle de, hiç olmazr sa şu an için, ortak bilinç düzeyinde, birbirine benze yen arayapılar bilmediğimiz halde, iktisadi gerçekr liğin, bu gerçekliğe karşılık olan b ir edebi yapıyı n a r sil doğurduğunu bilm ek sorununu getirm ektedir. Ede biyat toplumbilimi, M arx’cı olsun olmasın, o güne kş?dar, ortak bilinçteki aracılıklar varsayım ı üzerin? —
39
—
kurulm uştu; o rta k bilinç, b ir yandan toplum sal y a şamla iktisadi yaşam arasındaki bağı, b ir yandan da zihnin büyük y a ra tıla rı arasındaki bağı kuruyordu. XVIII. yüzyıldaki tra jik dünya görüşü üzerine yap tığımız incelemede, noblesse de robe’un (5) toplum sal ve iktisadi durum uyla, Racine’in ve Pascal’m y pıtı arasında bu gibi ortak y a n la r ortaya çıkardık (parlam enterlerin karşıt siyasi devinim leri, jansenius’cu topluluk, gizli ta n rı dinbilimi, yalnızlık ahla kı, v b ) . Oysa, özgürlükçü pazarın ve rom an tü rü n ü n birbirine benzeyen yapıları arasında benzerlikler bu l m ak kuşkusuz zordur. D urum ilk bakışta şaşırtıcı gözükm ektedir ve bu, ortak bilinçteki benzerliklerin araştırm asına yönel miş bulunan M arx’ci toplum bilim cilerin ya da M arx’ cı olmayan toplum bilim cilerin, sözünü ettiğim iz b e n zerliği hiçbir zam an görmemiş olm alarından ö tü rü d ü r belki. Gerçekte b ir düşünce ne k a d a r az derinlikli o lur sa olsun, toplumbilimci için beklenm edik olan bu or tak yanların yokluğu, m ala tapınm anın M arx’ci a y rıştırm asıyla ya da daha sonra Lukacs tarafından bu lunan bir terim i kullanacak olursak, şeyleşmeyle tam tam ına bütünleşir. M arx varolan serm ayeci toplum ların yapısının, başka toplum sal düzenlem e biçim le rine göre b irtakım özel nitelikler ortaya koyduğunu öğretti bize; bu nitelikler, kişilerin bilincinde, insani ilişkilerin yerini ticari m al fiyatlarının, niteliğin y e rini niceliğin alm asından doğm aktadırlar. B unlar ara sında öncelikle kendini gösteren bir kesim, toplum sal yaşamın geri kalan bölüm ü karşısında Özerk olan iktisadi kesim, bulunm aktadır; iktisadi kesim b ir y a n dan öbür kesim lerin etkisine çok az ve giderek azalan b ir biçimde uğrarken, öbür kesim ler üzerinde geliş m eye ve gitgide d a h a etkili olm aya yönelir. M arx’ci —
40
—
edebiyatta, yansıyan -bilinç kavram ı etrefm da geli şen sonderece canlı tartışm a ta m tam ına bu olguyla ilgilidir. Gerçekte, yansıyan- bilincin savunucuları, kadar hasım ları da haklı olarak M arx'a başvurabilir ler; M arx, bilincin m addi gereksinm eleri (6) karşı lam aya yönelik olan m alların üretim indeki etkinliğin h e r zaman ve h er yerde basit bir yansısı olduğunu hiç b ir biçimde söylem emiştir, bu n a karşılık, pazar için, üretim yapan serm ayeci toplum daki özerk b ir ik ti sadi kesimin gelişiminin, bilinçten h er tü rlü etkin işlevi atm aya ve bilinci altyapının basit yansısına dönüştürm eye çalıştığım göstermiştir. Oysa, bu ayrıştırm a geçerli olduğu ölçüde, ve biz onun tam anlam ıyla geçerli olduğuna inandığımız öl çüde, bu toplum da bilincin etkin işlevi üzerine k u ru l m uş bulunan benzerliklerin, yerlerini iktisadi yaşam la zihinsel yaşam arasındaki doğrudan ilişkiye b ıra karak yokolmaya yatkın olmaları doğaldır. B ununla birlikte, b ir sorun, iki alan arasında böyle b ir bağın bulunm asını sağlayan som ut süreçlerin ne ler olduğunu bilm ek sorunu çözümsüz kalm aktadır. İktisadi bir yapının gelişimi edebi y aratıda benzer ya pıların ortaya çıkmasını nasıl sağlam aktadır? Bu ol dukça güç b ir konudur, biz bu konuda olsa olsa varsa yım lar ortaya koyabiliriz. Oysa biz burada birçok etkenin birlikte eylem ini gözönünde tu tm a k gerektiğini düşünüyoruz, şöyle kir a) P azar için üretim yapan bir toplumda, tüm y aratıcılar gibi, tam anlam ıyla sorunlu b ir kişilik d u ru m u n a gelen yazarın, kişisel deneyi; bu duru m u n nedeni şu basit olgudan gelm ektedir: yazar bir yan dan en b aşta kullanım değeriyle, eserlerinin niteli ğiyle ilgilenir, oysa bu toplum daki tüm «gelişi güzel» üreticiler için nitelik, gerçekten önemli olan tek ama—
41
—
ca, tam anlam ıyla nicel olan değiştokuş değerine eriş mek için ikincil b ir dolam baçtan başka bir şey değil dir, öte yandan yazar, kalıcı olmak istiyorsa, y a p ıt larının değiştokuş değerini, onları ticari m al gibi sat m a olanağını -bu, kendisine son derece küçük bir ge lir sağlayacaktır- bütünüyle bir yana bırakarak, et* kinliğini yalnızca kullanım değerine yöneltm ekten başka bir şey yapamaz. F laubert’in ünlü cümlesi «Ma dame Bövary benim», gerçekten önemli olan tüm ro m an yazarları için geçerli genel b ir deneydir. b) Şeyleşmiş toplumda, som ut toplumbilimsel araştırm alarla belirlenmesi gereken belli bir toplum-; sal tabakanın varlığı; şeyleşmenin gelişen süreci k a r şısında, bu tabakada, duygusal ve kavram laşm am ış b ir tedirginlik olgunlaşmaktadır; bu özel durum da, butedirginlik, h e r tü rlü özgerçekli edebi yapıtın y a ra tıl ması için zorunlu olan toplumsal temeli m eydana ge tirir. c) Bu toplum da bir kavıam laşm ış değerler b ü tü nünün varolması; bu değerler, bireyüstü değerler ol m am akla birlikte, azçok genel bir özelliğe sahiptirler, bireyliğin değerlerine sahiptirler ve bu iktisadi yaşam içinde, özgürlükçü iktisadi yaşam la olan ilişkilerin den ötürü, hem zorunlu, genel değerlerdir hem de ger çekleşmesi olanaksız değerlerdir bunlar, bunu da be lirtm ek gerekiyor. Bireyci değerlerin varolması, bize göre, başka değerler arasında, geleneksel rom anın biyografisel yapısının temelini oluşturm aktadır. Ayrıca, bize göre bu varsayım, azçok zamandaş iki süreç arasındaki b ir ilişkiyi, iktisadi yaşam düze yinde bireyciliğin ortadan kalkması süreciyle (M arx’ cı d ü şünürler bu süreci, özgürlükçü iktisadi yaşamın tekelci iktisadi yaşam a dönüşmesi, klasik serm ayeci likten emperyalizme geçiş olarak değerlendirdiler), _
42
—
özellikle, bireysel kişiliğin ve biyografisel ahlatının ortadan kalkm asıyla belirgin olan rom anın benzer bir biçimde dönüşmesi süreci arasındaki ilişkiyi gözönünde b ulunduruyor gibidir. Roman K u m m ı’nı bütünlüklü bir M arx’cı ayrış tırm aya k a tm a olasılığının bu şem atik tanıtlam ası, başka tan ıtlam alar yanında, Lukacs’m kendi evrim iy le de doğrulanır; Lukacs, 1917’de m acar kom ünist p a r tisine katıldıktan ve Bela K un hüküm etinde halk ko miseri olduktan sonra,-1923’de M arx’cı çalışm aların hem en önemlilerinden hem de en tartışm alılarından birini, Tarih Ve S m ı f BiÜnci’ni yayımladı. Bu kitabın görünür tarihi, bugün avrupa düşün çevrelerinde azçok biliniyor. K itap, çıkar çıkmaz ola ğanüstü b ir yankı uyandırdı, belli başlı tem silcilerini K ari Korsch, H e rb e rt Marcuse ve K ari M annheim ’ın oluşturduğu bir tü r kuram sal «okul» yarattı, ama ay nı zam anda, sosyal dem okrai’lığm ve kom ünizm in iki büyük enternasyonal akım ına bağlı olan geleneksel M arx’cı çevrelerde de çok büyük tepkilere yol açtı. Lukacs’m üyesi olduğu kom ünist partisi kitabı res m en m ahkum etti, ve partisini bırakm ak istem eyen Lukacs, b ir tü r «centilmence davranış»ta bulundu, yazmayı b ıraktı ve parti de ona kuram sal fikirlerinin n eler olduğunu sormadı artık. Lukacs ancak daha sonra, A lm anya’da faşizmin yükselm esi ve özellikle zafer kazanm ası karşısında tu tu m la rın ı içtenlikle de ğiştirdi, ilk kuram sal çalışm alarını eleştirdi ve yeni den kitap yayım lam aya başladı. Lukacs’ın yapıtında en önemli dönem, nicelik açı sından bakıldığında en önemli dönem olarak gözüken ikinci dönem, birincisinden bütünüyle ayrı olan dö nem, bundan sonra başlar. Yazık ki, Lukacs’m M arx’cı düşünce içindeki d u —
43
—
rum u, yeniden yazm aya başladıktan sonraki d u ru m u , h er zaman yanlış anlam alara yol açmıştır. Çünkü b ir yandan, resmi kom ünistler, bütünüyle değiştiğine hiç bir biçimde inanm adıkları geçmişinden ötürü ona h e r zam an belit, £>ir kuşlru ve ¿»mvn^izlikle bakt.Iar, ve öte yandan, «muhalifler» ve kaukuralcı olmayan M arx’cilar da, genellikle, Lukacs’m «başegişini» b ü tünüyle göstermelik saydılar ve kendi öz düşüncele riyle tersleşen kitaplar yazdığına inandılar. Bu varsam alar elbette yanlışdı. B ununla birlikte bunlar, fikirler tarihi açısından ve Lukacs’m tutum u açısından üzücü olan, Lukacs’m anlatım özgürlüğünü iyice sınırlayan sonuçlar getirdi. H er iki kesimin de, hâlâ Tarih ve Sınıf Bilinci’ni yazdığı dönemdeki eski siyasi tutum larını, örtülü bir biçimde, en azından bir ölçüde savunduğunu sandığı Lukacs, bu tutum larını bıraktığım sürekli olarak vurgulam ak durum unda kal dı, ve bu kitapta geliştirilmiş geçerli, yani dahice bi limsel ve yöntemsel fikirleri anım samak konusunda artık hiçbir kaygısı kalmadı. B unun gibi, üyesi oldu ğu bir partinin yöneticileri gözünde kuşkulanılır bir kişi olduğundan, Lukacs, yayım ladığı yazılarda, ken dini edebiyat eleştirisiyle ve felsefeyle sınırladı, bu alanda bile, bu partinin kendisininkine benzer bir geçmişin yükünü taşım ayan herhangi b ir üyesinden de daha sınırlı bir anlatım özgürlüğünü bulabildi. B ununla birlikte, bu durum dan doğmuş bulunan çok sayıda ve kuşkusuz önemli olan, am a aynı zam an da ikincil olan ayrıntıyı bir yana bırakarak, Tarih ve S m ıf Bilinci’nin, yanlış anlaşılmış siyasi tutu m ları sa vunduğunu, am a öte yandan bu kitabın felsefi düşün ceye ve özellikle insan bilim lerinin yöntem ine getir dikleriyle büyük Önem taşıdığını belirtm ekle yetine ceğim ' ’
Bu noktada belirtilm esi gereken çok daha önemli b ir olgu var: bu kitabı bilimsel düzeyde savunan b ir çok kişiye, bu kitap ta önesürülen ve bu kişilere b ü tünüyle yabancı olan siyasi fikirlerin m aledildiği ve buna karşılık, bu kitaptaki siyasi tem aları yadsıdığı için, birçok kişinin bilimsel yöntem inden kuşku d u yulduğu görülüyor. Yöntembilim düzeyinde. T arih ve Sınıf Biliîici' nin önemi, Lukacs’m gerçekleştirdiği şu kesin b a şa rıy a dayanm aktadır: Lukacs, bundan önceki iki ki tabına yön vermiş olan zamansız belirleyici yapının olgucu fikri yerine, bütünsellik fikri üzerine k u ru l m uş bulunan zamansal ve etkin belirleyici yapının M arx’ci ve diyalektik kavram ını koydu ve bundan .giderek, Öbür iki temel M arx’ci kavram ı, sonunda in san bilimlerine olumlu ve işlemci b ir yer kazandıran olası bilinç (Zugerechnetes Bew usstsein) ve nesnel olasılık kavram larını geliştirdi (7). Bütünsellik, belirleyici etkin yapılar, bu y apılar üzerine oluşumsal bir incelemenin zorunluluğu, bugünü açıklayıcı etken olarak geleceğin kullanılm ası, en çok •olası bilinç, nesnel olasılık: elbette, ne bu k a v ra m lardan h e r birinin ayrı ayrı ele alınm ası ne de bun ların bütünlüklü bileşimi yeni buluşlar ortaya koy maz; b u n lar M arx’m yapıtının kuru cu k av ram ları dır ve Lukacs da bunları oldukları gibi ortaya koyar. Yalnız, kendisinin de belirttiği gibi, genellikle bu kavram lar, ve öncelikle de bütünsellik kavram ı, A ntiD ühring’de ve ayrıca L enin’in M addecilik ve deneyci-eleştiricilik’inde yoktur. Oysa, sonunda avrupa top lum cu partilerinin M arx’ci düşüncesini oluşturm uş olan şey M arx’in yazıları değil A nti-D ühring’dir. Bu anlam da, Lükacs’m yapıtı, k aynaklara dönm ek için, «oldukça eski olan ve iyice yerleşmiş bulunan b ir ge—
45
—
lenßkten kopuyordu. K itabın önemini hiçbir olgu bu gün bize hem en hem en anlaşılmaz gözüken şu olgu kadar iyi açıklamaz: tarihsel maddeciliğe en uygun .düşen felsefenin ne olduğu sorusu üzerine başlıca M arx’ci düşünürler arasında çıkan bir tartışm aya k a rışırken, Lukacs, Antonio Labriola dışta tutulursa, M arx’cılığa en yakın felsefenin H egel’ci diyalektik olduğunu ilk anım satan kişiydi- bu tartışm ada Kautsk y D arw in düşüncesini, Bernstein, M arx A dler ve daha az tanınm ış birtakım M arx’ci düşünürler K ant felsefesini, Plehanov Spinoza’nm ve Feuerbach’m fel sefesini, Lenin’in kendilerine karşı Maddecilik Ve Deneyci-eleştiricilik’i yazdığı rus düşünürleri topluluğu Mach’m ve A venarius’un düşüncelerini, Lenin de Feuerbach’a oldukça yakın bir m ekanikçi maddeciliği savunuyordu (8). Gerçekte, Lukacs’m yazdığı kitap, toplumsal y a şam ve toplum bilgisi alanında, özneyle nesnenin tam anlam ıyla özdeşliğini kabul ederek, yöntembilim dü zeyinde de, Hegel’cilik doğrultusunda oldukça iler gitm iştir. Bu ülkücü ve Hegel’ci belirleme, iyice kök tenci olan ve olumlu bilim düzeyinde savunulm ası güç olan bu belirleme, elbette, kitaptaki yanlış siyasi de ğerlendirm elere bağlıdır; bu değerlendirm elerden J a ha sonra söz edeceğiz. Bu noktada, daha ılımlı bir belirlemeyi, özneyi), nesnenin bir ölçüde özdeş olduğu belirlemesini ortaya koym a zorunluluğunu duyduk; bu özdeşliğin doğası h er özel durum da değişir ve bunu incelemeye başlar ken belirlem ek gerekir. B ununla birlikte, bugün batı üniversitelerinin çoğunda hâlâ egemen olan olumcu toplumbilimde de m ekanikçi M arx’cilikta da —S talin’ci eğilimli olsun sosyal dem okrat eğilimli olsun— en önemli yöntem
yanılgısı, özneyle nesne arasındaki köklü ayrılığın ve nesnel bir toplum bilimin olasılığının birbirine karşıt bir biçimde kabul edilmesidir; bu nesnel toplum bilime göre, değer yargılarının uyum suz m üdahalesi, son derece yaygın olan, am a sonunda geçiştirilebilir olan b ir raslantılar b ütününden başka birşey değildir. Bu açıdan ele alındığında ve bu evrim gözönünde tutulduğunda, Lukacs’m Tarih ve Sınıf Bilici’ndeki ülkücülüğü bize elbette yanılgılı gözüküyor, am a bu yanıldı, M arx’cı düşünceyi son otuzbeş yıldır /erim sizleştıren m ekanikçi ve bilimci tu tu m u n yan., nda hiç kalır. Som ut a'-aştım alar düzeyinde, kitap, Lukacs’ın tüm kitaplara, da o14uğu gibi, birçok önemli ayrı^ t o rnayı içeriyor; bun a r arasında, bize göre en önemlisi Şeyleşnıe’yle ilgi'i ayrıştırm adır. Lukacs bü a l ı ş t ı r m a d a da, doğrudan doğruya M arx’m S e r m a j^ d e geliştirdiği b ir kuram a başv u r m aktan başka birşey yapm am aktadır, bununla birlik te, Lukacs, bu kuram ın bilgi kuram ı alanındaki ve sanatsal, edebi ve düşünsel alandaki işlemci değerini gösterm ektedir. Siyasal düzeyde Lukacs, devrim i bütünsel «bi çim» olarak, belirli yici etkin yapı olarak açığa çıkar m akla, Bolşevik deneyinin ve Rus devrim i deneyinin getirdiği düzeltmelerle birlikle, özellikle Rosa Luxem burg’un tem sil ettiği b ir akım ın bakış açısında yeralır; Rosa L uxem burg’a göre, A vrupa ve bunun da öte sinde dünya, tam anlam ıyla proleter bir özellik gös teren bir dünya devrim inin yaklaşm ış olduğu görü şüyle karşı karşıyadır. Oysa, batı serm ayeciliğinin 1923’den sonra yerleşmesi, toplum cu özelliğe sahip toplum larm toprak yaygınlığının ancak çok daha sonra, İkinci D ünya Savaşından sonra m eydana gelm e —
47
—
si olgusu ve bu yaygınlaşm anın hem en hem en yal nızca sanayi gelişimi az ol^n ve köylülüğü ağır ba san toplum larda gerçekleşmesi, bu değerlendirm enin yanlışlığını açıkça kanıtlam ıştır. Partililerin ve h a sı m ların Lukacs’ı büyük bir düşünür saymakla b ir likte, onun eleştirisindeki yanılgılı tu tu m karşısında, en dikkatsiz bir düşünceye bile kolayca kendini gös terebilecek olan yanılgılı tu tu m karşısında güvensiz kalm aları şaşılası bir iştir. bonuııüa, felsefe düzeyinde, LuKaus, T arih v e Sı n ıf BiHnci’yle, daha sonra bütünüyle koruyacağı M arx’cı tu tu m la ra ulaşacaktır. Lukacs tem elde h e r zaman büyük bir denem eciy di. Bu belirleyici yapıların yani T rajedi’nin, Ç enem e’nln, Roman’ın ve D evrim ’in olumlu ayrıştırm aları ne k ad ar önemli olursa olsun bunlar Lukacs için b ir ön düzey, ayrıcalı som ut gerçekliklerin gün ışığına çıkaTildığı b ir düzey m eydana getiriyorlardı yalnızca; Lukacs, bu yapılar «aracılığıyla» kavram sal düzeyde, insan yaşam ına ve bu yaşam ın anlam ına ilişkin önem li gördüğü sorunları ve görüşleri belirleyebiliyordu. Yalnızlığın ve ölümün sınırlarının tekanlam lı bi linci, Ruh ve Biçimler’i yazdığı dönemde, kendisine insanlık durum unu k avram a olanağı veren temel k a tegoriler olarak gözüktüyse, yokluk, çelişki ve sorunlu varoluş Romıan K uram ı’nın kategorileri oldularsa, T arih ve Sınıf Bilinci'nde devrim in incelenmesi de, Lukacs’ın, ortaklaşm a, gelecek ve gerçek değerler ü•zerine nesnel bir biçimde kurulm uş olan, proletarya nın ve insanlığın devrim ci eylemiyle gerçekleşebile c e k olan bir felsefe ortaya koymasını sağladı. Lukacs bu üç kitapla, kendi açısından, klasik al m an felsefesinin yolunu, K ant, Hegel ve M arx’m yo llunu yeniden geçmektedir. —
48
—
O nun düşün ve felsefe yaşam ından uzak kaldığı uzun yıllar boyunca, ortaya çıkarm ış olduğu sorun lar, batı bu rju v a toplum unun derin bunalım ına ve bu bunalım ın batılı düşünürlerde açığa çıkardığı b u n al tıya kök salacak olan felsefi bir yenidendoğuşun m erkezinde y er alacaktır. Bu yenidendoğuşun en önemli iki düşünürünün, H eidegger’in ve Jaspers’in, Lukacs’la aynı kuşaktan olması ve aynı d a r üniversite çevresinden, Güneydo ğu Alm an okulundan gelm eleri elbette raslantı değil dir. Bu bunaltılı ve yıkık felsefi yenidendoğuşun, ge çici olarak yokolmuş, unutulm uş ve kenara çekilmiş olan, bununla birlikte, tartışm a sınırlarını ve düzey lerini, tartışm an ın gerçekleştiği sorunları belirleyerek öne çıkan, ama" h er zaman insanın yüceliğini, aydın lık bilincin, cesaretin ve um udun değerini kabul eden b ir düşünür karşısında sürekli b ir biçimde k u ru ld u ğu olgusunu gözönünde b ulundurm adan anlaşılamaz. Çok daha sonra, 1933-36’ya doğru, György L u kacs önemli olan, am a bununla birlikte apayrı bir' bağlam da yeralan ve eski tartışm aları ancak başka b ir düşünürle, E m s t Bloch’la yaptığı tartışm ada ele alan bir yapıta başladı; E rn st Bloch, M arx’cılığa b ü tünüyle bağlanm adığı halde oldukça yaklaştı. B urada n e aydınlık bilincin tarihsel değerleriyle ütopyacı hayallerin değeri üzerinde yoğunlaşan bu tartışm ayı (Lukacs birinci görüşü, Bloch İkincisini savunm aktadır) ne de Lukacs’m 1932’den sonraki tam anlam ıyla kom ünist yapıtını ayrıştırm ayı d üşünm ü yoruz. Bu elbette burada ikincil sorunların sözkonusu olduğunu gösterm iyor ve biz büyük b ir istekle bun ları yakın b ir gelecekte inceleyebileceğimizi umuyo— 49 —
fuz. B ununla birlikte, biz burada öncelikle, R om an K u ra m ı’nı ortaya koymayı ve bu kitabın genel olarak XX. yüzyıl düşün tarihi açısından ve özel olarak da felsefi düşünce açısından öneminin anlaşılmasını am açladık (9). 1962 Çevirenler: AFŞAR TİMUÇİN - MEHMET SERT
(')
Bu da Hegel’in yazılarında karşılaştığımız başka ayrıştırmak lar arasında, son derece kavrayışlı olan çok sayıda anlaşıla bilir somut ayrıştırmayı açıklığa kavuşturur.
(2)
Bir yapıyı kavram ak, onu meydana getiren öğelerin ve sü reçlerin yapısını ve anlamını, bunların, bütünün öbür tüm kurucu öğeleri ve süreçleriyle ilişkilerinin bağımlısı olarak kavram aktır.
Deneme
«biçim lerbnin Lukacs’cı tanıtlaması';
R uh ve Biçimlcr’de Romantizm ve T rajedi’nin, Rom an Kııram ı’nda R om an’ın, T arih ve Sınıf Bilinci’nde klasik alman felsefesinin ya «da proletarya devriminin tanıtlam ası böylesi kavranabilir tanıtlamalardır. Toplum sal bir olguyu açıklamak, onu, kendisini kuşatan et kin yapılı bir sürecin kavranabilir tanıtlam asına katmaktır. Kendi araştırm alarım ızdan bir örnek verelim: Lukacs’cı tra jik dünya görüşü kavram ı,
Pascal ve Racine’in yazılarının
kavranm asında temel gereçti, buna karşılık etkin yapı olarak Jansenius’cu devinimin kavranm ası bu yazılara göre açıklayıcı bir değere sahiptir; aynı biçimde, «noblesse de robe^ tarihi nin (5) kavranabilir tanıtlaması Jansenius’culuğun oluşması açısından açıklayıcı bir değere sahiptir, XVT. ve XVII. yüzyıl larda tüm fransız toplumundaki
sınıf ilişkilerinin yakısında
.görülen evrimin kavranabilir tanıtlaması Noblesse de R obe’un geleceğini kuran etkin süreçler açısından açıklayıcı bir değere sahiptir, vb. (3)
Lukacs'ın Balzac’a ayırdığı sayfalar son derece kavrayışlıdır
— 50 —
ve bilgi doludur. G erçekte bunlar bütünlükleri içinde düşünülseler bile, bir rom an biçiminin bazı çizgilerinin tanıtlan m asın: orl'aya koyarlar; bu rom an biçiminde, sorunlu birey yer almam aktadır; sorunlu birey Lukacs’a göre, haklı olarak ayrıştırdığı tü m öbür yapıtların temel öğesini m eydana ge tirir. (^)
Elbetr,e, eleeştiricinin ya da okuyucunun kabul ettiği ve bildiği \değerler değil, yapıtın yapısına egemen olan ve bir yapıttan öbürüne değişebilen değerler sözkonusudur.
(5)
(6)
Görevleri bakım ından soyluluk alan burjuvalar. Ç.N. «İktisadi yaşam» terimini kullanmıyoruz, çünkü bize göre bu terim M arx’ta tarihüstü ve genel bir kategori değildir, ama yalnızca, üretici etkinliğin pazar tarafından belirlendiği bir toplum da, bu etkinliğin kazandığı biçimdir. «Toplumsal ya şam» ya d a «üretim ilişkileri» terimlerine gelince, düşünsel ve edebi yaratının kendisi de, toplumsal yaşam ın ve üretim ilişkilerinin kurucu bir öğesi olduğundan, bu terim ler bu bağ lam a uygun düşmezler.
(7)
Bu konuda bkz.: Lucien Goldmann: İnsan bilimleri ve felsefe. Gizli tanrı. Diyalektik araştırmalar.
(®)
Diyalektik üzerine defterler henüz batıda bilinmiyordu.
(9)
H er türlü yanlış anlamayı önlemek için şunu belirtelim: T a rih ve Sınıf Bilinci’ne göre Lukacs tutum larını değiştirdi; yal nızca siyasal ayrıştırm alarla ilgili ve özneyle nesnenin özdeş liğinin varsanmasıyla ilgili tutum larını değil, ama aynı zam an d a Engels’in eleştirilmesiyle ilgili tutum unu da değiştirdi ve bugün doğa bilimlerinin diyalektik özelliğini savunm aktadır. Bu noktada o na katılmıyoruz.
— 51 —
HELVETIUS «... TİRANLIK Ü Z E R İN E , Despotluğa giriş kolaydır. Güçlü b ir despotluk yö netim inin kendine hazırladığı kötülükleri halk önce den pek göremez. Halk sonunda despot yönetim i farkederse ancak boyunduruk altm a girdiği, h er yandan zincire vurulduğu zaman farkeder ve kendini savun m aya gücü yetmez bir durum a geldiği için kendisine verilm ek istenen cezayı titreyerek beklem ekten baş ka birşey gelmez elinden. H alkların zayıflığından cesaret alan prensler des pot kesilirler. Kendi başları üzerine astıkları kılıcın kendilerini de keseceğini bilmezler. Bütün yasaları y ü rü rlü k te n kaldırm ak ve herşeyi keyfî iktidara in dirgem ek için sürekli olarak kuvvete başvurm ak ve sık sık askerin kılıcını kullanm ak gerektiğini bilmez ler. Bu tü r yöntem lere başvurm ak alışkanlık haline getirildiği zaman ya y u rtta şla r başkaldırırlar ya öç alm aya itilirler ya da kuvvetin adaletinden başka bir şey tanım am aya körü körüne bağlanırlar. Bu fikir halk arasında uzun zaman yayılır; ama halkı aşar ve askere k ad ar ulaşır. Sonunda asker, devlet içinde kimsenin kendisine karşı koyam ayaca ğını sezinler. U yruklarında tiksinti uyandıran pren sin gücünü kendisine borçlu olduğunu da sezinler. Gönlü, farkında olmadan büyük tasarılara kayar; d u ru m u n u geliştirm ek ister. Derken gözü pek ve atıl gan b ir adam onun bu um udunu alevlendirir ve ona birkaç büyük k e n ti yağm alam a sözü verir. Böylesi — 52 —
bir adam, tarihde de örnekleri görüldüğü gibi, dev rim yapm ak için yeterlidir. Bu devrim i çabucak b ir ikinci devrim izler; çünkü M ontesquieu’n ü n seçkin başkan belirlem esinde olduğu gibi, despot devletler de tiranlık yıkılmaz ama çoğunlukla tira n la r öldürü lür. Asker bir kez sahip olduğu gücü anlayınca artık onu durdurm anın olanağı yoktur. Bu konuda, ülkeyi askerlerin tiranlığm dan k u rta rm a k ve orduda eski düzenceyi sağlam ak istemiş olduklarından m uhafız askerlerince sürgüne gönderilmiş b ü tü n Roma im pa ratorlarını sayabilirim. Köleleri buyruğu altında tu tm a k için despot, h er zaman kaygılı ve buyurucu m ilislere boyun eğmek zorundadır. Prens, devlette güçlü bir yargıcılar k u rulu oluşturduğu zaman durum başka tü rlü olur. Bu yargıçların yargıladığı halk adaletli ve adaletsiz üze rine fikir sahibi olur; h e r zaman için yu rtta şla rın içinden çıkmış olan asker bu yeni durum unda biraz olsun adalet düşüncesi taşır. Ayrıca, prens ve yargıç ların ayaklandırdığı y u rttaşlar topluluğu yasaların bayrağı altında, yeltenebileceği ölçüsüz girişimlere kendi kendine karşı koyacaktır. Sonunda niceliğin al tında ezilecektir, bu niceliğin değeri ne olursa olsun. Bu d urum da halk hem ödevini bilecek, hem adalet fikrine ve korkuya bağlanacaktır. Y argıçların bu güçlü yapısı kralların güvenliği için zorunludur öyleyse. Bu, halkın ve prensin sığın dığı, birini tiranlığm sertliklerinden, ötekini başkal dırının korkularından koruyan bir kalkandır. Bu konuda ve despotları h e r yandan saran tehli kelerden sakınm ak konusunda H a ru n el Reşid, erkek kardeşi olan ünlü Behlül’den bir gün iyi yönetm e bi çimi üstüne biraz öğüt verm esini istedi: «İstemlerin, dedi Behlül, yasalara uygun olsun, yasalar istemleri — 53 —
ne değil. Düşününüz ki değersiz adam lar çok istekte bulunurlar, büyük adam larsa arada bir. Öyleyse bi rincilerin isteklerine karşı koyunuz, ötekilerin istek lerini hem en yerine getiriniz. Halkınıza ağır vergiler yüklemeyiniz. Bu konuda kral Doğrucu N uşirevan’ın oğlu O rm us’a söylediklerini anımsayınız: Oğlum, di yordu kral, eğer sen ancak kendi rah a tın ı düşünürsen senin yönettiğin im paratorlukta kimse ra h a t yüzü görmeyecektir. Yatağına uzanıp uykuya dalacağın sırada, baskılar yüzünden gözüne uyku girm eyenleri arlımsa. Önüne iştah açıcı bir yemek getirdikleri za m an yoksulluk içinde eriyip gidenleri düşün. H are m inin güzel ağaçlıklarında dolaşacağın zaman despot yönetim in dem ir parm aklıklar arasına attığı m utsuz ları akim a getir. Söylediklerime ekleyecek bir çift sözüm daha var, dedi Behlül. Bilimle uğraşan saygı değer kişilerden yana olunuz, yasanın m utlak yöneti me değil de m utlak yönetim in yazılı yasaya uyması için kendinize onların düşüncelerine göre yön veri niz.» ...H er kim ki prens yetkesini korum ak bahanesiy le b ir yetkeyi keyfe bağlı yönetime k ad ar vardırm ak ister, hem kötü bir baba, hem kötü b ir vatandaş, hem kötü b ir yu rttaştır. K ötü babadır ve kötü y u rtta ştır çünkü yurdunu ve gelecek kuşakları kölelik zinciri ne vurur. K ötü y u rtta ştır çünkü yasal yetkeyi keyfe bağlı yetke d urum una getirm ek, k rallara karşı kini ve um utsuzluğu akla getirm ektir. Sık sık prenslerin kanıyla boyanan Doğu tah tların ı bu konuda örnek gös teririm . Kuşkusuz sultanların çıkarı onlara hiç b ir za m an ne buna benzer bir gücü dilemeye, ne de vezir lerinin arzularına bu bakım dan boyun eğmeye izin verirdi. K ra lla r bu tü r öğütlere kulaklarını kapam a lılar ve kendileri için tek çıkar yolun, deyim yerin — 54 —
deyse, krallıklarını h e r zam an onlardan ve gelecek ku şaklardan yararlanabilm ek için değerli tutm ak oldu~ ğunu anımsanmalıdırlar. Bu gerçek çıkar ancak aydm prensleree anlaşılabilir, ö te k ile r için d u ru m değişik tir; efendi olarak kom uta etm enin g u ru ru ve kendi lerini çevreleyen tehlikeleri onlardan gizleyen tem belliğin çıkarı, prensleri h e r zam an başka b ir çıkara sürükleyecektir ve b ü tü n b ir yönetim, tarih in de gös terip kanıtladığı gibi, hep despotluğa yönelecektir. Önce iki tü r despotluk belirleyeceğim. Biri; sabrı taşm ış erdem li bir ulusun üstüne silahların zoruyla bir anda gelip çöreklenen despotluktur. Bu ulus zor la kıvrılan bir m eşeye benzetilebilir. Meşenin b ü kül genliği kendisini eğen ipleri hem en çekip kopartır. Y unanistan binlerce örneğini v erm iştir bunun. Öteki; zaman, rahatlık ve gevşeklik yoluyla k u ru la n despotluktur. Böyle bir despotluğun yerleştiği ulus yine aynı meşeye benzetilebilir. Yavaş yavaş eğilir, dikelmek için zorunlu olan gücünü farketm eden yitirir. B urada söz konusu edilecek olan despotluk iş te bu tü r despotluktur. Bu yönetim biçimi .altına girm iş halkların insan ları adalet konusunda açık seçik hiç b ir düşünceye sahip değildirler. Bu konuda çok derin bir bilgisizliğe dalm ışlardır. Gerçekte b ir vezir nasıl bir adalet fikri geliştirebilirdi? Vezir b ir kam u yararı olduğunu bil mez bile. Gene de, bu bilgisi bulunm adığı halde sağ da solda kılavuzsuz iş görür. İlk gençlikte edindiği adalet ve adaletsizlik fikirleri belirsiz b ir biçimde b u lanır ve sonunda yok olur gider. Am a diyebilirler ki bu bilgiyi vezirlerden kim saklayabilir? Ben b una karşılık şöyle diyeceğim: Y u rt taşların hiç b ir alanda kam u işlerinin yönetim ine el uzatam adığı; yurd u n felaketlerine bakışlarını çeviren — 55 —
h e r kim senin acı çektiğinin görüldüğü; sultanın y a n lış anlaşılmış çıkarının kendi uyruklarının çıkarıyla taban tabana karşıt bulunduğu; prense hizm et etm e nin ulusuna ihanet etm ek demek olduğu bu zorba ül? kelerde bu bilgiyi vezirler nasıl kazanacaklardır? Doğ ru ve erdemli olmak için prensin ve onun u y ru k la rı nın ödevlerinin neler olduğunu bilm ek gerekir, top lum üyelerinin tü m ü n ü bağlayan karşılıklı yüküm lülükleri incelemek gerekir. A dalet bu yüküm lülük lerin derin bilgisinden başka birşey değildir. Bu bil giye erişmek için düşünm ek gerekir. Egemen g ü ce boyun eğmiş b ir halkta hangi insan düşün m eye cesaret edebilir peki? Tembellik, y a ra r sızlık, alışmazlık ve h a tta düşünm enin tehlikesi in sanı kaptığı gibi güçsüzlüğe sürükler. İnsanın düşün celerini gizlediği ülkelerde az düşünülür. Az düşün m ediğine insanları inandırabilm ek için susmak sakınıklığını gösterdiğini söylemek boşunadır. Bu du ru m da insanın artık düşünmediği kesindir, despotluğa bo yun eğmiş kafalarda soylu ve yürekli düşüncelerin hiçbir zaman doğmadığı da kesindir. Bu yönetim lerde, im paratorlukların yıkım ını bil diren sersemlik ve bencillik düşüncesinden başka bir şey canlanmaz insanların kafasında- Kendi özel çıka rının üstüne gözlerini diken herkes genel çıkara hu) bir zaman başını dönüp bakmaz. H alkın bu ülkelerde ne kam u yararı, ne yurttaşların ödevleri konusunda bir düşüncesi vardır. Aynı ulusun içinden çıkan ve zinler yerlerini alırken hiç b ir yönetim ve adalet ilke sine sahip değildirler. Vezirlerin post kapm aya çalış m aları, kendi siyasetlerini gütm ek ve hüküm darın gü cünü paylaşm ak içindir, yararlı b ir şey yapm ak için değil. Hadi onların yararlı bir şey yapm ak istediklerini — 56 —
v ar sayalım, b u n u yapm aları için aydınlanm aları ge rekir; sarayın oyunları içine girm iş olan vezirlerin düşünüp kafa yoracakları boş zam an yoktur. Aslında insanın aydınlanm ası için, incelemenin ve düşünm enin getireceği yorgunluğu göze alması gere kir. Ne diye bu yorgunluğu göze alacaklardı ama? Sansür korkusuyla bile harekete geçmemişlerdi on lar. Küçük şeyler büyüklerle karşılaştırılabildiğine göre edebiyat cum huriyeti devleti düşünülsün. Bu devletten eleştirm ecileri attığım ız zaman bir yazarı yeteneklerine özen göstermeye, yeteneklerini geliştir meye zorlayan eleştirinin bağışlayıcı korkusu geride bırakılınca bu yazarın artık halka sıradan ve yetersiz yapıtlar sunacağı kesin değil m idir? İşte vezirlerin tam içinde bulundukları durum . Bu nedenledir ki iş lerin yönetim ine hiç dikkat etmez ve genellikle aydın insanlara fikir danışm ak zorunluluğunu hiç duym az lar. Vezirler için söylediğimi su ltan lar için de söylü yorum. P ren sler kendi uluslarının genel bilgisizliğin den kurtulam azlar. Prenslerin gözleri bu bakım dan kendi uy ru k ların ın gözlerini örten karanlıktan daha kalın bir tabakayla örtülm üştür. O nları eğiten ya da onların çevresinde bulunan, kendi adlarına yönetm e ye, hükm etm eye susamış bu kişilerin hem en hem en tüm ünün prensleri alıklaştırm akta çıkarı vardır. E l bette, babalarının ölümüne k ad ar saraya kapatılm ış, geleceğin hüküm darları olan prensler devlet yönetm e bilimi üstüne hiç b ir açık seçik düşünceye sahip ol maksızın ve bir tek divan’da bulunm aksızın h a re m den çıkıp tah ta geçerler. Ama, M akedonya kralı Philippos örneğini düşüne lim; yürekliliğin ve bilgililiğin getirdiği üstünlüik — 57 —
Philippos’a kör b ir güven duygusu verm iyor ve o, «Philippos, insan olduğunu unutm a» sözünü ikide bir söylemeleri için saray soyluları besliyordu. Vezirler, kendilerine bazı bazı insanlıklarını hatırlatm aları için eleştiricilere niçin izin verm iyorlardı acaba? Neden hiç kimse onların k ararlarındaki adaleti başını tehli keye atm adan eleşterem iyor ve neden hiç kimse onla ra G rotius’un şu sözünü söyleyemiyordu: «Sınamaya ve eleştirmeye kapalı tutulan her yasa ve her buy ru k adalete aykırı b ir yasadan başka birşey olamaz.» Çevirenler: A FŞAR TİMUÇÎN - ERAY CANBERK
58
—
JACQUES TAMINIAUX CİNSELLİK TÜM VARLIĞIM IZDIR {M. MERLEAU-PONTY’YE GÖRE CİNSELLİK)^ • Maurice M erleau-Ponty felsefesinin bir kaypaklık felsefesi olduğunu söylediler de söylediler. Beden ve ruh, iç ve dış, nesnel ve öznel.!. yani insan düşiincesile ilgili olan ve üstünde kolayca oynanabilen birçok eşilsözcük... insanla ilgili ve insan davranışlarıyla ilgili in celemelerin daldığı birçok eşilsözcük... A yrıştırm aları ne kadar somut olursa olsun, geleneksel şem alar k a r şısında ne kadar güvensiz ve eleştirici olursa olsun, v a roluşçu felsefe, örneğin S a rtre ’m bazı savlarında da görüldüğü gibi, bu geleneksel ikilemden kolay kolay kaçamıyor. M erleau-Ponty’nin büyük ü stünlüklerin' den biri, ilk m odern biçimi bildiğimiz gibi Descartes tarafından ortaya konulmuş olan b u İkilemi sıkı sı kıya kovalamış olmasıdır. Apaçıklığa son derece tu tk u n olan, yalnızca tam tam ına apaçık nesnerle ilgilenen, sınırları zeka için kesinlikle belirgin olan Descartes'cı yöntem insanı iki töze ayırıyordu: biri, işleyişi m akinenin işleyişini an dıran ve uzam ın b ir bölüm ü olan beden; öbürü, ta nınm ası bedenler dünyasından daha kolay olan, b e denler dünyasına bağım lı olmayan, kendi kendinde saydam olan ve deneyim i önünde sonunda bilginin et kinliğiyle karışan düşünce -D üşünüyorum ya da Cogito-. Am a bu ikilemci kuram , zihin için doyurucu olan bu kuram , yaşam da altedilmez bir dirençle k a r şılaşıyor; yaşanılan yaşam ımız bize b ir bedende ci— 59 —
simleşmiş olduğumuzu, bizim olan bir bedenle, daha doğrusu kendi kendimiz olan bir bedenle birleşmiş ol duğum uzu d u y u ru y o r durm adan. K uram ıyla yaşantı arasındaki uyuşmazlığı birçok defa gösterdiğine göre, Descartes da bu güçlüğün bilincindeydi. Bilinç ve be den ikilemi var. Bu ikilem zeka için çok açık bir iki lemdir. Bilinçle bedenin sıkı bir birliği var. Bu da yaşam için çok açıkseçiktir. Böyle demek istiyordu Descartes. Descartes’cı şemaların uzak mirasçısı olan, b u n u n la birlikte Descartes’ın s^akınıklıklarma pek dikkat e t meyen XIX. yüzyıl düşüncesi ve XX. yüzyıl başları d ü şüncesi bu ikilemi kendine göre sürdürüyordu. Şu k ü çük ayrım vardı yalnız: Descartes’cı bilginin birliği çoktandır bozulmuştu. İşi pek gülünçleştirm eden şöy le diyebiliriz: filozoflar, seçimlerini Descartes’dan ya n a yaparak, insanı nesnelerin sunum larını alma gü cüyle yani yalnızca bilgiyle tanım ladılar ve insanda bedene sıkı sıkıya bağlı olan şeyi fizyolojistlere ya da kendilerini bir tü r fizyolojisi sayan psikologlara b ıra k tılar. Bir yandan, bilgi ve ahlâk sözkonusu olduğunda, insan düşünceyle tanım lanıyor; öte yandan, «bedensel işlevler» sözkonusu olduğu yerde insan bir m akina gi bi açıklanıyordu. Am a yüzyılımızda yapılan birçok çalışma, bir yandan felsefe alanındaki çalışmalar öte yandan fiz yoloji ve psikoloji alanında yapılan çalışmalar bu görüş biçimine karşı çıktı. Felsefe alanında özellik le Husserl’in olgubilimi -M erleau-Ponty bu olgubilim den yana çıktı ve onunla öm rünün sonuna ka dar ilgilendi- şunu gösteriyordu bize: bilinç kendine yönelerek kendini m utlak bir ışık olarak göremez, dünyayı da kendini apaçık ortaya koyan b ir şey, kendisinin düzenlediği ve kurduğu b ir şey olarak — 60 —
göremez; tersine, bilinç kendini kökel olarak «dün yaya adanmış» olarak görür, b ir tü r iç bulanıklığa adanm ış olarak; görür; bu iç bulanıklık onu hem baş- . kası için b ir varlık hem de kendi için b ir varlık du ru m u n a getirir, hem beden hem düşünce d u ru m u n a getirir, hem kendi dışında bir şey hem kendisiyle olan b ir şey d urum una getirir; oysa «dünya, kuruluş ya sasına kendi yönüm den sahip olduğum bir şey de ğildir», am a «doğal ortam ’dır ve tü m düşüncelerim in alanıdır», «kendimi durm adan kendisine göre düzen lediğim b ir boyut gibidir». Öte yandan, M erleauP o n ty ’nin Sık sık parm ak bastığı bazı fizyoloji çalış m aları, bu arada Goldstein'm çalışmaları, Descartes’ cı düşünceye, bedenin işleyişi b ir m akinanm işleyi şine benzer, bu işleyiş çarklar düzeni ve özel işlem ler düzeni diye ikiye ayrılabilir diyen D escartes’cı düşünceye karşı çıkıyor ve organizm anın bir b ü tü n sellik olarak, bir anlam lar birliği olarak işlediğini gösteriyordu; bu birlik b ir parçalı tepkiler toplam ı olarak açıklanamazdı, bu birlik bu parçalı tepkilere canlı varlığın bütünsel işleminde belli b ir görev yük leyen tek şeydi. F re u d ’un yapıtları da, insan dav ranışının m ekanikçi b ir biçimde açıklanması ülküsü ne ne ölçüde yatk ın olursa olsun, bize ruhsal olguların b ir anlamı olduğunu, bü olguları bireyin insanlararası tarihinin ışığında anlayabileceğimizi, bunların bazı ru h d u ru m la rın a ve bazı fizyolojik olaylara bağ lı basit ikincil olgular olm adıklarını gösterir. . M erleau-Ponty’nin yapıtındaki cinsellik ay rıştır m aları felsefi düşünceyle ve insan bilim leriyle ilgi li yakın zam an edintilerinin kavşağında y er alır. B u ayrıştırm aları, filozofun bu tem ayı işlediği b ir parçada, Phenomenologie de la perception’un (Algı n ın olgubilimi) «cinsel varlık olarak beden» adlı be— 61 —
şinci bölüm ünde bulabiliriz. Bu bölümde, cisimleşmemizle ilgili genel bir ta nıtlam a yer alır, bu tanıtlam ada sık sık bilincin ka tışıksız bir içsellik olmadığı, bedenin de katışıksız bir dışsallık olmadığı anlatılır. H em arı bilinç filo zoflarının tersine, hem insanla ilgili fizik açıklam a ların tersine bu tanıtlam a «kendimiz için bir dünya varetm em izi sağlayan ilksel işlevin güm şığm a çıka r ılm a s ın ı, «bu varsam anın yeri olarak bedenin ta n ıtla n m a s ın ı, kısacası «cisimleşmiş özneyle bu öz nenin dünyası arasındaki ilişkinin ortaya çıkarılm a s ı n ı «kesin amaç» olarak ortaya koyar. -Beden, fi zikçinin sözünü ettiği cinsten b ir nesne değildir, b i lincimizin b ir aracı da değildir, bilincin dıştan bir anlam katacağı b ir şey değildir: tüm üyle oldukları gibi olan şeylerin tersine, aşmaya yönelik devinim d ir beden, dünyada bir şeydir, anlatım ve belirleme gücüdür. Olgubilimin diliyle konuşursak, beden bir yönelgenliğin taşıyıcısıdır; yönelgenlik terimi, k en dinden başka b ir şeye başvurm ak, bir anlam a açıl m ak özelliğini belirler. «Her bilinç herhangi bir şe yin bilincidir» demişti Husserl; bununla şunu dem ek istem is'i: bilincin her kipliği, özgül b ir nesnenin öz gül b ir karşılığıdır; örneğin b ir şeyi algılamak, im- , gelemek ya da anım sam ak, h er seferinde o şeye tam tam ına avrı bir biçimde yönelm ektir, öyle ki algıla nan, imgelenen ya da anım sananm herbiri özsün bir biçime sahiptir. Ancak, gelişiminin bazı yönleriyle H usserî M erleau-Ponty’yi önceliyor olsa da, MerleauP onty’nin özgünlüğü şuradan gelir: h er yönelgenli ğin bedende köklendiğini, bedenin yönelgenlik için bir beşik, bir yuva, sürekli bir toprak olduğunu gös term iştir M erleau-Ponty. «Beden»i doğrudan doğruya «cinsel varlık» ola-— 62 —
rak tanım lam ak, geleneksel olarak «cinsel işlev» di ye adlandırılan şeyde, tüm üyle biyolojik b ir anlam verilen şeyde bile bedenin bir «yönelgenlik» taşıyı cısı, bir «anlam gücü» taşıyıcısı olduğunu göster m ektir. Cinsellikle biz özerk fizyolojik süreçlere yönel miş olmuyoruz, tam anlam ında yönelgenliğe yönel miş oluyoruz; patolojinin a contrario olarak göster diği de budur. Geleneksel kavrayışlar duygusallığı fizyolojik tem elli durum larla açıklanabilen birçok basit haz ve acı d u ru m u n a indirgiyordu, insan, böy lece, basit bir biçimde, hazzm ve acının doğal u y a rılarına, kü ltü rlere göre değişen sunum lar, kendileri de sonunda uyarıcı durum a gelen sunum lar katm a ayrıcalılığm a sahip oluyordu. Goldstein okulunun bazı çalışm alarına dayanarak M erleau-Ponty bu kav rayışın doğru olmadığını gösterir. Ünlü Schn. örne ğini alalım. Bu adam savaşta yaralanm ış b ir almandır. Beynin arka bölgesindedir yarası. Bu hastanın cinsel etkinliği yoktur. Ne erotik imgeler, ne yazılar, ne bedenlerin algılanması onda herhangi bir haz ya ratabilm ektedir. Sanki dünya cinsel uyarılardan, «doğal» ya da yapay cinsel uy arılard an arınm ıştır. Erotik yaşam daki bu genel yoksunluk geleneksel k a v rayışların ışığında yargılanam az. Çünkü bu k avrayış ların bildirdiği gibi, cinsellik «insanda özerk tepki sel b ir aygıt olsaydı, cinsel nesne anatom i açısından belirlenm iş herhangi bir haz organına ulaşıyor ol saydı beyindeki yaralanm a sonuç olarak bu otomatlıkları ku rtaracak ve belli b ir cinsel davranışla ken dini ortaya koyacaktı.» Gerçekte böyle bir olay üze rinde önyargısız b ir tanıtlam a şunu ortaya çıkara caktır: «otomatlıkla sunum arasında, hastanın cinsel olasılıklarının geliştiği, devinim olasılıklarının, algı — 63 —
olasılıklarının, h a tta düşünsel olasılıkların gelişimi ne benzer b ir biçimde geliştiği bir yaşamsal bölge vardır. Schn.’de bozulmuş durum da bulunan algının ya da erotik deneyin yapısı da böyledir. Norm al ki şide b ir beden herhangi bir nesne gibi algılanmaz yalnızca; bu algıda çok gizli bir algı bulunur: görü n ü r beden, sıkı sıkıya bireysel olan b ir cinsel şemay la bütünlenm iştir; bu cinsel şema erojen bölgeleri belirler, cinsel bir fizyonomi çizer, duygusal b ü tü n lüğe katılmış olan erkek bedeninin davranışlarını y a ra tır. Schn. için, tersine, b ir kadın bedeni, özel özü bulunm ayan b ir şeydir: bir kadının kişilik yapısı d ır Schn.’i özellikle çeken, kendisinin de söyledjği gibi. Yoksa, b ü tün kadın bedenleri birbirine benzer. Ya kın bedensel dokunuşm a «bulanık b ir duygu» verir ona, hiç b ir zam an cinsel davranışta «bulunmaya» yetm eyen, herhangi belli b ir kararlılık biçimi geti recek b ir durum u yaratm aya yetm eyen «kesinliksiz bir şeyin bilgisi»ni verir. Algı erotik yapısını hem uzam da h e r zam anda yitirm iştir. H astada yitip git miş olan şey, kendi karşısında cinsel bir dünya tasarlayabilme, kendini erotik durum a koyabilme, bu d u ru m ortaya çıkınca da bu d u ru m u sürdürebilm e ve ona doygunluğa k ad ar varan b ir sürerlik kazandıra bilirle gücüdür.» Tasarı, dünyada olmak, b ir d u ru m dan k u rtu lm a k gibi birçok terim fizyolojik süreçleri nitelem ez, insana özgü oluş biçimi olarak «varoluş»u niteler. Şöyle diyor Merleau-Ponty: «Uzun zaman bir bedensel işlev olarak görülm üş olan cinsellikten yerel b ir otomatlığı anlam ıyoruz, varoluşun genel devini m in i isteyen ve varoluşla eğilip bükülen bir yönelgenliği anlıyoruz.» Cinsellik konusundaki b u tem el kavrayışla F reu d ’ un öğretisi arasında, M erleau-Ponty’ye bakılırsa, bel — 64 —
li bir yakınlık vardır. Bu yakınlık, en azından, F re u d ’ un buluşlarını açıkladığı m ekanikçi dile karşı çıkmak eğiliminde kendini gösterir. Kısaca söylersek, F reu d yukarıda değindiğimiz m ekanikçi kavrayışları yayar ve destekler: F re u d ’un yapıtını şöyle yüzeyden oku yan bir kişi bile, insan davranışının, b ir m akinam n işleyişi gibi, bazı güçlerin ya da enerjilerin bu güç leri tutm ak isteyen bir karşı güçler engeline çarpm ası olgusuyla açıklandığını anlar. Y apıtlarında baştan beri insan davranışlarıyla ilgili m ekanikçi açıklam a lara karşı çıkan M erleau-Ponty, «Freud’un erotik alt yapıya ve toplum sal düzenlem elere ne gibi b ir anlam verdiğini düşünm eden, onun sözünü ettiği çatışkıların, onun tanıtladığı ruhsal m ekanizm aların, karm aşıkla rın oluşması olgusunun, bastırm anın, gerilem enin, direnm enin, geçişimin, dengelem enin, yüceltm enin gerçekten bir nedensel k av ram lar sistemini, F reu d ’un bu şeyleri yorum lam asını sağlayann ve psikanalizin buluşlarını insan yaşam ının m etafizik b ir kuram ına dönüştüren b ir k av ram lar sistemini zorunlu kılıp kıl madığını» düşünür. Â lguun olgubilimi şu açıklamayı getirir: «Freud’un ilke açıklam aları ne olursa olsun, psikanaliz araştırm aları sonunda insanı cinsel altya pıyla açıklamaya yönelmez, cinsellikte eskiden bilinç ilişkileri ve durum ları olarak alınan ilişkileri ve du rum ları bulm aya yönelir; ve psikanalizin anlamı psi kolojiyi biyolojik kılm ak değildir, «tam anlam ında bedensel» diye alm an işlevlerde diyalektik b ir devi nim bulm ak ve cinselliği insan varlığıyla bütünlem ek de değildir. (...) Psikanaliz psikolojik etkenlerin ta nıtlanm asını bir yana a ta r ve olgubilim in yöntem iyle karşıtlaşır görüşü doğru değildir. Tersine, psikanaliz, (bilmeden) olgubilim yöntem inin gelişmesine, F reu d ’ un ağzıyla konuşursak, h e r insan edim ine «bir anlam» — 65 —
Vermekle ve h er yerde olayı m ekanik koşullara bağ lamak yerine olayı anlam aya çalışmakla katkıda bu lunm uştur. F re u d ’da da cinselllik genital değildir, cin sel yaşam genital organlarda olup geçen süreçlerin basit bir sonucu değildir, libido bir içgüdü değildir, yani belli sonuçlara doğal olarak yönelmiş bir etkin lik değildir, libido psikofizik öznenin değişik ortam lara girmekle sahip olduğu, kendini değişik deneylerle belirlem ekle sahip olduğu, davranış yapıları elde et m ekle sahip olduğu genel güçtür. O, insanın b ir geç mişi olmasını sağlayan şeydir. Eğer b ir insanın cin sel geçmişi onun yaşam ının anahtarını veriyorsa bu nun nedeni o insanın’ dünya karşısında yani zaman ve öbür insanlar karşısında varoluş biçiminin cin sellikte tasarlanıyor olmasıdır.» Cinsellikle ilgili bu varoluşsal kavrayış gene d e , sorunlu b ir kavrayıştır: cinsellik, dünyada oluş’un, dünyada kendini tasarlam a’nm , bir ortam ve bir ge lecek k u rm a ’nın genel bir biçimde anlatım ı ya da yan sısıdır deyip çıkamayız kolayından. Eskiden olduğu gibi biyolojik olmayan ve varoluşsal bir anlam ka zanmış olan cinsellik kavram ı tüm özgüllüğünü yi tirm ek tehlikesiyle karşıkarşıyadır. Cinselliğimiz dün yada oluş biçimimizi açıklar dediğimiz zaman, başkası’yla eşdeğer olduğunu rah a t ra h a t söyleyemediği miz bu anlatış biçiminin özelliğini kuran şeyi bilm e miz gerekir. B ir adam cinsel yaşamı baştan sona bozuk olduğu halde bilgin, sanatçı, siyaset adamı olabiliyor, buna karşılık b ir başkası başka alanlarda sıradanlığı aşamadığı halde uyum lu b ir cinsel yaşama sahip ola biliyor. Demek ki, «cinselliği varoluşta boğmak söz konusu olamaz, sanki cinsellik bir yanolguymuş gi bi», bizim varoluşsal tasarım ım ızın tutarsız bir imge siymiş gibi. Şöyle d e r M erleau-Ponty: «Bedensel ya — 66 —
da tensel yaşam ın ve ruhsallığm karşılıklı a n latım ilişkisi içinde olup geçtiğini söylediğimiz zam an ya da bedensel olgunun h e r zaman b ir ruhsal anlam ı olduğunu söylediğimiz zaman, bu belirlem eler açıkr lığa kavuşturulm ası gereken belirlem elerdir. N eden sel düşünceyi yoksamak için gerekli olan bu b elir lem eler hiç b ir zam an beden ru h u n saydam b ir ör tü sü d ü r demek istemezler.» M erleau-Ponty de S a rtre gibi «varoluşsal psikanaliz»in bir öncüsüdür ama, b urada ondan ayrılır. S artre, F re u d ’un bastırm a öğ retisini yorum larken ve eleştirirken bilinçaltı b ire yin kötü niyetiyle karışır görüşünü benim ser gibidir. Her şey öyle bir biçimde olup geçer ki, sanki birey aşma yeteneğine sahip bulunm adığı b ir iç engelin elinde sıkışıp kalmış değildir de, yaşadığı ve deneyini yaptığı şeye gizlenerek bu engeli deyim yerindeyse bile bile kendi seçmektedir. Bu bakış açısı S a rtre ’m özgürlük anlayışıyla uyuşur: S a rtre ’da m utlak bir şey olarak alm an özgürlük, bireyin' seçtiği sınırlar d ı şında hiç b ir sınır tanım az. S artre burada kendi gö rüş açısını D escartes’la bağdaştırır: bilincin varoluş biçimiyle yani özgürlük biçimiyle şeylerin varoluş bi çimi arasında b ir orta y er yoktur. Bu noktada M er leau-Ponty çok daha ayrıntılı bakar; b ir ahlakçı ol m aktan çok bir ruhbilim ci ve m etafizikçi olan M er leau-Ponty varoluşu özgürlüğün şeylerle karşıtlığı olm aktan çok, «bedenle ruh'iletişim inin kavranıldığı ortam» olarak görür. Psikanalitik tedaviyle ilgili bir sözyitimi olgu sunu ele alalım. Sevdiği adam la görüşmesi annesi tarafından engellenince sözyitimine uğrayan ve böy lece psikanalistlerin dilinde «ağız evresi» olarak ad landırılan evreye geri dönen kız gerçekte yalandan hasta değildir. Elbette söz yetisinin yitim i burada — 67 —
yaşam ın toptan yadsınm ası ve geleceğin yadsınması anlam ına gelm ektedir: bu anlam da bedensel belirti lerin varoluşsal bir anlamı vardır. Am a «hasta, ‘bi lincinde geçen’ bir dram ı bedeninde sahneye koyu yor değildir. Sesini yitirm ekle o bir ‘iç d u ru m ’u dışa aktarıyor değildir. (...) Sözyitimi elbette b ir felç durum u değildir; bunu kanıtlayan şey, psikolojik ilaç larla tedavi edilen ve sevgilisini görmesine ailesi tarafından izin verilen genç kızın yeniden konuş m aya başlam asıdır. Gene de sözyitimi istenmiş ve tasarlanm ış b ir susuş olam a/ (...) istem dediğimiz şey aralarında seçimler yaptığım olasılıkların oluşturdu ğu bir alandır: örneğin P ierre karşım dadır, ona is tersem söz söylerim istersem söylemem. E ğer ben sözyitimine uğram ışsam benim için artık konuşmak 'istediğim ya da konuşm ak istemediğim P ierre diye biri yoktur, çökmüş olan şey b ü tün b ir olasılıklar alanıdır, bu çökmüş olan olasılıklar alanı beni sessiz likten bile, sessizliğin ta kendisi olan bu karşılıklı ilişki ve anlam alanından bile korum aktadır. Elbet te burada b ir ikiyüzlülükten ya da kötü niyetten sözetm e olasılığı da vardır. Ancak ruhsal b ir ikiyüzlü lükle metafizik b ir ikiyüzlülüğü birbirinden ayırm ak . gerekm ektedir. Ruhsal ikiyüzlülük kişinin açık açık bildiği düşünceleri başkasından saklayarak başkası nı aldatm ası dem ektir. Bu elbette kolayca kaçmılabilir bir olgudur. M etafizik ikiyüzlülükse genelleme yo luyla kendi kendini aldatır, böylece b ir yazgı olma yan ama tasarlanm ış ve istenmiş de olmayan bir du ru m a ya da b ir konum a ulaşır, ne konuda olursa ol sun korunmasız olduğunu ileri süren insanda da «iç tenlikli» ve «özgerçeklikli» bir biçimde bulunur. İn sanlık d u rum unun b ir parçasıdır. Sözyitimi bireyin yaşam la ilgisini koparm asını — 68 —
sağlayan b ir k a rard an gelmez; o, istemin dışında ge lişmiş direngen b ir d u ru m d u r ya da dışsal bilincin dışında gelişmiş direngen b ir durum dur, bir bilinç lenmeyle ya da açık ve nesnel bir bilgi işlemiyle or tadan kalkmaz, ancak bir du ru m değişikliğiyle o rta dan kalkar, örneğin hastayı hekim e bağlayan d u y g u sal ilişkinin kurulm asıyla. Ne istemli seçimdir ne de fizyolojik b ir d u ru m d u r sözyitimi. Sözyitimi yeni bir önkişilikliliğe bağlanan bir d u ru m d u r, yani bu d u ru ma sığınm aya açık açık k a ra r verm iş b ir birinci k i şinin varlığı sözkonusu olamaz. «Sözyitimi bir konuş m aktan kaçınm a durum unu ortaya koymaz yalnızca, istekyitim i b ir yaşam aktan (kaçınma d u rum unu n a sıl ortaya koymuyorsa; b u n lar başkasından kaçın m adır ya da gelecekten kaçınm adır, bu kaçınm alar «iç olguiar»m geçişli doğasından ayrılmış, genelleş tirilm iş, tüketilm iş, olgu du ru m ları haline geçmiştir. Bedenin rolü bu değişimi sağlam aktır. (...) Beden varoluşu simgeleştirebiliyorsa, onu gerçekleştirebil diği içindir, ondan etkin durum da bulunduğu içindir. Beden onun ikili devinim ini, kasılm a ve geniş,!eme devinim ini destekler. Beden bir yandan, benim varo luşum için, ondan kendini çekebilme olasılığıdır, k e n dini adsız ve edilgin kılma, kendini b ir skolastikte belirlem e olasılığıdır. H astada (anıları canlandırıl mış hastada) ileriye doğru devinim , yaşanan şimdiye doğru devinim yada geçmişe doğru devinim ve öğ renm ek, olgunlaşmak, başkalarıyla ilişkiye girm ek gücü bedensel b ir belirtide engellenmiş gibidir, va roluş düğüm lenm iştir bu durum da, beden «yaşamın gizlendiği yer» olmuştur. H asta için a rtık olacak bir şey yoktur, hastanın yaşam ında hiç b ir şeyin anlam ı ya da biçimi yoktur - ya da daha doğrusu a rtık hep birbirine benzeyen «şimdi»ler vardır, yaşam kendi — 69 —
üstüne Kapanm aktadır ve tarih doğal zam anda eri m ektedir. (...) Am a dünyaya kapanabildiği için, yal nızca bu nedenle, beni dünyaya açan ve beni d ü n y a da herhangi bir d urum a koyan b ir şeydir bedenim. V aroluşun başkası’na, geleceğe, dünyaya yöneliş d e vinimi buzları çözülen bir ırm ağın devinim i gibi alı nabilir. H asta artık yitirdiği sesini bulacaktır, düşün sel bir çabayla ya da isteminin soyut bir b u y ru ltu suyla bulm ayacaktır sesini, ama b ir değişiklikle bu lacaktlr; bu değişiklik içinde onun tüm bedeni ger çek bir davranışla toparlanır; öyle ya, unuttuğum uz bir adı «zihnimizde» aram ayız da «kafamızda» ya da «dilimizin ucunda» ararız. Bec’ en başkasına ve d ü n yaya yeniden açıldığı zaman, ortak yaşam daki geçiş meye (kendini bıraktığı zaman ve yeniden (etkin anJ.mıda) kendi kendinin ötesini belirlem eye başladı' ğı zaman anı ve ses yeniden bulunm uş demektir.» Görüldüğü gibi bu ayrıştırm a cisimleşmiş varlı ğın kaypaklığı üzerine kurulm uştur: hastanın beden sel belirtisi onun varoluş biçim ini açıklamaktaysa, bu açıklama b ir işaretin dıştan bir anlam ortaya koy ması gibi olm am aktadır, çünkü varoluşumuz beden le zorunlu olarak uyuşm aktadır ve beden h er zaman göz önünde tutabileceğim iz ve hiç bir zaman yabana atam ayacağımız öncesel b ir durum ortaya koym akta dır. Sözcüklerin dışında b ir şey olmayan söz düşün ceyi nasıl açılklarsa, «beden de bütünsel varoluşu açık lar, beden varoluşun bir dış yardım cısı değildir, va roluş bedende gerçekleşir. Bu cisimleşmiş anlam te m el olgudur, beden ve ruh, işaret ve belirlenim bu olguya göre soyut anlardırlar.» Kişiliksiz yaşam ola rak beden yoktur, özgürlük ve yönelgenlik olarak varoluş da yoktur. «Ne beden n e varoluş insan v a r lığının özgünü olarak alınabilirler, çünkü biri öbürü— 70 —
n ü gerektirir; beden belirlenm iş ya da genelleştiril miş varoluştur, varoluş da sürekli b ir cisimleşmedir. Özel olarak, cinsellik varoluşsal b ir belirlenim e sahip tir ya da cinsellik v a ro lu şu . açıklar dediğimiz zam an bunu cinsel dram önünde sonunda varoluşsal b ir d ra m ın herhangi b ir dışlaşması ya da belirtisidir anla m ına alm am alıdır. Varoluşu bedene ya da cinselliğe «indirgememizi» önleyen neden, cinselliği varoluşa «indirgememizi» de önler: dem ek İki, varoluş başka olgulara indirgenebilecek ya da başka olgulara ken dilerini indirgeyebilecek olguların oluşturduğu- bir düzen değildir, ama varoluş onların iletişim lerinin tek ortam ı, sınırlarının karıştığı alan ya da ortak örgüleridir. İnsanın varoluşunu «tepe üstü» y ü r ü t m ek sözkonusu değildir. Hem de cinsellikte varoluş sal bir belirlenim bulm ak onu bir bilinç olgusunun yanolgusu d u ru m u n a getirm ek değildir, ama onda tü m varoluşum uzu tan ıtlayan b ir kaypaklık bulm ak demelktir. V arolm ak h e r zaman hem herhangi b ir du ru m u kendi cisimleşmişliğimizle aşmak, bu arada ona daha önce yazılm am ış olan b ir anlam verm ek dem ek tir hem de b u durum un, b u bedenin, bu geçmişin, bu çocukluğun bize yüklediği sınırlarda sonuna kadar kalm ak dem ektir. Tüm bilinçli yaşam ımızı cinsel ne denlerle açıklar d u ru m d a olan b ir kavrayışın karşı sına cinsellikte bilinç güçlerini bulan b ir başka k a v ra yışı koymalk değildir sözkonusu olan; sözkonusu olan, bunların ikisini birlikte anlam aktır. A nlam ve anlam - . sızlık’ta şöyle d er M erleau-Ponty: «Yaşamımız tam tam ına kurulm uş b ir şeydir dem ekle yaşam ım ız tam tam ına „verilmiş b ir şeydir demek aynı anlam a gelir.» V alery, Leonardo da Vinci’deki üstün zeka gücünü' ve katışıksız özgürlük gücünü övüyordu. A m a Freud, ressam ın b ir çocukluk anısını ayrıştırdı; bu anılar-
da bir akbabanın varlığı sözkonusuydu, aikbaba da döllenmesiz ürem eyle belirgin annelik simgesiydi; F reud bunda Vinci’nin yaşam ında ilk dört yılın bü yük b ir önemi olduğunu ortaya koydu; Vinci, b ıra kılmış bir köylü kadınının piçiydi ve ancak beş yaşın da alınm ıştı baba evine. Görünüşte karşıt olan bu iki ayrı yorum u birleştiren M erleau-Ponty, Leonardo’ , n u n durum unu şöyle yorum lar: «Leonardo b ir tek ka dını, annesini sevdi, bu aşk onu çevresindeki genç oğ lanlara platonik sevecenlikle yönelmeye itti dersek çok ileri gitmiş olmayız. Çocukluğunun belirleyici ilk dört yılında tem elden kurduğu bağları artık ko parm ası gerekiyordu, çünkü babasının evinş çağırıl mıştı; babasının evinde tüm sevgi gücünü ve tüm bı rakm a gücünü ortaya koydu. Ona düşen, yaşam su suzluğunu araştırm alar yapm akta ve dünya bilgisini edinm ekte kullanm aktı artık. M adem ki onu çekip ayırm ışlardı, onun da böyle b ir düşünm e gücü, bir düşünen insan durum una gelmesi, insanlar arasında, b ir yabancı d urum una gelmesi, doğrudan doğruya tik sinmeyi, sevmeyi, kinlenm eyi bilmeyen, zamanını ga rip işlerle geçirip tablolarını yarım bırakan, çağdaş larına giz dolu biri gibi görünen bir ilgisiz insan du rum una gelmesi gerekiyordu. (...) Babası onu nasıl yüzüstü bırakm ışsa, o da tablolarını yarım bırakıyor du- Üstünlük tanım ıyordu; bilgi konusuna gelince, yalnız kendi doğasına, kendi yargısına güveniyor du, baskı içinde ve babasının koruyucu gücü altında yetiştirilm em iş kişilerin bazen yaptığı gibiBöylece, Vinci’deki o inceleme gücü, o yalnız lık, o m erak da, düşünce dünyasını tanım layan ]?ütün bu şeyler de, onun tarihiyle bağlantılı ola cak kurulm uşlardır. Özgürlüğün doruğunda, o, ve özellikle bu durum da, yaşamış olduğu çocukluğunu — 72 —
yaşam aktadır; b ir yerden koparılmış olm asının nede ni başka yerlere bağlanm ış olmasıdır. Anı b ir bilinç olmak, dünya karşısında ve başkaları karşısında b ir tu tu m alma biçimidir. Vinci bu tu tu m alma biçimini doğum uyla ve çocukluğuyla kendisine verilen d u ru m u yüklenerek öğrenm iştir. B ir bilinç yoktur ki y a şamdaki ilksel yüküm lenişinden ve bu yüküm lenişin biçiminden etkilenm iş olmasın.» Bu tanıtlam a M erleau-Ponty’deki cinsellik d ü şüncesini özellikle som ut bir biçimde özetler ve açık lar. B urada ne varoluşu cinsellikle açıklam ak sözkonusudur, çünkü ilk yıllarını Leonardo’nun çocuk luğuna benzer biçimde yaşamış olan çocukların tü m ü birer Leonardo da Vinci olamadılar, ne de cinsel liği baskın b ir varoluşsal tasarıyla açıklamak sözkonusudur, çünkü bu tasarı da cinselliğimizden e t kilenmiş olacaktır ve yaşam ımızın anlamı yaşam ım ı za verm ek istediğimiz anlam la h e r zaman uyuşm a m aktadır. Bize doğadan gelenle özgürlükten geleni belirlememiz olanaksızdır. «Cinsellikle varoluş a ra sında bir geçişme vardır, yani varoluş cinselliğe yayılıyorsa, bunun gibi cinsellik de varoluşa yayılıyorsa, bir k a ra r için ya da belli b ir eylem için cinsel etkenlerin katkısını ve başka etkenlerin katkısını gös term ek olanağı yoktur, bir eylemi ve bir kararı «cin sel» ya da «cinsel değil» diye belirlem e olanağı yok tur. Cinselliği kendinden başka şeye indirgeyebile cek b ir açıklama olamaz, çünkü o çoktan (kendinden başka bir şeydi, yani b ü tün varlığımızdı. Cinsellik dram atiktir, diyebilirler, çünkü biz ona tü m kişisel yaşam ımızı bağlıyoruz. İyi ama, neden yapıyoruz b u nu? Bedenimiz, doğal b ir ben, belli varoluşun bir akışı olmadan, neden varlığım ızın aynası olsun bizim için; öyle ya, bizi yöneten güçlerin onun güçleri mı — 73 —
bizim güçlerimiz m i olduğunu bilemiyoruz, ya d a da ha doğrusu bu güçlerin tüm üyle onun güçleri m i tü m üyle bizim güçlerimiz m i olduğunu bilemiyoruz. Kendi üstüne kapanm ış cinsellik olmadığı gibi, cin selliğin aşılması diye bir şey de yoktur. Kimse sonu n a k a d a r kurtulm uş ya da sonuna kadar yitm iş de ğildir.» Çeviren: AFŞAR TİMUÇİN
K Ö Z Y A Y IN LA RI Leon T ro ç k r FA ŞİZM E KARŞI M Ü CA D ELE 60 Lira Leon Troçki 1917 YILI 20 Lira P.K. 40 Beyazıt/İstanbul
— 74
SPINOZA •SİYASET İNCELEMESİ ÜÇÜNCÜ BÖLÜM I-— Bir devletin yapısı, nasıl b ir yapı olursa ol sun, toplumsal b ir yapıdır, devletin bütünsel varlı ğına site, iktidarı elinde tu ta n (kişinin yönetim ine bağlı ortak sorunlara da kam u işleri denir. Sitenin m edeni hukuka d ay an arak sağladığı tü m yararları kullandığı kabul edilen insanlara da y u rttaş diyoruz. Bu y u rtta şla r sitenin koyduğu kurallara, yani site nin yasalarına uym aya zorunlu kişiler olm akla u y ru k diye adlandırılırlar. Ayrıca üç toplum sal yöne tim in, yani dem okrasinin, aristokrasinin ve m utlakyönetim in varolduğunu söylemiştik. Bu yönetim leri tek tek incelemeye başlam adan önce, genel olarak toplumsal yönetim i ilgilendiren şeyleri ele alacağım ve burada öncelikle ele alınm ası gereken şey site nin yüce hukukudur, yani yüceyöneticinin h u k u k u dur. II.— B undan önceki bölüm ün XV’inci p a ra g ra fına göre, kam u gücünü elinde bulu n d u ran kişinin, yani yüceyöneticinin hukuku, doğal huk u k tan başka b ir şey değildir; doğal hukuk, tek tek y u rtta şla rın gü cüyle değil, tek bir düşünceye sahipmişçesine yöneti len kitlenin gücüyle belirlenir. B unun anlam ı şudur: devletin tü m yapısı ve ru h u , gücü ölçüt alan bir h u kuka sahiptir, daha önce gördüğüm üz gibi doğal d u rum daki birey için de sözkonusuydu bu: dem ek ki h e r y u rtta ş ya da uyruk, sitenin gücül olarak elinde — 75 —
bulundurduğu hukuktan daha az hukuka sahiptir, ve dolayısıyla h e r yurttaş, m edeni hukuka göre, si tenin buyrultusu gereği isteyebileceği şeyler dışında, ne bir şey isteyebilir ne de bir şeye sahip olabilir. III.— Site bir bireye, eğilimine uygun biçimde y a şam a -h a k k ın ı ve dolayısıyla eğilimine uygun bi çimde yaşam a gücünü veriyorsa, kendi hukukunu bırakmatkta ve bu hukuku verdiği kişiye ak ta rm a k ta dır. Site bu iktidarı iki kişiye ya da birçok kişiye ve riyorsa, böylece devleti iktidarın verildiği ve h e r bi ri kendi eğilimine göre yaşayan kişiler arasında bö lüştürm üş olur. Site bu iktidarı tek tek tüm y u rtta ş lara rerirse, kendi kendini ortadan kaldırm ış olur; site artık varolm az ve doğal durum a dönülür. Bütün bunlar şimdiye kadar söylediklerimizden anlaşılıyor, ve buna göre sitenin kuralının h er y u rttaşa kendi eğilimlerine göre yaşam a hakkı vermesi düşünülemez: demek ki h e r bireyi kendi kendinin yargıcı yapan bu doğal hukuk, toplum sal durum da zorunlu olarak ortadan kalkar. Sitenin kuralı deyim ini bilerek kul landım , çünikü h e r bireyin doğal hukuku (her şeyi yerli yerince tartarsak) toplumsal durum da da v a r lığını sürdürm ekten geri kalmaz. Gerçekte insan, do ğal durum da olsun toplumsal durum da olsun, kendi doğasının yasalarına göre eylemde b u lu n u r.v e kendi çıkarını gözetir, çünkü h er iki d urum da da, onu şu yş da bu eylemi yapm aya ya da yapm am aya zorla yan şey um ut ya da korkudur, ve iki du ru m arasın daki tem el ayrılık, toplumsal durum da tüm bireyle rin aynı korkuları duym aları ve güvenliğin tüm b i reyler için aynı nedenlere dayanm asıdır, bunun gi bi, yaşam kuralı ortaJktır, bu da ne kadar gerekirse gereksin, h e r bireyde bulunan kendi kendini yargı lam a yetisini ortadan kaldırm az. G erçekte sitenin — 76 —
tüm b u y rultularına uym ak eğiliminde olan kişi, ister kendi gücünden kuşkulansın ister dinginlikten hoş lansın, eğilimine uyarak kendi güvenliğini ve çıkar larını gözetm ektedir. IV.— A yrıca h e r birey, sitenin b u yrultularım , ya ni yasalarını yorum lam akta özgürdür diye düşüne meyiz. Birey bu serbestliğe sahip olsaydı, kendi ken dinin yargıcı olacaktı, bir hak görünüm ü altında ba ğışlanabilir ya da övülebilir kılam ayacağı hiçbir ey lemi bulunm ayacaktı ve dolayısıyla yaşam ını eğili m ine göre düzenleyecekti, bu saçma bir şeydir. V.— Demek ki h e r y urttaş, kendi kendine değil, b u y ru ltu la rın a uym akla yüküm lü olduğu siteye ba* ğımlıdır, ve neyin adaletli neyin adaletsiz olduğuna, neyin ahlaklı neyin ahlakdışı olduğuna k a ra r verm eye hiç kimsenin hakkı yoktur, tersine, devlet yapısı tek bir düşünceye sahipmişçesine yönetilm ek gerektiğin den ve bunun sonucunda sitenin istemi herkesin is temine uym ak zorunda olduğundan, adaletli ve iyi, olan sitenin buyurduğudur, h e r bireyin uym ası ge reken de budur. Demek ki, uy ru k sitenin b u y ru ltu larım adaletsiz diye kabul etse de onlara uym ak zo rundadır. VI— Ama, b ir başkasının yargısına bütünüyle bo yun eğmek aklın bu y ru ğ u n a ters düşm ez m i diye k a r şı çıfcılabilir. B una göre toplum sal durum akla karşıt mı olacaktır? A klayatkm olm ayan bu sonuçtan ötürü, bu d u ru m ancak akıldan yoksun kişiler tarafın d an yaratılabilir, aklın yönetim inde yaşayanlar tarafın d an hiçbir biçimde yaratılam az. A m a akıl doğaya ters dü şen hiçbir şey öğretm ediğine göre, sağlıklı b ir akıl ancak insanlar tu tk u la ra boyun eğdiği sürece h e r b i reyin yalnızca kendisine bağlı olmasını isteyebilir, y a n i h e r bireyin yalnızca kendi kendisine bağlanabi — 77 —
leceğini yadsır. Akıl genel b ir biçimde barışın peşine düşmeyi önerir, am a sitenin ortalk yasaları etkinlik lerini sürdürem iyorlarsa buna ulaşm ak olanağı yok tur. B una göre, insan ne ölçüde aklın yönetimindeyse, o ölçüde özgür olur, o ölçüde titizlikle sitenin yasa larına u y a r ve uyruğu olduğu yüceyöneticinin b uyrul tu larına boyun eğer. Ayrıca, toplumsal durum elbette ortak b ir korkuya sonverm ek ve ortak yoksunlukları altetm ek için kurulm uştur, ve dolayısıyla aklın yöne tim inde yaşayan h er insanın ulaşm aya çalıştığı, ama boş yere ulaşm aya çalıştığı şeyi amaçlar. Bu yüzden, aklın yönettiği bir insan, bazen, sitenin buyruğuna uyarak, aklayatkm olmadığını bildiği b ir şeyi yap m ak zorundadır, bu kötülük, onun toplumsal d u ru m dan sağladığı ya ra rla kolayca dengelenir: iki kötüden birini, daha az kötü olanını seçmek de aklın işidir. Demek ki şu sonuca varabiliriz: hiç kimse sitenin ya sası gereği yapm ak zorunda olduğu şeyi yapm akla ak lın buyruklarına ters düşecek bir biçimde davranm ış olmaz. Sitenin gücünün ve dolayısıyla hukukunun ne-; reye kacfar uzandığını açıkladığımızda düşüncemiz daha iyi anlaşılacaktır. VII.— Öncelikle şunu ele alm ak gerekir: doğal du rum da falanca kişinin daha büyük b ir gücü varsa ve o kişi kendi kendine daha çok bağlıysa, o kişi aklın yö netim inde yaşıyor dem ektir, atkla uygun olarak ku rulm uş olan ve akıl tarafından yönetilen site de err güçlü olan ve en büyük ölçüde kendine bağımlı olan sitedir. Gerçekte sitenin hukuku tek bir düşünceye sahipmişçesine yönetilen kitlenin gücüyle belirlen m iştir, ve site, sağlıklı akim ulaşılm asında tüm in>. sanlar için y a ra r gördüğü amaca en yüksek ölçüde yönelmezse, ruhların böyle b ir birliğe sahip olması hiç-, bir biçimde düşünülemez. — 78 —
VIII-— İkinci olarak ele alınm ası gereken şudur: u y ru k la r kendi kendilerine değil, siteye bağım lıdır lar; sitenin gücünden ya da sitenin kendilerine 'yö nelttiği tehditlerden korktukları ölçüde, ya da top lum sal durum dan hoşnut oldukları ölçüde. Bu yüz den, insanın söze kapılarak ya da tehdide uğrayarak gerçekleştirm ek du ru m u n d a bulunm adığı eylem ler si tenin kuralları dışında kalan eylem lerdir. Örneğin hiç kimse kendi yargılam a yetkisinden vazgeçemez; bir insan hangi sözlerle ya da hangi tehditlerle b ü tü nün parçadan büyük olmadığına, ya da T anrı’nın varolm adığına, ya da sonlu olduğunu gördüğü b ir bedenin sonsuz b ir varlılk olduğuna inandırılabilir? B ir insan genel anlam da, duyduğuna ya da düşün düğüne karşıt olan bir şeye nasıl inandırılabil'r? A y nı biçimde, bir insan hangi sözlerle ya da hangi te h ditlerle kin duyduğu kişiyi sevmeye ya d a sevdiği kişiye kin duym aya zorlanabilir? İnsanın b ü tü n kö tülüklerden daha da kötü diye belirlediği şeyler a ra sında şunları sayagiliriz: b ir insanın kendine karşı tanıklık etmesi, kendini işkenceye koyması, babasını ve annesini öldürmesi, ölümden kaçmam ası, ve bu ve buna benzer şeylerde sözle de tehditle de kim se ye b ir şey yaptırılamaz- B ununla birlikte, sitenin böyle şeyleri buyurm aya hakkı ya da gücü olduğu söylenseydi, bizim gözümüzde, b ir insanın v u rd u m duym az olmaya ya da aklını yitirm eye hakkı oldu ğunu söylemekle bunu söylemek arasında b ir ayrım bulunm azdı. İnsanın böyle b ir yasaya uym ası çılgın lık değil de nedir? Burada, sitenin hukukunda yer alam ayacak olan ve insan doğasının genellikle kor ku duyduğu şeylerden bilerek söz ettim . V u rd u m duym az kişi ya da aklını yitirm iş kişi sözle ya da te h ditle b u y ru ltu la ra uym aya zorlanamaz, ve y u rtta ş — 79 —
ların çoğu yasalara u yduklarına göre, vurdum duym az kişi ya d a aklını yitirm iş -kişi şu ya da bu dine boyun eğdi diye, devletin yasasını h er tü rlü kötülükten da ha kötü olarak niteledi diye bu yasalar kaldırılamaz. B una göre, korkusuz ve um utsuz kişiler ancak ken d i kendilerine bağım lıdırlar ve devletin düşm anıdır lar; bunlara zora başvurarak karşı çıkm aya hakkı m ız vardır. IX.— Üçüncü ve son olarak şunu ele alm ak ge rekir: genel hoşnutsuzluğa yol açan b ir önlem site nin hukukuyla çok az ilgilidir. Elbette, insanlar do ğaya uyarak, ortak bir korkudan ötürü ya da bazı o rtak kötülüklerden öç alm ak isteğiyle, doğaya karşı birleşeceklerdir ve, sitenin hukuku kitlenin ortak gü cüyle belirlendiğinden, sitenin güç ve hukukunun aza lacağı kesindir, çünkü b u n lar b ir birliğin oluşma ne denlerini sağlam aktadırlar. Sitede elbette korkulası tehlikeler vardır; doğal durum daki b ir insan kendi kendine ne k a d a r az bağlıysa, korkması için o kadar çok neden bulunur, aynı biçimde, sitenin kuşku duy-, duğu şeyler ne kadar çoksa, kendi kendine bağım lı lığı da o k a d a r azdır. Yüceyöneticinin uyruklar üze rindeki hukukunu ilgilendiren şeyler bunlardır. Yüce yöneticinin yabancılar üzerindeki hukukuna değinm e den önce, dinle ilgili alışılmış bir sorunu çözmek zo ru n d a olduğumuzu sanıyorum. X.— Gerçekte bize şöyle karşı çıkabilirler: top lum sal durum ve daha önce gösterdiğimiz gibi, top lumsal durum un gerektiği u y ru k la rın uyarlılığı, b i zi T anrı’ya tapm ak zorunda bırakan dini ortadan kal dırm az mı? Am a bu noktayı inceleyecek olursak kay gı verici hiçbir şey bulam ayız. Gerçekte ru h aklı kullandığı ölçüde, yüceyöneticiye değil, kendi ken dine bağım lıdır, ve böylece doğru bilgi ve T anrı sev — 80 —
gisi, kişinin gücüne bağımlı değildir, yakınlarının ya pacağı iyiliğe de bağımlı değildir. Ayrıca, yüce iyi lik deneyinin, barışın korunm asını ve uyuşm anın sağ lanm asını amaçladığını kabul ediyorsak, bu deneyin her bireye, site yasalarının, yani uyuşm anın ve kam u düzeninin izin verdiği ölçüde yardım eden bir görevi tam anlam ıyla yerine getiren bir deney olduğundan kuşku du.yamayız. K urum laşm ış inanca gelince, bu .-nancın, T an rı’nın doğru bilgisine ve bunun zorun lu sonucu olan sevgiye hiçbir yararı dokunmadığı, tersine onlara zarar verebileceği kesindir; dem ek ki bu inancı, barışın ve kam u düzeninin bozulmasına neden olacak biçimde koym am ak gerekir. Gerçekte ben, doğal hukuk gereği, yani tanrısal b ir b u y ru ltu gereği dinin savunucusu değilim, çünkü ben, b ir za m an la r Isa’nın çömezlerinin sahip olduğu gibi, iğ renç ruhları kovm a ve m ucizeler yaratm a gücüne sahip değilim, bu güç, dinin yasak olduğu zam anlar da dini yaym ak için gerekiyordu, o kadar gerekliy di ki, o olmadan, çaba yalnızca boş b ir çaba olmakla kalm ayacak, ayrıca kötülükler de ortaya çıkacaktı. H er yüzyılda, bu tü r kötü aşırılıkların birçok örneği" görülm üştür. Demek ki h e r birey, nerede olursa ol sun, T anrı’ya gerçek b ir dinle saygı gösterebilir ve dinin esenliğini gözetebilir, bu da h e r yu rttaşın gö revidir. Dini yaym a kaygusuna gelince ,bunu, Tanrı’ya ya da yöceyöneticiye bırakm ak gerekir; kam u işleriyle uğraşm ak yalnızca yüceyöneticinin h a k k ı dır. Şimdi konuya dönüyorum. XI.— Yüceyöneticinin y u rtta şla r üzerindeki ve uyrukların görevleri üzerindeki huku k u n u açıkladık tan sonra, yüceyöneticinin yabancılar üzerindeki huikukunu .incelemek kalıyor; bu, önceki belirlemeler — 81 —
den kolayca anlaşılır. M adem ki yüceyöneticinin h u kuku gerçekte doğal hukukun kendisinden başka bir şey, değildir, iki devlet birbirleri karşısında, doğal durum daki iki insan gibidirler, aradaki tek ayrılık, sitenin, kendisini b ir başka sitenin baskısına karşı ko ruyabilm esidir, oysa doğal durum daki insan bunu başaramaz, doğal durum daki insan, gündelik yaşan tısında uykudan, zaman zaman bedensel ya da ru h sal bir hastalıktan, ya d a sonunda yaşlılıktan bitkin leşecek, ayrıca bir çok kötülükle karşı karşıya kala caktır, site bu kötülükleri giderebilir. XII.— Demek ki site, kendini gözettiği ve bas kıdan kaçındığı sürece kendi kendisinin efendisidir, ve başka b ir sitenin gücünden korktuğu ya da bu site tarafından is+ediğini yapm aktan engellendiği sü rece, ve sonunda, -kendini korum ak ve geliştirmek için bu sitenin yardım ına gereiksinme duyduğu sü rece bir başkasına bağımlıdır; gerçekte iki site, k a r şılıklı olarak birbirlerine yardım ediyorlarsa, iki kat daha güçlüdürler ve dolayısıyla iki k a t daha çok h u kuka sahiptirler. XIII.— Bu durum , iki sitenin doğallıkla birbirle rine düşman olduklarını kabul etm ekle daha iyi an laşıl1r: gerçekte insanlar, doğal durum da birbirleri ne düşm andırlar. Demek ki, site dışında, doğal hukuku koruyanlar birbirlerine düşm andırlar. Buna göre, bîr site başka b ir siteye karşı savaşm ak ve onu egemen liği altına alm ak için en aşırı yollara başvurm ak is tiyorsa, buna kalkışm aya hakkı vardır, çünkü sava s yapm ak için, savaş yapm ak istemesi yetm ektedir. Oy sa, öbür sitenin işbirliği ve istemi olmadan barışa k a ra r verm ek olanaksızdır. B uradan çıkan sonuç sudur: savaş hakkına her site sahiptir, buna karşılık, barış hakkını belirlemeik için, b ir anlaşm ayla birbirine bağ —
R2
lanmış ya da konfederasyon haline gelmiş en az iki site gerekir. XIV.— B u anlaşm a, kendi saptanışını belirleyen neden varoldukça, yani bir kötülük korkusu ya da bir çıkar um udu varoldukça sürer; bu neden, iki si teden biri üzerindeki etkinliğini yitirdiğinde, k e n disine ait olan hu k u k u korur, ve iki siteyi birbirine bağlayan bağ kendiliğinden kopmuş olur. Demek ki h er site, istediği zaman anlaşm ayı bozmak konusun da m utlak hakka sahiptir, ve site, korkm a ya da u m u t lanm a nedeni ortadan kalkınca yüküm lülüğünü bı raktığından hileyle ve kalleşlikle davrandı diye suç lanamaz: anlaşm a yapan yanlardan her birinin d u ru m u burada aynıdır: (kendini korkudan ilk k u rta ran, bağımsız d u ru m a gelecek ve dolayısıyla kendi sine en uygun gelen görüşü benim seyecektir. A yrı ca hiç kimse, süregiden koşulları gözönünde b u lu n d u rara k gelecek için sorum luluk yüklenm ez, ve bu koşullar değişirse durum da kendiliğinden değişir. Bu yüzden, b ir anlaşm ayla biraraya gelmiş sitelerden h er biri, çıkarlarını gözetmek hakkını elinde tutar, dolayısıyla h e r site elinden geldiğince kendini kor kudan k u rta rm a y a ve bağımsızlığını yeniden kazan maya, ve aynı zam anda öbür sitenin daha güçlü b ir durum a gelmesini engellemeye çalışır. Demek ki b ir si+e aldatılm ış olm aktan yakınıyorsa, suçu konfede rasyona katılm ış sitenin yasasında değil, kendi a h maklığında aram alıdır: bu durum da o, esenliğini başka bağmışız bir siteye, devletin esenliğini en y ü ce yasa sayan b ir siteye kaptırm ış olur. XV.— B irbirleriyle barış yapm ak için anlaşan iki site, barış koşulları konusunda çıkabilecek uyuşm az lıkları, yani birbirlerine karşı üstlendikleri özel ko şulları saptam ak hakkına sahiptirler. Gerçekte, ba— 83 —
rış için ortaya konan k urallar yalnızca bir tek sitey le ilgili değildir, a n la ş a n 'b ü tü n siteler için ortaktır. S iteler uyuşam ıyorlarsa savaş durum una dönerler. XVI.— Barış yapmak için anlaşan siteler ne kadar çoksa, bu sitelerden h er biri öbürleri için o ölçüde az kuşku vericidir, yani daha az bağım sızdır ve anlaş-' m ayla biraraya gelmiş sitelerin ortak istem ine daha çok boyun eğmek zorundadır. XVII.— Dinin ve sağlıklı aklın öngördüğü inanç burada hiçbir biçimde sözkonusu değil, çünkü ne akıl ne kutsal kitap, h er tü rlü yüküm lülüğe uym am ız ge rektiğini b u y u ru r. Örneğin birine, bana gizlice tes lim ettiği parasını saklamak için söz vermişsem, ba na teslim ettiği em anetin bir hırsızlık sonucunda el de edildiğini biliyorsam ya da bildiğimi sanıyorsam, yüküm lülüğüm e bağlı kalma"k zorunda değilim. Bu em aneti asıl sahibine verm ekle en doğru işi yapmış olurum . Aynı biçimde, yüceyönetici herhangi b ir şe yi yapm ak için birine sözvermişse, ve daha sonra koşullar ya da akıl bunun, öbür uyrukların esenliği açısından zararlı olduğunu gösteriyorsa, yüceyöneti ci üstlendiği yüküm lülüğü bırakm ak zorundadır. K u t sal kitap, inancı ancak genel olarak izlemek gerek tiğini bildirdiğine göre ve ayrı düşünülm esi gere ken özel durum ları h e r bireyin kendi yargısına bı raktığına göre, yukarda söylediğimiz buyrultularla tersleşen hiçbir şey buyurm az. XVIII.—■ Yazının akışını h er an kesmek zorunda kalhıam ak ve bana bu yüzden yöneltilebilecek ben zer eleştirilerle karşılaşm am ak için şunu belirtiyo rum : b ü tün söylediklerimi insan doğasının zorunlu luğuna dayanarak öne sürdüm (bu doğa nasıl düşü nülürse düşü n ü lsü n ). Gerçekte tüm insanların kendi lerini korum ak için ortaya koydukları evrensel ça-
badan yola çıkıyorum; insanlar bilge de olsalar v u r dum duym az da olsalar bu çabayı aynı biçimde gös terirler. Az önce söylediğimiz gibi, gösterm e evren sel olduğuna göre, insanlar nasıl ele alınırlarsa alın sınlar, bir duygunun etkisiyle de yönetilseler akılla da yönetilseler sonuç değişmeyecektir. DÖRDÜNCÜ BÖLÜM I. — Bundan önceki bölümde, yüceyöneticinin hukukunun, kendi gücünden başka sınır tanım ayan bu hukukun, öncelikle, kam u gücünün düşüncesi diye bileceğimiz bir düşünceye dayandığını gösterdik; her şey bu düşünceye göre düzenlenm elidir, iyiyi, kötüyü, adaletliyi, adaletsizi belirleyen, yani herkesin tek tek ya da bırarada neyi yapıp neyi yapm am ası gerekti ğini belirleyen yalnızca odur. Böylece, yasaları d ü zenlemek, yasalarla ilgili bir sorun ortaya çıktığında onları tüm özel durum larda yorum lam ak ve h e rh a n gi bir şeyin yasaya uygun olup olmadığına k a ra r verm ek hakkının yalnızca yüceyöneticiye ait olduğu anlaşılıyor. Savaş ilan etm ek, barış koşullarını sap tam ak ya da önermek, ya da önerilmiş olan koşulları kabul etm ek yüceyöneticinin hakkıdır. II. — B ütün bu şeyler, bu am açlara vardıracak araçlarla birlikte, devlet işlerini ilgilendiren şeyler, yani kam u işleri oldukları için, kam u işi yüceyöneticilik gücünü elinde bulunduran kişinin saptadığı yö ne bağım lıdır yalnızca. B una göre, ayrı ayrı h e r b i reyin edimleri üzerine yargı verm eye, o bireyden hesap sormaya, suçluları cezalandırm aya, y u rtta şla r arasındaki anlaşm azlıkları düzeltm eye, ya da bu gö revi kendi adına yerine getirm eleri için, yasalar ko nusunda uzm an olan kişileri saptam aya yalnızca yü ceyöneticinin hakkı vardır. B arışa ya da savaşa özgü — 85 —
yolların ve gereçlerin kullanılm ası ve düzenlenm e siyle ilgili sorunlarda da dü rü m budur, şehirlerin ku rulm ası ve korunm ası, birliklerin yönetilmesi, askeri görevlerin dağıtılm ası, kom utanlıkların dağıtılması, barış görüşm eleri yapm ak için temsilcilerin gönderil mesi ya da yabancı temsilcilerin kabul edilmesi ve tüm kam u harcam alarını karşılam ak için zorunlu ödem eleri yapm ak yüceyöneticinin hakkıdır. III. — K am u işlerini düzenlem ek ya da bu ko nuyla ilgili m em urları seçmek yalnızca yüceyöneticiye ait olduğuna göre, buradan çıkan sonuç şudur: bir uyruk, yüce yetkenin haberi olmadan, bile bile bir kam u işiyle uğraştığı zaman, sitenin yararı için dav randığına inansa da, iktidara el uzatm ış olur. IV. — Gene de, yüceyöneticinin yasalar tara fın dan bağlanıp bağlanm adığı ve dolayısıyla yüceyöne ticinin günah işleyip İşleyemeyeceği sorulur. B unun la birlikte, yasa ve günah sözcükleri yalnızca sitenin y ü rürlükteki yasalarını değil, tüm doğanın ortak ya salarını da ilgilendirdiğinden, ve h er şeyden Önce ak lın koyduğu kuralları gözöııünde bulundurm ak g e rektiğinden, sitenin hiçbir yasa tarafından bağlanm a dığını ve günah İşleyemeyeceğini söyleyemeyiz. G er çekte sitenin ne yasası ne de kuralı bulunsaydı, h a tta site, onu site yapan yasalara da sahip olmasaydı, onda yalnızca doğaya katılan b ir şeyin değil, ama bir h a yalin de varlığını belirlem ek gerekecekti. Demek ki site, kendi yıkılışı kendi ortaya koyduğu edim lerin sonucu olabilecek b ir biçimde davrandığı zaman ya da davranılm asm a izin verdiği zaman günah işle m ektedir: bu durum da site, filozofların da, hekim le rin de söylediği, doğa günah işleyebilir belirlem esiy le anlatılan günahı işliyor' diyeceğiz; bu da, sitenin aklın yönetim ine ters düşecek biçimde davrandığını
gösterir. Gerçekte site, özellikle aklın yönetim ine u y duğu zam an kendi kendisinin efendisidir. Dem ek ki site akla ters düşecek biçimde davrandığı zam an ve akla ters düşecek biçimde davrandığı ölçüde kendisi ne karşı d ü rü st olm am aktadır ve günah işlediği söy lenebilir. Bu durum , her bireyin kendi yetkisi içinde ki bir işi sonuçlandırabileceği ve bu konuda istediği gibi k a ra r verebileceği gözönünde b u lundurulursa da ha iyi anlaşılır, elde etm eye çalıştığımız bu güç yal nızca etkenin gücüyle değil etkilenenin sunduğu ko laylıklarla da ölçülmelidir. Örneğin b ir m asaya ne istersem yaptırabilirim dediğim zaman, ona ot da ye direbilirim demek istediğim anlaşılmaz.' Aynı biçim de, insanların kendi kendilerine değil de siteye bağım lı olduklarını söylediysek, buradan insanların insani doğalarını yitirecekleri ve başka b ir doğaya b ü rü n e bilecekleri anlamı çıkmaz. B una göre buradan, site nin, insanları uçm ak için kanatlı olmaya zorlam ak ya da daha olanaksızı, gülmeye ya da tiksintiye neden olan şeyleri saygıyla karşılam aya zorlam ak hakkı bu lunduğunu çıkarmıyoruz; bu söylediklerimizden yal nızca şu anlam çıkar: bazı koşullar sağlandığında, site uyruklarda korku ve saygı uyandırır, bu koşullar sağ lanam az d u ru m a gelince ne korku ne de saygı kalır; öyle ki, sitenin kendisi de a rtık varolmaz. Demek ki site, ikendi kendisinin efendisi olarak kalm ak için, korku ve saygı koşullarını elinde tutm alıdır, bunlar olmadığı zam an, o artık site olm aktan çıkm ıştır. D e m ek ki kam u gücünü elinde bulunduran kişi ya da kişilerin hem orospularla birlikte kafayı çekip so yunması, gülünçlükler etmesi, kendinin ya da kendi lerinin koymuş olduğu yasaları açıık açık aşağılam a sı hem de yüceliğini korum ası olanaksızdır: bu du rum , hem varolm ak hem de varolm am ak k a d a r ola — 87 —
naksızdır onlar için. U yrukları ölümün kucağına at m ak, uyrukları yoksullaştırm ak, bakirelere saldır m ak ve buna benzer şeyler yapm ak, korkuyu tiksin tiye ve dolayısıyla toplum sal d u ru m u savaş d u ru m u na dönüştürm ektir. V. — Demek ki, sitenin ne zaman yasalara uyar durum da olduğu, ne zaman günah işleyebilir d u ru m da olduğu görülüyor: yasalardan yürürlükteki top lum sal yasaları, yürürlükteki bu yasalara dayanıla rak öngörülen şeyi anlıyorsak, ve günahtan da y ü rü r lükteki yasaların yasakladığı şeyi anlıyorsak, yani bu sözcükleri sözcüık anlam ında ele alıyorsak, sitenin y a salarla bağlandığını ya da günah işleyebileceğini hiç bir biçimde söylemeyiz. Sitenin kendi çıkarı gereği uym ak zorunda olduğu k urallar ve, korku ve saygı y a rata n nedenler, yürürlükteki yasalarla değil, doğal hukukla ilgiliderler, çünkü bu şeyler m edeni hukuka başvurularak değil, savaş hukukuna b aşvurularak ger çekleştirilir. Site, kendi gücü içinde, insanın doğal durum da, kendi kendisinin efendisi olarak kalm ak ya da kendine düşm anlık e'm em ek, kendine zarar ver m em ek için gözettiği sınırdan başka sınır tanımaz. Bu sınır yasalara uyuşta ortaya çıkmaz, tersine, insan doğasındaki özgürlükte ortaya çıkar. Y ü rürlükteki toplumsal yasalara gelince, bunlar yalnız ca sitenin buyrultusuna bağlıdır, ve site de varlığını sürdürm ek için kendinden başka kimseye hoş görün m ek zorunda değildir; sitenin kendisi için iyi ya da kötü diye belirlediği şeyler dışında iyi ya da kötü yok tu r, ve dolayısıyla o, yalnızca kendi kendini korumak, yasalar koymaık ve yorum lam ak hakkına değil, ama aynı zam anda bu yasaları kaldırm ak, ve kendi m utlak gücü gereği, kim olursa olsun, bir sanığı bağışlamak hakkına da sahiptir. — 88 —
VI. — O rtak çıkar sözkonusu olduğunda, çoğun luğun, kendi hukukunu bir meclise ya da bir kişiye devretm esini sağlayan sözleşmelerin ya da yasaların çiğnenmesi gerektiği açıktır. Ama, y ü rürlükteki y a saları çiğnemenin, ortak çıkarın gereği olup olm adı ğını saptam aya, yani k a ra r verm eye hiçbir y u r tta şın hakkı yoktur. Bu konuda ancak kam u gücünü elinde tu tan kişi k a ra r verebilir; böylece medeni huku■ ka göre, yasaları ancak kam u gücünü elinde tu ta n k i şi yorum layabilir. Ayrıca hiçbir y urttaşın yasalara koruyuculuk etm ek hakkı yoktur; buna göre yasalar, iktidarı elinde bulunduran kişiyi zorlamazlar. B u nunla birlikte, bu yasalar öyle yasalardır ki, siteyi zayıf düşürm eden, yani yu rttaşların büyük b ir bölü m ü tarafından duyulan korkuyu tiksintiye' dönüştü recek biçimde davranm adan, dolayısiyle siteyi o rta dan kaldıracak ve yasayı da askıya alacak biçimde davranm adan cisnenem ezler; dem ek ki bu durum , m edeni hu k u k gereği değil, savaş hu k u k u gereci ya saklanm ıştır. Ve böylece, gücü elinde bulunduran k i şi, doğal durum daki insanın, kendi kendinin düşm anı durum una gelm ekten, yani kendi kendini ortadan kal dırm aktan sakınm ak için dayandığı nedenden başka bir neden dışında, sözleşme koşullarına uym ak zorun da değildir, bunu bundan önceki p aragrafta söyledik. BEŞİNCİ BÖLÜM I. — İkinci böJümün XI. paragrafında, bir insanın daha çok akim en büyük izleyicisi olduğu zam an ken di kendinin efendisi olduğunu ve dolayısiyle, akla göre tem ellendirilen ve yönetilen sitenin de en güçlü ve kendi kendinin en çok efendisi olan site olduğunu gösterdik. Dem ek ki, kendi kendini elden geldiğince koruyabilm ek için en iyi yaşam kuralı, akim buyruk — 89 —
ların a uyarak tem ellendirilm iş yaşam kuralı olduğu na göre, şu sonuca varıyoruz: bir insanın ya da bir sitenin yapacağı en iyi iş, en eksiksiz biçimde kendi kendinin efendisi olmaktır. Gerçekte, yapm aya h ak kımız olduğunu söylediğim şeylerin, yapılabilecekle rin en iyisi olduğunu savunm uyorum : b ir tarlayı bir hakka dayanarak işlemek başka şeydir, bu tarlayı el den geldiğince iyi işlemek başka şeydir; b ir hakka da yanarak kendini savunm ak, kendi varlığını korumak, yargıda bulunm ak başka şeydir, elden geldiğince kendini savunm ak, kendi varlığını korumak, yargıda bulunm ak başka şeydir. Sonunda, kendi hukukuna dayanarak yönetm ek ve kamu islerinin yüküm lülüğü nü üstlenm ek başka şeydir, elden geldiğince yönet m ek ve kam u işlerini elden geldiğince iyi yönetm ek başka şeydir. H erhangi bir sitenin hukukunu böylece genel olarak ele aldıktan sonra, şimdi de herhangi bil devlet için en iyi yönetim i ele alm ak gerekiyor. II. — B ir devletin durum unu kolayca kavrayabil m ek için bir toplum sal yönetim in hangi amaca göre kurulm uş olduğunu gözönüne almak gerekir; bu amaç barıştan ve yaşam güvenliğinden başka birşey değil dir. B una göre en iyi yönetim, insanların, yaşam la rını uyuşum içinde sürdürdükleri ve yasaların şid dete başvurulm adan gözetildiği yönetim dir. Ayaklan m aların, savaşların ve yasaları aşağılam anın ya da çiğnemenin suçu, yurttaşların kötülüğüne de, k urul m uş bulunan yönetim in kötülüğüne de yüklenemez. G erçekte, insanlar y u rttaş olarak doğmazlar, ama y u rtta ş haline gelirler. Ayrıca, çatışma durum undaki doğal duygular bütün ülkelerde aynıdır; dem ek ki bir sitede çok büyük bir kötülük kendini gösteriyor sa ve orada öbür sitelerdekinden daha çok günah iş leniyorsa, bunun nedeni, sitenin uyuşm ayı yeterince — 90 —
sağlayamam ası, k u ram ların ın yeterince sakm ık olma ması ve dolayısıyla medeni hukuku tam anlam ıyla oturtam am asıdır. Gerçekte, ayaklanm a nedenlerini ortadan kaldıram am ış ve savaş çıkm asından h e r an ' korku duyan ve yasaların sık sık çiğnendiği b ir top lumsal yapı, herkesin hayatı pahasına kendi eğilimi ne göre davrandığı doğal durum dan pek ayrı değil dir. III. — U yrukların kötülüklerinin, aşırı başıbo zukluklarının ve boyun eğm ezliklerinin suçu nasıl si teye yüklenm ek gerekiyorsa, onların erdem leri, yasa lara sürekli boyun eğişleri de sitenin erdem ine ve m utlak b ir m edeni hukukun kurulm asına bağlanm a lıdır; bu du ru m , ikinci bölüm ün XV. paragrafından anlaşılıyor. Demek ki, ordusunda hiçbir zam an ayak lanm a görülm emiş olan A nibal’in erdem ini yücelt m ek yerinde bir davranıştır. IV. — Bir sitede, uyruklar, şiddetin etkisinde ol dukları için ayaklanam ıyorlarsa, o sitede barışın var olduğunu değil, savaşın varolm adığını söylemek ge rekir. Gerçekte barış, yalnızca savaşın olmaması d e ğildir, o, kökeni ru h gücünde bulunan b ir erdem dir, çünkü uyarlılık, sitenin ortak yasasına göre yapılm a sı gereken şeyi yapm ak konusunda sürekli b ir istem dir. B ir sitede barış, sürü gibi yönetilen ve köleliğe alıştırılan insanların hantallığından geliyorsa, o site ye siteden çok yalnızlık şehri dem ek gerekir. V. — En iyi devlet, insanların uyum içinde y a şadığı de v le ttir derken, insanların, insana özgü b ir yaşamı, hiçbir biçimde kandolaşım ıyla ve öbür tüm hayvanlarda ortak olan işlevlerin yerine getirilm e siyle belirlenm eyen, am a öncelikle alkılla, ru h u n er demiyle ve doğru yaşamla belirlenen b ir yaşamı sü r dürm elerini anlıyorum. — 91 —
VI. — A yrıca şunu da belirtm ek gerekiyor: u y u m u egemen kılm a amacıyla kurulduğunu söylediğim devlet, yenilgiye uğram ış bir topluluk üzerinde fetih hukukuna dayanarak kurulm uş b ir devlet olarak de ğil, özgür b ir topluluk tarafından kurulm uş bir dev let olarak anlaşılm alıdır. Um ut, özgür bir topluluk üzerinde korkudan daha etkilidir; buna karşılık, kuv vet zoruyla boyun eğmiş bir topluluk üzerindeki en güçlü etken um ut değil korkudur. Birincisine b ir ya şam inancı, İkincisine yalnızca ölüme yöneliş diyebi liriz: birincisi kendi başına yaşam aya çalışır, öbürüy se yenenin yasasını zorla kabul eder diyorum. B un lardan birinin köle öbürünün özgür olduğunu söyler ken anlatm ak istediğimiz budur. Savaş hukukuyla elde edilmiş gücün amacı egemenlik kurm aktır, ve bu egemenliği kullanan, uyruklardan çok kölelere sahip tir. Genel m edeni hukuk kavram ını gözönünde t u t tuğum uzda, özgür bir topluluk tarafından m eydana getirilm iş b ir devlerle, kökeni fetihe dayanan b ir dev let arasında köklü hiçbir ayrım bulunm asa da, bu iki devlet arasında, izlenilen amaç açısından —daha ön ce gösterdiğimiz gibi— ve bunlardan h er birinin sür dürülebilm esi için yararlanılm ası gereken gereçler açısm dan büyük bir ayrılık vardır. V II.'— Egem enlik kurm a isteğinin yönlendirdiği m utlakgüçlü b ir Prens, gücünü elde etm ek ve koru m ak için hangi araçlardan yararlanm alıdır, yüksek kavrayışlı b ir insan olan Machiavelli bunu büyük öl çüde ortaya koydu; am a onun öngördüğü amaç açıkseçik b ir biçimde anlaşılmıyordu. Burada, bilge bir kişi olduğu sanılan hizmetçi öneriliyorsa, yapılm ak islenen şey kitlenin bir tiran ı yokettiği zaman ne denli b ir sakımksızlık e tti ğini gösterm ektir; oysa kitle, bir Prensi tira n a dö— 92 —
nüştüreıı nedenleri yokedemez, tersine, bir Prensi korkutan şeyler ne kadar çoksa, onu b ir tira n d u ru m una getiren özel nedenler de o ölçüde çoktur; ço ğunluk, Prensi örnek b ir kişi durum una getirdiğinde ve yüceyöneticiye karşı girişilen b ir suikastı, yüce bir eylem olarak övdüğünde bu d u ru m ortaya çıkar. Bel ki de Machiavelli, topluluğun, kendi esenliğini tek bir insana bağlam aktan ne denli sakınm ası gerektiğini gösterm ek istemiştir; herkesi hoşnut etm ek yeteneği ni kendinde görmek boş b ir şey değilse, bu kişi, sü rekli olarak b irtakım tuzaklardan korkm ak zorunda dır, ve dolayısıyla, özellikle kendi esenliğini gözetmek ve tersine, topluluğu gözetm ekten çok topluluğa t u zak kurm ak durum undadır. Ve ben, bu çok yetenekli yazarı yargılam aktan çok, onun özgürlüğün yılmaz bir yandaşı olarak düşünülm esinden yanayım ve M achi avelli özgürlüğü korum ak konusunda çok önemli gö rüşler ortaya koym uştur. —Sürecek— Çevirenler: A. TÎM UÇÎN - M. SERT
— 93
ŞAHIN Y EN lŞEH ÎRLlO Ğ LU ZAMAN, TA RİH VE BİZ Bu yazıya, gene b ir yazım ın bitim inden, anlam ını daha da billûrlaştırarak belli bir belirlilik kazandırdı ğım, bir alıntıyla başlamak istiyorum . Çünkü, insan varlığının kendi yapısında, kendine özgü sorular yö neltebilm esi nedeniyle, onu, belli b ir betim lem eden yararlan arak ve gene bu betim lem eden kalkarak, bir ölçüde, yanan ve biten, yani son bulan özgün bir nes neye benzetm iştim : «Durup dururken sönen, am a sönmesi hiç beklenm eyen bir m um un sönmesi gibi in sanın öyküsü. Bu öykü, onun ne olduğunu simgeleyen, her bir noktasını ölümsüzmüş gibi ortaya seren bir serüven. Niçin serüven diyorum acaba?... Yerine baş ka bir sözcük bulam az mıyım, bulup da yerleştirem ez iniyim?... H erşey olup bitm iş bir kez. Oysa yine de süre geliyor aynı şey. N edir bu şey?.. İnsan varlığının baş ka bir varlık içinde kaybolması. Sonra; hiçbir şey. İçinde yaşadığımız bu m ekân ve bu zaman, bizim için ayrı ayrı anlam lar taşısa da, belirtse de, onlar gerçek te Ben’im veya Başkası’nın (bir ötekinin) zam anım göstermek veya simgelemek istemiyor. Kısacası on lar, geçmiş denilen süreçten gelip, gelecek denilen sürece doğru gidiyor, yani belli bir yol alıyorlar. Yal nız kesinlikle şu özelliği vurgulam ak gerekir: her b i rim iz bu süreçlerin içinde zaman oluyoruz ister iste mez. Olm am ak elde de değil zaten. İşte zaman deni len evrensel öğenin de gerçek anlam ı bu. A yrıca b u — 94 —
anlam ı da biz ona kazandırıyoruz. Başka tü rlü söy lersek, onu biz belirliyoruz, onu biz sınırlıyoruz veya onu biz simgeliyoruz. Bu nedenle de, Biz, Z am an di ye adlandırdığım ız evrensel öğeyle bir kesişme n o k ta sında bulunuyoruz. Oldularımız da, bittilerim iz de, işte bu zaman ve m ekân içinde gerçekleşiyor. Yani gerçek yapısına b ü rünüyor ve gerçek anlam ını içe riyor.» (’) İşte bu nedenle belki de, zam anın varolması, biz- . ler için başlıbaşm a b ir sorun, hem de çok önemli b ir sorun: İnsan varlığının başka bir varlık içinde kaybol ması denmesinin de nedeni bu olsa gerek. Zam an için de söz konusu olan varlığımız, yine zaman içinde ade ta çürüyen b ir nesne gibi. Bu .betim lem e K afka’dan esnilenmiş gibi gözükecek; değil aslında. Yaln'zca, yıkımı ve yok edilmesi olanaksız olan; varlığını k a bullendiğimiz, bizim için, bilgi evrenim iz için b ir cerçeveleyici görevini üstlenen, başlangıç ve bitim nok taları olmayan ve olamayacak olan b ir şeyi an lata bilm ek için söylendi. Varlığımızı anlayabilmemiz, onu bilebilmemiz, bu bizi saran, içine alan Şey’in dısm da kalarak ola nak kazanabilir mi?.. V arsayım niteliğindeki bu Ö-’ nemli belirlem enin gerçeğe uym adığını hepim iz bile bilmekteyiz. Oysa, belirli anlarım ızda, o şey’den ka çıp kurtulm ak, onu algılam amak, sezmemek veya d u r durm ak ussal işlerliğimizin bulup çıkardığı ilk seçe neklerdir. F a k a t hiç biri yeterli olamaz sorunum uzu çözümlemeye: Z am an’ı silmek, yokluğunu kabullen mek. Çünkü herşey kaçınılm az ölçülere varıncaya dek ona bağlanmış; varlığım ızla ilgili h e r şey. Zam an ’m dev b ir aynadaki görüntüsü, geçmişten gele^ ceğe dek uzantısı, aslında şey’in görüntüsü, —hem de gerçek görüntüsü—?.. V arlığın, T arih ’in, kısacası . — ■95 —
tüm insanlığın değil mi?.. Bu kesin belirlem enin k ar şıtını savunm am ızda olanâk dışı bizler, düşünen var lıklar için. Savunsak bile, zam an denilen o şey bizi tüm üyle kapsam ıyor mu, sarm ıyor mu, belirlem iyor mu?.. Sınırlam ıyor m u? işte en büyük sorun da bu değil mi?.. isteklerim iz, duygularımız, düşüncelerimiz, yani yapımızı oluşturan devinim lerim iz hep sınırlı ve son bulan özverilerimizdir; zaman içinde ve zaman ta ra fından. Çünkü zaman denilen olgu-birim aynı anda süreklilik ve kesiklilik niteliklerini içerdiği için evren sel b ir tanım lam adan geçer: O öncelikle, kendi ussal işlevimizin b ir belirlenm esi ve bir belirlemesidir. B unun en güzel örneğini ve tanım lam asını K a n t’m K ritik (eleştirisel) felsefesinde buluyoruz (2). Yani zaman, bizim varlığım ızdan bağımsız olarak oluşmuş öncel bir varlıktır bize oranla. A m a bu olgunun yanı sıra, o, ussal varlığım ızın irdelem esinden geçerek, bi zim için, evrensel nitelikleri işlerlik kazanan b ir gös terge olur. İşte bundan ötürü —yani bu evrensel öğe den ötürü— zamanı yok etmek, durdurm ak veya yad sım ak bizim için —insanoğlu için— kendi kendimize belirleyeceğimiz bir işlev olm aktan çıkar. Öyleyse biz, zaman’a göre varız ve zam an’a göre olacağız. Açıkçası biz istesekte, istem esekte zaman denilen bu evrensel Öğeyle uyum halindeyiz ve uyum halinde ol m aya zorunluyuz. Bu çözümlememizi başka tü rlü d i le getirm ek istersek şunu söylemek gerekir: V arlık olarak Ben’im zam an’dan, zam an’ın da ben’den ayrı •.düşünülmesi gerçek dışı b ir tasarım olabilir ancak. B u iki evrensel varlık, böylece, birbirinden ayrı, fa k a t birbiriyle sonsuza dek sürüp giden bir diyalektik bağlantı içinde, iki ayrı evrensel öğeyi oluştururlar. Varolm ak ve evrensel yaşam, bu olguyu kanıtlam ak — 96 —
ta ve doğrulam aktadır. Çünkü yaratılan, gerçekleştiri len, düşünülen, arzulanan h e r öge zam an içinde olu şu r ve zam an içinde yok olur. Demek ki, gerçekleşme olgusu zam an içinde som ut b ir olasılık k azan m ak ta dır. B ütün bunlar, zam an denilen o şey’in vazgeçile m eyen bir gereklilik olduğunu kanıtlayan işaretler dir. Bu nedenle T arih de gerçekte, zam an’m kavram olarak nesnelleşm esinden başka bir şey değildir. K u ram ve uygulam a bu kısa tanım lam aya kesin, ta rtış masız b ir geçerlilik kazandırm ıştır. Yalnız burada söz konusu olan, zam anın k av ram olarak nesnelleş mesi ile birlikte, yine bu nesnelleşmeye bağım lı ola rak insan varlığının gerek birey olarak veya gerek se toplum olarak nesnelleşmesidir. İşte bu nesnelleş me zaman içinde ve onun sürekliliğinde T arih ’i oluş turm u y o r mu? Bu sorunun yanıtı kesin bir yargıya sahiptir: Tarih, hiç kuşkusuz, ilk önce insan varlığı nın, nedeniyle toplum larm , zam an’m kendine özgü boyutları içinde, belirli oluşum ları geçirmesi, belli ev rim lerde belli özelliklere göre kendilerini ve k ü ltü r evrenlerini tanım lam aları nedeniyle, ortaya çıkm ak ta ve evrensel bir anlam kazanm aktadır. «Bu nedenle h e r insan (her birey ve h e r toplum ) kendi içinde ya şadığı ve varolduğu çağının ve zam anının ü rü n ü dür.» (3) Demek ki, zam an’m oluşum u, us’un oluşum una koşut olarak evrensel b ir anlam kazanıyor. F a k a t bu us, kendi bilgilerimizin verisi olan, psişik etkenler aracılığıyla belirlenen, varlığı da bu etken ve bilgi bi rikim ine bağlı olan b ir us olmakla beraber, o doğru dan doğruya öznel olmayan, nesnelliği de m antıksal b ir evrensellik indirgem esinden türeyen (b ir varoluş tu r. Yani evrensel b ir düşüncenin evrensel b ir kay — 97 —
nağıdır. Bu nedenle de, zam anın varoluşu us’un v a r oluşuna dayanan b ir gereklilik ve zorunluluktur. Bu irdelemeye dayanarak, Zam an ve dolaylı ola rak T arih bir gereklilik ve zorunluluk kuralına göre oluşmuş ve varolm aktadırlar. Zaman, işte bu kesin kurala dayanarak, sonsuzluk kavram ı içinde, hem son suzluk kavram ını sonsuz boyutlara ulaştırm akta ve hem de onu hiç acımasızca sınırlam aktadır. Bu gö rü n tü , zam an'm sürekliliği içinde zam an’m kesikliği veya kesikliğin süreçte devam ından başka bir şey değildir. Kesiklikten ne anlaşıldığını kısa fakat öz olara k açıklamak, konuyu aydınlatm ak açısından ya rarlı olacaktır burada: Z am an’m kesikliği denildiğin de, birbirinden tüm üyle kopuk kısım lar, bölüm ler v e ya parçalar, —bu saydıklarım ızı Z am an’m kendine özgü niteliğine göre adlandırm ak gerektiğinde— ya ni an’lar demek istenmiyor. B unun tam tersine, belli b ir sürecin sürekliliğinde, birbirinden ayrı, fak at b ir birinin ana-kaynağı ve sonu olan ve böylece birbiriyle özel ve dinam ik bağlantılar yoluyla ilişkide b u lunan sınırlı süreçlerden söz ediliyor. Çünkü, Zam an ’m kendisi, varlık olarak başlangıcı ve sonu belli olmayan, somut b ir varlık olarak belirlenmesi işle m inde de duyu organlarının yeterli olmadığı b ir şey dir. Oysa, bunun yanı sıra, ussal işlevin bize b ir ge reksinim olarak kazandırdığı ve aynı zam anda psiko lojik olarak algılanm akta olan b ir varlıktır. Başka tü rlü b ir belirlem eye göre de; «Biz» —İn sanoğlu— zaman’m varoluşunu, kendimize özgü ge reksinm elerim iz nedeniyle, zorunlu kılmışız. Bu ge reksinm e, insan us’unun doğrudan doğruya yarattığı, geliştirdiği ve adına Uygarlık dediği olgunun düzen lenm esinden doğan b ir öğedir. H erbirim izin yaptığı tasım lam a (Program ) ve tasarılar (Proje), yaşam ın — 98 —
kendisi ile birlikte zam an’m ve onun içinde de bizim somutla,şmamızdır. Yani, oldularım ızı ve bittilerim izi bir düzenlem eden geçirip, elde ettiğim iz h e r tü r ta sarım, zam an’m insan yaşam ındaki gizli ve dolaylı b ir başka görünüm üdür. Bu belirleme ve tanım lam aya karşın, biz zam an’m kosmolojik olarak nerede başlayıp, nerede bittiğini bilemesek bile, bize göre, yani insan us’unun işlevine göre, zaman, bu us’un kendi varlığının bilicine v a rm a sıyla birlikte başlayan ve yine bu us’un kendi varlığı nı yok etmesine dek sürüp giden bir öğedir. İşte, T a rih denilen süreç de, bu bilinçlenme olgusuna koşut olarak bugünlere dek ulaşm aktadır. Şu halde Zam an ve Tarih, bir noktada, birbirlerinin oluşum unu belir leyen evrensel etkenlerdir. Zam an, içi boş b ir varlık ise, Tarih de bunu dolduran b ir nesnedir. Kısacası, Zattıan’ın kendine özgü varoluşu, sonunda Tarih de diğimiz bu evrensel nesnenin aracılığı ile kendi öz varlığına dönüşür. Şöyle ki, insan u s’u, nasıl, biçimi m adde ve m ad deyi de biçim olm adan düşünemez ise, Zam an ve Tarih ’i de birbirlerinden tam am en ayrılm ış iki öge ola rak düşünemez. Çünkü, biz biliyoruz ki, biçim ve m ad de —iki farklı öge olarak— belli b ir zorunlu bileşim sonucu, tek bir öğeyi oluşturm aktadır (4). İşte, onlar gibi, Zam an ve T arih de, kendi yapılarında, kendi v a r oluş özelliklerinden ötürü, —biraz önce sözü edilen bileşime benzer bir bileşimden geçerek— tek bir ev rensel ve nesnel öge ortaya koyar. B unun nedeni de, onların, birbirlerinden ayrılam az iki evrensel Öge o,» larak belirlenm eleridir. Ayrıca, böyle b ir zorunlu bir leşim, Zam an ve T arih arasında varolan gerçek-zoru n lu tek evrensel bağlantıdır da. Demek ki, kesin bir ayrıntıyla Zam an ve T arih’i — 99 —
birbirinden koparm ak veya ayrı ayrı, kopuk iki nes ne gibi düşünm ek olanaksızdır. Düşünm eye kalkış m ak —başka b ir deyişle Zam an’ı T arih ’siz, T arih’i de Z am an’sız belirlem ek istemek— ussal işlevi yadsım ak olur. Bu da, insanoğlunun yaşam ı için saçma bir du r u m yaratır. Zam an ve T a ıih ’in, yukarıda belirtilen bu tü r bir bileşim den geçtiğini, T arih Felsefesi açıkça k a nıtla m aktadır. Hegel, «Her us zorunlu olarak kendi zam a nına bağlıdır» dediğinde, h er us’un kendi içinde ya şadığı zamanda oluştuğunu söylemek istemektedir, îşte bu nedenle, «Geist» (Bilinç, Us ve R uh bileşimi) Zam an ve T arih içinde varolm aya ve oluşmaya zorun ludur. Çünkü, hiç kuşkusuz, bu iki evrensel nesne nin varlığı «Geist»m varlığının kesin ve evrensel b i r e r kanıtlarıdır. Ayrıca, bunlar, aynı düşünüre göre, us’un kendi kendine oynadığı ve sonuçlandırdığı bir oyundan başka birşey değildir (5). Böylece, insanlık Tarihi’nin, Z am an’m varoluş çizgisinin ta kendisi olduğunu söyleyebiliriz. Yani în&cjnlık Tarihi, bu çizginin hem kaynağı, hem de so nuçlanm asıdır. O nun ortaya çıkması ve oluşması, in san varlığının çeşitli aşam alardan ve evrensel b ir d ü zeyde oluşan b ir bilinçlenm eden geçmesine bağlıdır, îşte bu bilinçlenme, T arih içinde kendine özgü bir kuralı doğurur. Çünkü, bireyin birey ile, öznenin nes ne ile, bireyin toplum ile ve en son olarak da, toplumlarm kendilerinin dışındaki toplum lar ile olan ilişki leri, sürekli olarak, bu kuralın varlığını kanıtlar ve geçerliliğini sağlar. Başka tü rlü söylersek; yukarıda belirtilen doğal ilişkiler sonsuza dek, bu çeşitli aşa m alardan ve evrensel düzeydeki bilinçlenm eden geç m ektedir. Dem ek ki, insan us’u kesinlikle, kendinin Zam an —
100
—
ve Tarih içinde geçirdiği evrensel aşam alarının bir evrensel ü rünüdür. İşte O’nun bir evrensel ürün olu şu, başka bir bilinç dünyasının ortaya çıkmasını ve bunun da, sırası geldiğinde, yeni bilinç evrenlerini doğurm asını sağlar. Zam an ve Tarih içindeki yeni insanoğlunun (Bilinç’in) başlangıcı, «...sayısız k ü ltü rel biçimin geniş çapta yıkılm asıyla elde edilmiş bir ü rü n d ü r - sayısız çabanın, sayısız gerilim in dolam baçlı yolunu yürüdükten sonra elde edilen bir arm a ğandır» (6). Çünkü, biz İnsanoğlunun kesinlikle a n lam asının gerektiği ve çözümlemesine başlam asının bir zorunluluk olduğu b ir GERÇEK v ard ır ortada: İçinde bulunduğum uz Zam an ve Tarih, yeni b ir döne me geçişin Zam an ve T arih ’idir. O rada Biz yeniden doğuyor ve yeniden oluşuyoruz. B ir dönüşüm ve b ir bilinçlenme çabası içindeyiz kısacası. Bugüne dek ge çerli olan düşünceler evreninin yerini yeni düşün celer evreni alıyor ve varlığım ızı Zam an ve T arih içinde yeniden acımasızca kesin ve tartışm asız bir biçimde belirliyor. Zaman, Tarih, İnsanoğlu üçlüsü durm aksızın, dinlenm eksizin ve en önemlisi yılm aksızm, sonsuza doğru ilerleyen kendinin yarattığı d e vinim içinde, kendini ve içinde varolduğu toplum u ya ratıyor. İşte bu YARATMA GÜCÜ, bireyin ve top lum un tek ve evrensel nesnel varolabilm e dayanağı ve savaşımıdır. İşte bu yaratm a gücünün sonucu, ÇA ĞIMIZIN YENİDEN BÎR DOĞUŞ ÇAĞI OLDUĞU DUR. B unun tersini düşünm ek, doğru olan gerçeği yansıtm ayacağı gibi, evrensel gerçeğe aykırı düşer ve evrensel gerçeği yadsım aktır. Tarih içindeki devirlerin gösterilmesi, olayların evrim ine bakılarak, Z am an’m, bu evrim leri belirte bilecek biçimde, bölünmesiyle b ir anlam kazanır. Bu anlam kazanm a olgusu, insan varlığının anlam k a — 101 —
zanm a olgusundan başka bir şey değildir. Biz bunla ra (...ilk çağ, ...m odern çağ, ...) gibi adlar verirken, ilk insandan veya m odern insandan söz etm ek istiyo ruz aslında. Oysa, bu bölünme, Z am an’m b ir bölün mesi olmakla birlikte, yine de Z am an’m sürekliliğini ve bu nedenle de, insan varlığının oluşum unun, bir süreklilik sonucu ve ürü n ü olduğunu gösterir. Ancak bu Zam an dilimleri, bireylerin ve toplum larm yaşam larında ortaya çıkan, büyük ve önemli evrim lerin unutulm am asını sağlarken, İnsanoğlunun ekinsel yapı sının oluşmasında da en evrensel etken olma gücüne sahiptir. Sonuç olarak; Zaman, dolaylı olarak Tarih, b ire yin ve toplum un belirlenmesinde, evrensel ve nesnel m ekân’ı oluşturur. Bu m ekân’m varlığı da, birey ve toplum un yaşam ında başlıbaşm a egemen olan b ir bo y u tu doğurur, işte bu boyut, VAROLMA SÜRECİN DEN başka bir şey değildir. Emek ve ekin de, bu v a r olma sürecinin içinde yer alan iki evrensel ve nesnel öğedir. Çünkü onlar, Zam an içinde tutsak kılınan b i rey ve toplum un belirleyici ürünüdür. Bu da şunu gösterir açıkça: Demek ki, varolm a olgusu, Zam an dı şında ve T arih yaratm aksızın, gerçekleşebilecek ve gerçekleştirilecek bir dinam ik işlev değildir insanoğlu için. Yani oldularım ızın - bittilerim izin tüm döküm ü, Zam an'ın ve onun içinde varolan ve oluşan tarihsel yapım ızın evrensel b ir somutlaşmasıdır. B ütün bunlara göre: I) Sonsuzluk kavram ı Z am an’m varolm asının ^esin ve evrensel bir kanıtıdır. II) Zaman, T arih denilen kavram ve olaylar di zisinden geçerek, evrensel b ir som utluk kazanır. III) Tarih, Zam an ile birlikte Zam an içinde olu şur. — 102 —
IV) Birey ve Toplum, tarihsel birer varlık olduk ların a göre, diyalektik olarak, birer zamansal v arlık tır la r da. V) Birey ve Toplum ’un en evrensel ve nesnel göstergesi T arih ’in m ekânını oluşturan Zam an’dır. VI) Z am an’m tarihsel ve kosmolojik bir yapı olarak belirlenmesi, onun, sonsuza dek sürüp giden sürekliliğini ve bu süreklilik içinde kesikliliğini gös terir. VII) İnsan varlık olarak, yalnız tarihsel ve m ad desel bir yapı değil, aynı zam anda, zamansal bir y a pıdır. B unun en güzel kanıtını, Bilinç’in T arih içinde geçirdiği evrim lerin diyalektiğinde buluyoruz. VIII) Bilinç’in evrim lerini oluşturan ve Bilinç’i biçim lendiren evrensel öğeler de emek ve ekin d ü n yasıdır. İşte Zam an, dolaylı olarak da Tarih, b u n la rın evrensel ve nesnel göstergesi olarak ortaya çı kar.
(')
«Heidegger Öldü» adlı yazım. V arlık D ergisi, Ekim 1976, Sayı - 829.
(2)
K ant, L a C ritique de la Raison pure (Saf A klın Eleştirisi). Beşinci Baskı: P .U .F . Paris. 1966, s - 61.
(3)
Hegel; L a Raison dans l’H istoire. (T arih İçinde Us). Y ayım , 10/18. Paris. 1971.
(-*) A ristote, La M étaphysique (M etafizik). J. V rin. Paris, 1966. s. 70— 80. (5)
Hegel, L a Phenom enologie de T E sprit. (Ruh, U s ve Bilinç Bileşiminin O lay - Bilimi). A ubier/M ontaigne. Paris. 1967. Cilt. II, s. 180
(¿1 Hegel, Felsefe dergisi. Sayı. I. s. 61. A yrıca b a t: H eidegger M ., L ’etre et le temps. (V arlık ve Z am an) G allim ard.
— 103 —
Paris, 1964. H . M arcuse, L ’O ntologie d e H egel et L a T heorìe de L ’Historicite. (Hegel O ntolojisi ve Tarihsellik Teorisi). Ed. M inuit. Paris* 1972.
F üsun T ayanç / T u nç Taıyanç D ünyada ve T ürkiye’de T arih Boyunca K A D IN 30 L ira T oplum Yayınevi: Z afer Ç arşısı 18 Y enişehir / A N K A R A
— 104 —
A FŞAR TİMUÇİN SANAT EĞİTİM İNDE KÜLTÜRÜN ROLÜ (*) Bir sanat yapıtında anlamı anlatım dan, dışlaş tırm a yöntem lerini dışlaştırılan duygu ve düşünceden, savı simgeden, görüşü imge düzeninden, değeri söz yapısından, kısacası belirleneni belirleyenden kolay kolay ayıramayız. Bir sanat yapıtında dış’la iç’in, biçim'le içerik’in nerede başlayıp nerede bittiğini sap tayacak yöntem ve araçlara sahip değiliz. Dış’la iç’in birbirine kavuştuğu bir orta y&r’in varlığını kim gös terebilir? Bir sanat yapıtını oluşturan dış yapıyla iç yapının birbirinden ayrı şeyler olm aktan çok, b ir g er çekliğin iki ayrı yüzü, iki ayrı görünüm ü olduğunu seziyoruz. M antığı ve dili biraz zorlayarak şöyle di yebiliriz: birinden biri ortadan kalkınca öbürü de or tadan kalkan bu iki şey, birbirine aynı şey kadar yakm iki şeydir. Ne olursa olsun, dış yapıyla iç yapı ayrı şeylerdir, elbette ya da en azından zihnimiz on ları ayrı ayrı şeyler olarak belirlediği için ayrı şey lerdir. Şu gerçekle sık sık yüz yüze geliriz: biçim yö nünden güçsüz, içerik yönünden dolgun b ir yapıt, d ü şünülm em iş b ir duygusallık, yatağını aşmış b ir duy gusallık olarak yansırken, biçim yönünden güçlü, içerik yönünden cılız bir yap ıt duygusallığını düşün selliğine adamış eksiksiz ama cansız b ir varlık olarak görünm ektedir. Bu da, iki ayrı öğenin elle tu tu lu r biçimde olmasa da, sezilir b ir biçimde ayrı ayrı v a r olduğunu, ama b ir b ü tün oluştururcasm a varoldu ğunu gösteriyor. Gerçekte bu ikilem hep aşm ak is — 105 —
tediğimiz am a kolay kolay aşamadığımız, belki de hiç aşam ayacağımız b ir ikilemdir. Estetik yargıya ulaşm a çabası, bu yüzden, her zam an b ir anlam bilim araştırm ası gibi görünm ekte dir. B elirtilerin arkasında, daha doğrusu belirleyenin arkasında açık ya da örtülü (çok zaman örtülü) du r a n anlam a ulaşabilmek gerekiyor. Estetik yargıya varm ak isteyen kişinin ilk ve en önemli işi birçok davranış arasından (her yapıt bir davranışlar b ü tü nü ortaya koyar) tem el anlamı derlemeye çalışmak olmalıdır. Demek ki, estetikte birçok sorun, belirle yen - belirlenen açısından ele alınacaktır. B ir yapıt ta belirleyenin özelliklerini, belirlenenin özellikleri ni, bir de bu iki şeyin birbiri karşısındaki durum u nu saptadığım ız zam an elbette b ir sanat kuram ı ge liştirmiş olmayız ama, o yapıtın yapısal özelliğini or taya koymuş oluruz. Bu çaba bize b ir sa n at kuram ı geliştirmekte ayrıca yardım cı olabilir. Bir yapıtta ya pıların belirleyen - belirlenen düzeyinde kendileri »larak ayrıştırılm ası elbette bir tarihsel - toplumsal ayrıştırm ayla birlikte olmalıdır. Bir yapıt, b ir öğreti, bir sav, bir görüş tek başm a çok bir şey anlatmaz, onu kendinde birşey olarak ele alırken toplum sal tarihsel b ir ürün olarak da değerlendirm ek zorunda yız. İnsan nasıl büyükevren diye belirlediğimiz o şey ler ve insan etkinlikleri dünyasının, durm adan evrim lenen o canlı bütünlüğün karşısında bir küçüke v re n ’se, yapıt da değerlerden ve tekniklerden olu şan bir büyükuygarlık’m içinde, o büyükuygarlığa bütünselliğini kazandırm akta kendi çapında katkıda bulunan b ir küçükuygarlık’tır. Uygarlık dediğimiz etkinlikler bütünü, k ü ltü r dediğimiz değerler dünya sıyla teknik dediğimiz usul, yöntem, araç ve gereç — 106 —
ler dünyasının ayrılm az bir biçimde kaynaşm asıyla oluşm uştur. B unun gibi, h er sanat yapıtı, büyükuygarlığın bir parçası olan am a ortaya koyduğu değer le r ve teknikler bütünlüğü .içinde başlıbaşına b ir u y garlık görünüm ü kazanm ış olan b ir küçükuygarlıktır. B ir sanat yapıtının zorunlu olarak belli bir u y garlığa katılan değerleri ne ölçüde doğru, gerçek ve canlıysa, b ir de onun bu değerleri som ut dünyaya ak tara n teknikleri ne ölçüde belirleyici, açıklayıcı, dışlaştırıcıysa, bu sanat yapıtı o ölçüde başarılı ve dola yısıyla etkin olacaktır. Sanat yapıtıyla ilgili olarak yapm aya çalıştığı mız bu geniş tanıtlam a doğruysa, sanatçının hem kü l tür düzeyinde yetkili bir kişi hem de yetkin bir te k nik adam olması gerekiyor. Evet, sanatçı hem bir bil gi adamı, b ir çeşit bilim adamı, isterseniz bir bilge kişi, daha genel b ir deyişle b ir k ü ltü r adamı, yani in san değerlerini genel düzeyde kavram ış, insan düşün cesini evrim i içinde ve önemli aşama noktalarını özellikle görerek kavram ış b ir düşünür olmak zorun dadır (burada bir parantez açarak şunu söyleyelim: insan düşüncesinin tarihi bize insan değerlerinin oluşum larım ve dönüşüm lerini gösteriyor), hem de b ir elektrikçi gibi, b ir nalbant gibi, b ir terzi, b ir aşçı gi bi teknik adam olmak, zanaatçı olmak zorundadır. M antığı ve dili b ir kere daha zorlayarak şöyle de m ekte y arar var: sanatçı yalnızca sanatçı değil, aynı zam anda zanaatçıdır. Ancak, sanatın teknik yanını birinci planda önem seyerek onu kesin b ir zanaat d u rum una indirgem ek yanlışına da düşmem eliyiz. Unutm ayalım , balçığı, boyayı, sözcükleri hem düşün cemizle hem usta ellerimizle yoğurabildiğimiz za m an heykelciyiz, ressamız, şairiz. Düşünceden, d aha özel anlam da da sanat k u ram — 107 —
larından elimizi ayağımızı çektiğimiz zam an sanatı mız kaçınılm az olarak güdük kalacaktır. H e r gerçek sanat yapıtı belli b ir sanat kuram ının zorunlu kıldığı bir sonuç olm aktan çok, belli b ir sanat kuram ına, dah^ genel anlam da da değişik sanat kuram larının k a r şılaştırılm asıyla elde edilmiş b ir sanat görüşüne d a yanılarak gerçekleştirilmiş bir sonuçtur. Tasarlanm ış yapıtla gerçekleşmiş yap ıt arasındaki uzaklığın, sa n a t kuram ıyla sanat uygulam ası arasındaki uzaklığın ne olduğunu biliyoruz, ama bu bizi bir sanat kuram ı gereksinmesinden, b ir sanat k ü ltü rü zorunluluğundan uzaklaştırmıyor, tersine bu gereksinmeye, bu zorun luluğa yaklaştırıyor. Tasarlananla gerçekleştirilen arasm daki uzaklık, tasarlananın yani çıkış noktasının önemini hiçbir zam an azaltmaz. Y aratm anın iç diya lektiği bizi birçok olurdan ve birçok olmazdan geçi rerek, yani oldukça uzun bir yoldan y ürüterek yapı ta ulaştırır. Yapılar, doğrularla yanlışların çarpışm a sından oluşan gerçekliklerin somut biçim leridirler. Nereden yola çıktığımızı, nereye varm ak istediğimizi iyi bilmiyorsak, yaratm a serüvenimiz rasgele bir se rüven olacaktır. Sanatçı, katıldığı büyükuygarlığa küçükuygarlıklar katabilm ek için, o uçsuz bucaksız biiyükevrende bir küçükevren olarak, yaratm a gücü sınırlı ama katd m a gücü büyük b ir küçükevren olarak, sürekli bir düşünsel ve teknik ilerlem e içinde olmak zorundadır. İnsana b ir şeyler katm ak, insandan çok şeyler alm ak la olabilir ancak. Sanatçı, bir fikri, b ir tem ayı, b ir ko n uyu görüşlerle, duyuşlarla, sezişlerle bir sanat yapıtı durum una getirebilm ek için kendini insanlığın bir parçası duyacak kadar insanlık değerleriyle içli dışlı olmuş ve bu arada kendi sanatının olanakları içinde en yalın, en özgün, en kısa anlatım yollarına ulaş — 108 —
m ış olmalıdır. Dem ek ki, sanatçı için k ü ltü r m ü tek nik mi, bilgi m i yatkınlık m ı, bilgelik mi ustalık mı önemlidir sorusu m eraklı m ünazaracılardan başka kim senin ilgilenmeyeceği b ir sorudur. B ir sanat yapıtında «değerler»le «teknik»in kendi içlerinde ve birbirleri karşısında dengesiz ve t u ta r sız oluşu yapıtın insan için olma işlevini bozduğu gi bi değerini de azaltır. «Teknik» ve «değer» yanları kendi içlerinde ve birbirleri karşısında dengelenm e miş ve tutarlı kılınmam ış b ir yapıt insanı yanlışa dü şürür, en azından beğenileri tedirgin eder ya da ze deler. Yanlış şeyleri güzel anlatan bir yapıt da, y an lış şeyleri çirkin anlatan bir yapıt da, doğru şeyleri çirkin anlatan b ir yapıt da sonunda aynı kapıya çı kar. B ir yapıt doğruları güzel anlattığı zam an yap ıt tır. Sanatla ve sanatçıyla ilgili olarak yaptığım ız b u tan ıtlam alar bize şunu duyuruyor: bilgi sanatçı için bir lüks değil yalnızca b ir zorunluluktur. Sanatçının bilgisi ancak bütünsel b ir bilgi, kavrayıcı bir bilgi olduğu zaman yaratıcı b ir etkinlik kazanır. Demek ki, sanatçı, yaptığı tem rinlerle, yaratıcı ya da yorum layı cı sanatının basit tekniğini almış biri olmakla, şiir ya za yaza m ısra düşürm eyi, hikâye yaza yaza b ir konu yu derli toplu ve azçok anlaşılır b ir biçimde verm eyi, ayağının ucunda döne döne herhangi b ir kurguyu sahneye getirm eyi bilen adam olmakla, salt teknik adam olmakla sınırlanam az. Sanatçı dediğimiz zam an aklımıza h er şeyden önce insanın toplum sal-tarihsel değerlerini tü m gelişim ve dönüşüm leriyle bilen kişi gelmelidir. Yaratıcı yarattığı, yorum layıcı yorum ladı ğı şeyin teknik düzeyine olduğu kadar kü ltü rel d ü zeyine de ulaşmış olmak zorundadır. Bir şair öm e.gin yalnızlık denen öznel olguyu zam an zaman şu ya — 109 —
da bu biçimlerde yaşamış olmak deneyim inden gide rek yalnızlığın şiirini yazmaya-kalktığı zaman yalnız lık kavram ının genel insan için hangi alanlarda ne anlam lara geldiğini bilm iyorsa yazdığı şey eksikli ola caktır. Bu yüzden, onun genel olarak felsefe bilmesi,, toplum bilim bilmesi, tarih, iktisat bilmesi, yani insan bilim lerinin genel bilgisine varm a yolunda belli bir çaba içinde olması gerekm ektedir. Elbette, dikkatle saydığımız zaman altbölüm leriyle birlikte büyük bir toplama ulaşacak olan bu dalların herbirinde ya da birkaçında uzm an olmasını isteyemeyiz ondan, ama onun bu dallardan herbirinin genel bir toplamı olan genel-bütünsel b ir insan bilgisine ulaşmış olmasını bekleriz. K ü ltü r alanları derinleştikçe, bölündükçe ve evrenselleştikçe, yani dünya büyüdükçe (bugün h er köklü k ü ltü r dünya boyutlarındadır) sanatta, k ü ltü r değerleri daha da önem kazanıyor. Şairseniz b ir yan dan şiirin sorunlarına yetişmeye, daha çok sayıda şiir örnekleri görmeye çalışıyorsunuz, b ir yandan da res min, müziğin, felsefenin, iktisadın gittikçe genişle yen ve derinleşen sorunlarını bilmek zorunda kalı yorsunuz. Bu da hem altından kalkam ayacağınız k a dar büyük b ir çaba istiyor sizden, hem de size bütün dünya bilgilerinin az çok eksikli bir Özetinden başka bir şey olmayan bir genel bütünsel bilgiye ulaşm a olanağı sözveriyor. Sanat madem ki her zaman ve her zamandan çok bugün önemli ölçüde bir kültür sorunu ortaya koy maktadır, öyleyse onu sokaktan, gelişigüzellikten, savrukluktan kurtararak, doğaçtan söyleyebilen, do ğaçtan çalabilen insanların düzeyinden kurtararak okul düzeyine götürmek, okul düzeyine götürüldüğü kadarıyla da teknik okul düzeyinden kurtararak kül — 110 —
tü r ve teknik okulları düzeyine ulaştırm ak gerek m ektedir. Bu da akademizme düşüp donuklaşm amış b ir akadem i öğretimiyle, canlı ve araştırıcı bir aka dem i öğretimiyle gerçekleştirilebilir ancak. G erçekten, sanat öğretimini zorlayan ya da zor layabilecek olan en büyük tehlike akademizm tehli kesidir- Akademizm, bilindiği gibi, donmuş ve yaşam dan kopmuş doğrularla, b ir de kolay söylenilen ve ça buk inandıran yalanlarla örülür. A kadem i öğretimi düzeyinde öyle büyük doğrulardan sözedebiliriz ki, bu doğrular hiç kimseyi ilgilendirm eyebilir. Zihin an cak yaşam la ilgili gereksinm eleri karşılayabildiği za m an yarayışlı zihindir, yoksa gerçeklikte yeri olma yan ya da önemli b ir yeri olmayan im gelerin ve fikir lerin yılmaz üreticisi olarak kendi karşılıksız büyük lüğüne gömülecektir. K avrayışlı zihin, h er şeyden ön ce, insan için şu anda gerekli olanı bulup çıkarm akla yüküm lüdür. K avrayışlı zihin ne geçmişin çürüm üş kalıntılarında eşinir, ne geleceğin başdöndürücü b ü yüklüğüne b ir falcı rahatlığıyla yerleşir. K avrayışlı zihin yaşam ın h e r tü rlü gereksinim ini saptayan ve ilgili bulunduğu alanda karşılam aya çalışan zihindir ki, sağlıklılığıyla ve üretkenliğiyle akadem izm e ters düşer. Zihnin kurum laşm ış sakatlanm ışlığı olarak akademizmin en büyük belirtisi, ezberlenmiş biçim ler üzerinde büyük tartışm alara girme eğilimidir. Akademizmin büyük ustaları çok zaman dinlerken h ay ra n olduğumuz am a bununla birlikte kendilerinden pek bir şey öğrenemediğimiz insanlardır. Akademizm, şizofrenik b ir yapı ortaya koyar: zihinsel bulanıklık ve dış dünyadan kopuş akademizmin de şizofrenik ya pının da başlıca belirtisidir. K ü ltü rü n sanat eğitim indeki rolünü ve önemini — 111 —
saptadık sanıyorum- Şimdi konuyu somuta götürm e m iz ve şu soruyu sormamız gerekiyor: sanatçıyı ger çek bir kü ltü r adamı olarak yetiştirebilm ek için ne yapmalıyız? Gerçekte, şimdiye kadar söylediklerimiz bu soru nun karşılığını örtülü bir biçimde içeriyor. Burada bize düşen bu karşılığı som utlaştırm ak ve formüllendirm ek olacaktır. Evet, sanatçıyı bir kültür adam ı olarak yetiştire bilm ek için şunları yapmalıyız: a) Sanat öğretimi yapan okullarda felsefe, es tetik ve bazı insan bilimleri alanlarında kavram açıklam alarına ve m etin ayrıştırm alarına yönelik araş tırm a çalışmaları yapılm alıdır. Bu konularda ders veren öğretm enler, düzenledikleri ders notlarını ya da okuttukları ders kitaplarını öğrencilere sınav te h didi altında belletm ek yerine, öğrencileri ilginç ve önemli m etinleri kavram aya yöneltmeli, onları söz konusu bilgi alanlarıyla ilgili bütünsel-tarihsel bilgi ye ulaştırm ak için sürekli açıklam alar yapm alıdır. Bu ayrıştırıcı dersler, ayrıca kuram sal-sistem atik ders lerle desteklenm elidir. b) Bu tü r b ir bilgi çalışması yalnızca ana dilini konuşabilen kişilerin kaldırabileceği b ir çalışma değil dir. Herşeyden önce, üstünde durulm ası gerekli olan m etinlerin genellikle çevrilm emiş ya da kötü çevril m iş oluşu, öğrenciyi büyük k ü ltü r dillerinden birini öğrenmeye zorlam aktadır. Bu yüzden, sanat öğretimi yapan okullarda öğrencilere yeni usullerle bir yaban cı dil öğretilmelidir. . c) Ezbercilikten uzak ve araştırm aya yatkın böyle bir çalışma için yalnız öğrencilerin değil, öğ retm enlerin de bazı iyi niteliklerle donanmış olmaları gerekm ektedir. B unu sağlayabilm ek için m eslek ders — 112 —
leri öğretm enlerinin ve k ü ltü r dersleri öğretmenleri nin bir süre uzm anlık ya da doktora çalışması yap tık ta n sonra, hem bilgi açısından, hem b ir yabancı dili iyi bilm ek açısından, hem eğitimcilik açısından derinleştikten sonra ders verm e hakkını kazanması gerekm ektedir.
Güzel Sanatlar Akadem isi’nce düzenlenen «2000 yılına do§m sanatlar» sem pozyum una sunulan bildirinin lam metnidir.
BERTOLT BRECHT H A LK IN EK M EĞ İ Çev.: A. KA DİR - A. BEZİRCİ 3. Baskı Y akında Çıkıyor
— 113
Sanat ve Edebiyat
VEDAT GÜNYOL TÜRKÇEYİ SAVUNMAK Bir ulusun dilini kim oluşturur, h alk tan ve h a l kın güçlü yazarlarından başka? B ir dil, en iyi en yerinde, tadı tuzu verile verile nerede konuşulur, nerde yazılır k ü ltü r m erkezlerinden başka? F ra n sızca en iyi P a ris’te, İngilizce en iyi L ondra’da konu şulur, Türkçe en iyi İstanbul’da konuşulur, bunda kim senin kuşkusu olmasın. A m a kim i romancılarımız,, örneğin Y aşar K em al tam tersini savu n m ak tad ır. Ona bakılırsa. İstanbul Türkçesiyle ne şiir yazılabilir, ne roman, ne de hikâye. Çukurovalı rom ancı, Nâzım H ikm et, O rhan Veli, Reşat N uri Gün tekin, Yakup K adri vb. içine alan b ir yadsımayla* Türkçeyi hakkıy la öğrenm ek için bizi köyüne çağırıyor. Bizi Yunus E m re’lere, P ir S ultan Abdal’lara, K aracaoğlan’lara, Köroğlu’lara çağırsa, neyse ne; ama, onların da, bel li bir k ü ltü r düzeyine ulaşmış, olduklarını, örneğin Y unus E m re’nin, k ü ltü r m erkezlerinde gelişmiş, ge liştirilm iş tasavvuf felsefesinden, kavram ları terim leriyle içine sindirdiği bir dünya görüşünden y ara rla n dığını, esinlendiğini bilir, am a bilm ezlikten gelir, Yar şar Kemal- Çünkü, özgün b ir sav diye or aya attığı, ama aslında hiç de özgün ve tu ta rlı olm ayan görüşü, böylesi şaşırtıcı, afallatıcı b ir yol tu tm asını g erek tirir de ondan.T ü rk dili, elbette ki, köy k e n t çevrelerinden alır kaynağını, ama, k ü ltü r m erkezlerinde yola yordam a konulup, yontulup incelik kazanarak m al olur ulusa, — 117 —
o da şairlerin, yazarların kalemiyle. İtalyanca’ya D ante’nin, Francızca’ya Rabelais’nin, M ontaigne’m, A lm anca’ya Goethe’nin kişilik kazandır dığı b ir gerçektir. Hoch Deutsch dedikleri im bikten geçmiş A lm ancanın en güzel Alm an köylerinde oluş tuğunu kim söyliyebilir? Diyeceksiniz ki, Osmanlıca, köyden koptuğu, kaynağından ayrıldığı için halka maledilemedi. Orası doğru. Osmanlıca, A rap F ars etkisinde, saray çevrelerin de oluşup gelişen, bugün anlam adığımız, anlıyamıyacağımız b ir dildir. Ama, Osmanlıca olan Divan yazı nı, yine de İstanbul Türkçesinin, h er şeye rağm en ya şamını korum uş olan Türkçesinin inceliklerini bir ya na atam am ıştır. Nabi’de, Nefi’de, o ağdalı dizeler yı ğını içinde, katıksız İstanbul Türkçesinin eşsiz örnek leri çıkıverir karşınıza. Rugün, F a k ir B aykurt, köy romancısı diye nitele nen F a k ir B aykurt, kişilerini konuştururken bağlı kal dı?! köylü diline karşın, rom anlarının genel dili ola rak, «haddeden geçmiş» İstanbul Türkçesini kullan m ıyor mu? Yaşar Kemal, hangi dille örüyor rom an larının dokusunu, T ürkçenin ustalarından etkilenerek özümsediği b ir gelişmiş dilden başka? Norm al dil’in yanı başında gelişen, adına areo de diğimiz b ir dili alalım ele. Bir mesleğe veya topluluğa bağlı insanlar arasında kullanılan özel sözler anlam ı na gelen argo, en yoğun biçimiyle, köylerden çok, kentlerde, belli b ir k ü ltü r ve uygarlık düzeyine ulaş m ış kentlerde oluşm aktadır. Deyim lere gelince, köy den kente geçildikçe daha bir gelişme gösterir. D ünya yuvarlağı üstünde, yapay sınırlarla ayrıl m ış bölgelerde üretilen diller, birbirlerini her zaman etkilemiş, b ir çeşit kaçakçılık yoluyla, b ir sınırdan öb ü r sınıra geçmiştir. Deyimlere, a ta sözlerine dek, bu — 118 —
böyledir. işte size b ir özdeyiş: «Barika-i hakikat müsademe-i efkârdan doğar» özdeyişi... Bu özdeyiş. Fransızcadan geçm iştir dilimize. Aslı şu «Au choc des idees jaillit la lumiere.» «Yuvarlanan taş yosun tutm az» deriz ya, bunun kaynağı yine b ir Fransızca özdeyiştir: «Pierre qui roule ıı’amasse pas mousse.» Elli altm ış yıl öncesinin özdeyişleri arasında y er alan bu sözler, nereden gelm iştir bize, köylerden mİ. yoksa, üstün sayılan b ir uygarlık çevrelerinden mi? Demek istediğim şu: B ir dilin gelişmesi kültür dünyasına, d ü nyalarına dayar sırtını, yoksa, kültürden uzak, kültüre açılamamış yörelerden değil. Yaşar Kem al yine de haklı, b ir ölçüde. T ürk Dil K u ru m u ’nun yayınladığı, T aram a Sözlüğü, bize. Ana dolu’nun çeşitli yörelerinden, aslı astarıyla, aslı fas lıyla, Türkçe sözcüklerini ak tarm ak tad ır. Bunlara da yan arak yeni sözcükler üretm e olanağı buluyoruz böylece Türkçe’yi zenginleştirm e olanağına kavuşu yoruz. Hele DÎN sözcüğünün, çorap örme anlam ına gel diğini bu T a ra m a Sözlüğü'nden öğrenince, çarpılmışa döndüğüm ü anım sıyorum . Dinin T ürk toplum umm başına ne çoraplar ördüğünü düşünür oldum. Din’m değil de, sözde din adam larının bugüne değin, çeşitli tarik atleri ve M SP .’si ile T ü rk toplum unun başına nice çoraplar ördüklerini ve örm ekte olduklarım dö şündüm acına hayıflana. Neyse geçelim bunları, dil konusuna dönelim yineTürkçem iz bugün büyük b ir bunalım içindedirGeriye bağlı, araba aceme gönül vermiş, hükümetçe de desteklenen gericiler, yobazlar elinde, sözüm ona üniversite profesörlerinin dilinde yozlaştırılm ak isten m ektedir. İİQ
Üçgene m üselles, d ö k e n e m ııştatil diyememenii} acısı içinde çırpınıp duran b ir sörü örümcek kafalı inşan, lise okul kitapları aracılığıyla, Türkçenin ve de Türk gerçeğinin kuyusunu kazm aya çalışıyorlar. Ama, Türkçe, öz varlığını korum akta diretiyor, diretecek de. Bugün Türkçe’nin en çok kullanıldığı alan çeviri alanıdır... 1960’tan buyana bir çeviri furyasıdır almış bürümüş ortalığı. M arx başta olmak üzere, M arx’tan buyana, Batı dünyasının, ileriye dönük, insancalığa Çevrik ne kadar ünlü, ünlü olduğu kadar değerli ya pıtı varsa, hemen çoğu Türkçemize aktarılmakta. D ünyaya açılış, hem de pupa yelken bir açılış için deyi^. Bu açılışın olmulu olmasını engelliyen iki ne denle karşı karşıyayız. Biri, çoğu çevirilerin aceleye getirilmesi, çevrilen dilin inceliklerini araştırm aya vakijt ayrıîam am ası, dolayısiyle de anlam çarpıklığına düşülmesidir. Öbürü de, Türkçenin aydınlığına sırt çevirip, yabancı dilin aydınlığında, ya da daha doğ rusu yarı aydınlığında, Türkçeyi k arartıp yozlaştır maktır. Bugün yayın dünyamızı, dalış çok, ileri dediği miz sol yapıtlar doldurduğuna, bunları çevirenler de, en azından sol eğilimli kimseler olduğuna, ya da ol ması gerektiğine göre, şöyle düşünebilir ve diyebiliriz İd, bu çevirilerde, her şeyden önce, Türkçenin aydın lığı, açıklığı, anlaşılırlığı ön plana ajmmalı. Oysa, bunun tam tersini görüyoruz. Son zam anların gözde Batı yazarlarından birini alalım, Wilhem Reich’ı örneğin. W ilhem Reich’ın saygın çevirm enlerinden birinin şu tüm celerine bakalım bir: «Burada, ahlâkçılığıyla, içkiyle, dinle ve daha başka «ekinsel mallarla» (!) «koşullandırılmak» üzere — 120 —
yerlilerin arasına ilkin gönüllü din adam larını gönde* ren anamalcı İktisadî (!) düzenin yayılm asını tiksinti ile görmekteyiz; sözü geçen «ekinsel mallar»ın k o ru n ması için coşkusal veba (!) en yetenekli, en nitelikli bilgilerine çağrıda bulunm aktadır.» Alm, size bir çeviri ki, Türkçesinin bozukluğu, tu tarsızlığı, karm aşıklığı yanında, anlam karm aşası, a n lam yokluğu insanı çıldırtabilir. «Coşkusal veba» ne ola ki? Evet, b ir veba v ar ortalarda, bunu kimse yadsıya maz- Bir veba coşkusu, affedersiniz bir coşku vebası m ıdır, insanş böyle çeviriler yaptıran? B unun üstünde düşünülm eye değer. Düşüneceğiz de,
KAVRAM YAYINLARI
S an at ve Edebiyat Dizisinin îlk K itabı NAZIM H İK M ET’İN ŞİİRİ A fşar Timuçin 30 Lira Yakında Y ayınlanıyor
— 121 —
ADALET AĞAOĞLl) AKŞAM ÜSTÜ Bir yudum içerse b ir zeytin alabilirim. B ir y u d um daha içerse çöreğotlu peynire uzanır, ben de uzanırım - Peyniri ağzımda tutarım . Ağzıma çöreğotu tadı gelir; konuşması dursun diye beklerim. A nlattık ların ı anlayam am aktan, onun gibi büyük olam am ak ta n korkarım- P eyniri yu'.amam. Y utarsam , dinleyem em ekten korkarım«... Çocuklar süt içsin diye verdim o evi b e n .H a rp v ardı. Evi verdim , b ir inek aldım. İneği ipinden t u tu p bağevine götürdüm doğruca. Onları bağevine gön derm ek istemedim istemesine^ Şuram kazına kazına, lıadi siz şimdi orda oturun, sonra bakalım ne olur, dedim . H arp derhal biter sandım. Bitmeyince, o za m an la r onları, ne yaparsın, dört kız, anneleri erken ölm üştü, iki halalarıyla altı kadm , bağevine taşıttım . H alaları hep, bizim saat kulesi dibindeki evimizin bü tü n balkon cam ları rengârenkti, h er bir parçası aleyim isem âydı, gün vurunca ardlarm dan odaların içi sil m e erguvan, rahm etli dedemiz İstanbul’dan süzme "boncuk saçaklı lam ba üstlükleri de getirmişti, baş kalarının evinde olmayan h er şey vardı evimizde, külhanlı kurnalı ham am larım ız, atlas perdelerimiz, se m averlerim iz, ne olduk, nasıl bağevlerine kapandık kaldık böyle ırgatlar gibi, diye diye ağlarlar, sitemler yağdırırlardı. Dört küçük kız odaların erguvan rengiyle, boncuk saçaklı lam ba üstlükleriyle mi serpilip büyüyeceklerdi, atlas perdelerle? S üt iyidir. Çocuk — '122 —
lara bol süt verm eli tam büyüm e çağlarında. Sen de bol süt içmelisin. içiyor m usun? K a tır besler senin baban, bilmez m iyim? Çocuklara süt içirmez oldu lar...» Bir y u d u m içse, yuvarlak dilinmiş h ıyarlardan b ir dilim a tar ağzına. Ben de b ir dilim alabilirim o zaman. H ıyar dilim in; kıyısından ısıra ısıra yiyebili rim. H ıyarı elimden kaydırıp düşürm eyeyim derken kendisini dinlem iyorum sanacak diye k o rk a rm . «İnek hastalanıp ölmeseydi bağevini, tabi bağıyla birlikte, bağ olmadan bağevi olur mu, olmaz çünkü, işte o bağevini neden değişeydim dört kasnak bula ma, iki tulum peynirine? Babası bilir bilmez konuşu yor. H arp içinde dört kızı olsaydı, iki de kızkardeşi olsaydı da başka kimsesi olmasaydı, bakalım onun katırlarına, atlarına, evlerine ne olurdu o zaman, gö rürdük. Nasıl korur k u rta rırd ı çoluklarım çocukları nı, görürdük. Ben ona, ama öyle ama böyle, sapasağ lam bir kız verdim ki bunu doğurdu işte. Gözlerini dikmesin üstüm e şimdi. Rakım a karışm asın. Udum a karışm asın. Rakımı içer, üstüne udum u çalarım...» — Hadi içsene büyükbaba. — Ooo! dedi büyükbabası. Ben uzanm adan meze lerim e uzanmak yok. Rakım dan b ir yudum içip me zeden alınca sen de alırsın- Usul böyle. Tepsisini h e r yanından ışık sızdıran ahşap evin tek sağlam kalmış odasında salt eski bir hanı gören pencerenin önündeki sedirin üstüne kurm uştu. Tep sinin nikelaiı dökülmüş, döğme kuşlar, dallar, işleme ler şurasından burasından yara bere almıştı- Son ev den, o bağevinden artakalan b ir tepsi miydi bu? tki kulpluym uş, ama kulpunun biri kopmuştu- İşlemele rin vara bere aldığı yerler kararm ış, paslanmıştı. Kuş lardan birinin kanadından eksilen telek, y e rin i'ik i — 123 —
santim lik bir çentiğe bırakm ıştı. Çentiği yu m u rta sa rısı doldurmuş, orada kurum uştu. — Büyüyünce sen, istemem tepsimi ovasın, çanak larım ı y kayasınB üyükbabam nasıl bildi? Gözümü yum urta sarı sından kurtarm alıyım . — Bak kaçırdın sırayı yins. Bak, bir yudum içtim, iki leblebi attım ağzıma. H ani-sen? Kendisi tepsinin kulpsuz başına oxurm uştu. To runu kulplu başında dizçöküyordu. Böylelikle boyunu yaşlı adamın boyuyla aynı düzeye getirdiğini sanıyor, dizine sedirin turunculu kilimi batıyordu. Güneş h a nın duvarlarını sıyırarak çekiliyor. — Beni dinle, ama sırayı da kaçırma, dedi büyük babası yeniden. Gözü pencerenin içinde duran sahana değer değ mez kaçırdı ordan. Suçüstü yakalandığım sandı. Ya nağını kaşıdı, — Gün batıyor, dedi çabucak. Sahanı oraya konana dek de görmemişti sanki. Şimdi de görmemiş oldu. A nnem gönderdi. Bir sahan pufböreği gönderdi. «Hadi git, dedenle ye. Dlisürme sakın. Dökme haa!» Sahan camın içinde duruyor. Büyükbabam kapağını bile kaldırm adı daha. Elimde pöriince de, bu nedir diye sormadı. Hiç sormazsa ya? Hiç kaldırmazsa k a pağını? K aldırm azsa babam a darılm ış demektir. An nem e kızmış dem ektir. Sevdi mi deden börekleri? H oşnut kaldı mı?. Sahanın kapağını bile kaldırm adı, nasıl diyeceğim? Sevdiğini, hoşnut kaldığını, daha bir Çok iyi şeyleri söyleyemezsem ne olacağız? Hanın ucund^ bekledim. Büyükbabam çarşıdan bu yana, akasyaların altından çıkıp gelsin diye bekledim. Elim dg sahan. Sonunda, kara paltosu om pzlarm da, ta or— 124 —
d a n inip gelirken görm üştüm . Koşup yanm a gider sem elli adım elimden tutar. B urda beklersem yirm i adım elimden tu ta r. Sahanla yanm a koşarsam börek leri dökerim. Börekleri yemeden görmüş olm asm dan korkarım . Sahanı m erdiven başına bırakıp gelirsem on adım elimden tutar. En iyisi bekledim. Yirmi adım elim den tu tark en şişenin sertliği koluma değdi. «Bu gün günü» dedi annem. «Böreği dedene götür.» H a nın duvarlarını k a tırla r tekm eliyor. A+ların kişnem e leri gün batım ında içimi sıkıyor. Başka zam an sıkm ’yor. Şimdi dedem açıp kapağını sahana bakmazsa, sevinerek «Bu nedir? Annen mi gönderdi? B a b a n ’mı akıl etmiş?» demezse ne olacağız? Leblebileri çiğne medim . Ağzımda tu ttu m . K üçük şişe tepsideki ince dalın üstünde duruyor. Dalı örtüyor. Dalın nerde b it tiğini görem iyorum . Nereye ulandığını bilem iyorum . Y um urta sarısının bitliği yerde de, beline k ırm ı zı boyayla çem ber atılm 'ş ç a y b a r d a ğ ı duruyordu. S u suz rakı, kırm ızı kuşağın bir santim altına inmişti. Testinin soğuk suyundan dökme cam bardağa doldur m uştu büyükbabası. Camın kalın kaba oymaları kireç bağlam ıştı. Su parlam ıyordu. Bulanık görünüyordu. — Geç kaldık. K alm asaydık patates göm erdim sa na, küle. M angalı y a k a rd ’k. Ali B aba’yla daha çar şının üst başında lafa tutulduk. Ali Baba, babanın akrabası, biliyor musun? Olmasın. Âli Baba babam ın akrabası olmasın. Ali Baba çok kirli. H anda, gübrelerin üstünde yatıyor. — B âbam m akrabası olsa gübrelerin üstünde y a t m az ki.. Leblebileri yutam ıyorum . Gözlerim yanıyor. B ü yükbabam neden Âli Babanın babam ın akrabası ol duğunu söylüyor. B ütün çocuklar ondan korkuyor. H an d a babam ın atları var. Y utkunuyorum . Leblebi — İ25 —
leri iyice çiğnediğim halde, boğazımdan gitmiyor. Şim di bir yudum almasın. Şimdi b ir yudum alırsa sıram ı kaçırabilirim. — Y atar. H erkesin ağzının kokusunu m u çeke cek? İyisi m i handa yatar, diyor büyükbabası. Rakısından içmiyor. Mezesinden almıyor. A ğır ağır sigarasını sarıyor. Torununu tepsinin öte ucun da u n utm uş görünüyor. Alnı kabarıp karışıyor. «Arada bir at hanında, arada bir m acuncunun or da, yolcu hanında yatıyor. Ali Baba d ünyayı bir pula satm ış adamdır. Ozandır. İyi kulak ver bana, ozan. Sahicisinden. Kim seye başeğmez, herşey e de başsallamaz o. Ben niye sallayayım baş? Günaşırı iki p ar m ak içiyorum. Başucum a dikiliyor, Ali Baba’ya dö neceksin baba, diyor kızım ın kocası. Ne uddan anhr yor, ne rakıdan. Salt katırdan anlıyor. İki günde bir, iki yudum rakım ı boğazıma dizmek için sanki, erken den b itirir tım arı, doğru çıkar gelirdi sofaya: Ali B aT b a ’ya döneceksin baba! Döneceğim, sana ne? Nesi v ar Ali Baba’nm . Ali Baba halis insan. Ne diye yüzüme vurm ak sanki bir ineğe değiştiğim evimi, dört kasnak bulam aya değiş tiğim bağımı?. Kızım sağlıklı mı, sağlam mı, sen ona bak. N u r topu gibi b ir kız işte sana doğurduğu, güzel, can bir çocuk. Kızım hiç hastalandı mı? A karı kokarı mı var? Kel mi, şaşı mı, topal mı kızım? Mis gibi. Daha ne istiyorsun sen? Sen hasta edeceksin lâkin k ı zımı böyle başım a ite kaka.. Değişmeseydim o koca evi, camları renkli evi elimden çıkarmasaydım , el üstünde mi tutacaktın o zaman beni? Değerli mi ola caktım gözünde? Rakım a, udum a karışm ayacak m iy din? Ali Baba’yj hanın gübrelerinde vatırm avacak m iydin işe yaram az sayıp? Kendin yaşam anın sırrını bilm iyorsun anladık, ne karışıyorsun peki herkesit). — 126 —
elindeki anahtarla nerenin kapısını açacağına? K im i göçe göçe konar, kim i kona kona göçer... İyi ettim de çıktım geldim şu viraneye, bu tek göz odaya. İyi e t tim etm esine de, iyi m i oldu şimdi kızım ın gizli ye m ek göndermesi bana, torunum la? Niye aşındırm ak, niye kanırtm ak çocuk yüreciklerini? H em bakalım iyi m i olacak şimdi, ben dokunm ayınca sahana? K ı zım ın gönlü kırılm ayacak mı? Şenden gizli yollanm ış b ir sahana, ne varsa içinde işte ona,, nasıl dokunurum ben şimdi? Ev benim değil miydi, bağ benim değil miydi? is te r yakarım , ister satarım . Sen mi b ü y ü ttü n dört kızı o h arp yıllarında? İki de kızkardeş, kocaları gitmiş.. İş bilm iyorsun baba, iş bilseydin.. Bilmiyorum! B u gün sizin iş dediklerinizin hiç birini bilm iyorum . Kızı sana verdim , çaresizlik. A rtık senin evde de o tu r m ayacağım kendim. B urada oturacağım . D aha da ü s telersen ben de bir Köroğlu’yum derim. Ud çalan, rakı içen b ir Köroğlu’yum . Ali Baba’yım, öyle olsun. Ö per başım a koyarım. Atsız bir Köroğlu’yum. Atım ız yok diye hiç b ir yere b ir nal m ıhlayam ayız, b ir çentik a ta m ayız sanma. İlerde bu çocuğun bir kocası olunca, o adam ne bilecek a rtık dün benim ne büyük evlerim , ne güzel bağlarım olduğunu? Bu bilmeyince, bunun kocası hiç bilmez. İşte böyle, anadan doğma başlan malı- Benim kızım ne diye cevap bulm aya zorlansın babasının iyi yediği, kötü yediği lokm alar üssüne? Ö da bulam ıyor ya, doğru b ir cevap bulam ıyor. O nun öyle ettiği hep çocuğu için, benim için baba, nâm erde m uhtaç kalm ıyalım diye.. Ev, bağ s a tıla ra k büyütülen çocukların da bir eksik y a n la n kalıyorm uş demek? K ızım ın da aklı eksik. Eninde sonunda nereye dayanı yor laf peki? Senin nâm erd olduğuna.. İyi canım, pek güzel işte! D ağların değilse, keridimin Köroğlu’yum ben de..» — 127 —
Kırmızı kuşaklı bardaktan büyük bir yudum aldı. Çocuğun bakışlarındaki çalkalanmayı anında seçti. Güneş, cançekişen ışınlarını hanın duvarlarından iyi ce sıyırıp götürdü. Çocuğun saçlarındaki sarı-pembe ışıltılar söndü. Pencerenin içindeki bakır sahanın ka pağında gölgeler arttı. Camın yanında, kocaman bir çiviye asılı duran ud iyice esmerliğe battı. Koca bir yudum içti, bir zeytin almadı. Bir dilim hıyar almadı. Sahanda ne var diye sormadı. Gözleri ni sahanın üstünden aşırıyor, doğrudan hana bakıyor. Sonra dönüp bana bakıyor. Kaçamak gülümsüyor. Kaçamak bakıyor. Büyükbabam neden hana uzun, ba na kısa bakıyor? Ama sormam. Sorarsam anlatır diye korkarım. Babamı kötülerse handaki çocuklara ne di yeceğim? Babamın atlarını taşladıklarında nasıl ön leyeceğim onları? Sevdiğim büyükbabam babamı sev mezse ben babamı nasıl seveceğim? Geçende olduğu gibi olursa yine, ne yapacağım? Gidecek miyim, bü yükbabamın yanında mı kalacağım? O zaman babam haber yollamıştı. Oturup durmasın rakının başında, Öyle, gelsin artık eve, demiş. Büyükbabam da arka almadı- Ne gitmemi söyledi, ne kalmamı. Gitmek is temedim. Gitmemek de istemedim. Dilindim, d ilil dim.. Ne yapmalıyım? Yoksa hanın gübrelerinde mi yatmalıyım? Ali Baba olmak islemiyorum. Büyükba bamın tepsisini seviyorum. Rakısını içerken yanında Oturmayı en çok seviyorum. Sel gününün babamı... O babam benim babam. — Suyunu içmedin. Hıyardan da almadın. Böyle arkadaşlık mı olur yani?. Yine atlamışım. Nasıl atlamışım? Bu akşam iki dir atlıyorum. Ya acele ediyorum, ya geç kalıyorum. Bardağıma uzanıverdim. Devirecektim.. A y unutmu şum , unutmuşum büyükbaba!. İşte güldü büyükba — İ28 —
bam. îşte beni seviyor!. Çiçekler serpildi h e r yandan. Ç ıngıraklar çalındı. Derelerde su la r çağlayıp aktı. Gelincikler esintide usul usul sallandı. Gülüyoruz. P a p a ty a la r topluyorum . A rasına m or çiçekler katıyo rum . Sarılar katıyorum . Hepsini tutuyorum . B üyük babam bağlıyor. Güzel b ir dem et oluyor. Annene gö türürsün.. Babana da topla bari hadi.. En birinci ar kadaşım B üyükbabam benim. Babam yine geri çağı rırsa hem en gitm eli miyim? En çok gülerken neden en çok ağlam ak istiyorum , bilem iyorum . B üyükba bam ın yüzü böyle akşam larda, ben gülünce çağıldar en fazla. U dunu alır, çalar sonunda, Bizim akşam ları mız bir ud sesidir en çok. Bir ud sesi nedir, diye so rulursa bana, büyükbabam la sedirin üstünde, b ir k a nadı kırık kuşu olan tepsisinin başında birlikte o tur duğum uz akşam üstleridir öğretm enim , derim. — Ud sesi b ir akşam üstü m ü d ü r büyükbaba? — Anlaşıldı. Ver bakalım. D üşürm eden v er ama.. Kırılm asın. Çocuk sedirin üstünde kalkıp dikiliyor. Kilim in damga damga ettiği dizlerini kaşıyarak udu asılı bu lunduğu çividen indirm eye çalışıyor. Sahana el sürül mediğini en çok şimdi seçiyor. Hiç görmedi. Hiç gör meyecek mi? B akm ak mi istemedi? Hiç bakm ayacak mı? On adım elinden tu ta rk e n sahan da elimdeydi. Kolum la karnım ın arasındaydı. B uraya koyarken b ü yükbabam yanım daydı. Hiç sormak istemeyecek mi? Söylemeliyim. Söylemeli miyim? — A nnem börek gönderm işti büyükbaba? Size.. Büyükbaba ansızın utangaçlaştı, ö n ü n e bakıyor. Suçlu duruyor. Aynı zam anda öfkeli. Suç usul usul öfkeyi yeniyor. «Bir çocuk b ir uda, salt uda uzanamıyorsa, bir çocuk udun sesini b ir şeylere benzetm eye çalışırken kapaklı b ir sahan bu güzelim soruyu orta— 129 —
sm dan bölüyorsa bir suç işlemiş olmalıyım. B ir suç işlenmiş olmalı. Udla onun araşm a girilmemeli. Buna izin verilmemeli. Sahanı pencereden m i atsam? Se dirin altına mı soksam, ne yapsam? B abandan gizli gönderilmiş yem eklerle işim yok benim, deyip temelli çaksam m ı şimdi kırılan onurum u, şu lanet sahanı küçükle ud arasındaki çizginin orta yerine? Çakıp iyice koparsam mı udun tellerini? B ir ben varım ya, çocuk da var...» — Udu ver ama, önce börekleri yiyelim hele biz.. Çocuk sallanıyor. Udu ne yapacağını, nasıl tu ta cağını şaşırıyor. Tam indirm iştim de duvardan, b ir den kaydırıverdim ellerimden. D üşürüp parçalayaca ğımı sandım. İçim kalktı. Sevincimden böyle oldu. B üyükbabam tetik olup tutm asaydı ud sahanın üstüne düşer, börekler yerlere saçılırdı ve udun telleri bir b ir kopabilirdi ve sonra artık udunu hiç çalamazdı b ü yükbabam , ah onu en çok sevdiğim bir zamanda çalam azdı ve sonra ağlam ak isterdim , ah belki de ağlayıverirdim de sonra ne olurduk? Ah en birinci sevdi ğim, benim büyükbabam , şimdi sahanın kapağını açar artık. Bir börek alır, bir börek de bana verir, ben de o zaman anneme, büyükbabam böreklere çok sevindi, çok sevdi börekleri diyebilirim . Yedi m i kızım? Yedi anne.. B üyükbabası udu yanına dayıyor. Pencerenin içinden sahanı indiriyor. Tepsinin üstüne koyuyor, ¡kapağını kaldırıyor. «Bu kadarcık alttan alınabilir canım. Bir çocuk için bu jrapılabilir. Ama çocuk da olsa, gidip onlarla oturm am . Babasının h e r akşam tepem e dikilip, yine mi içiyorsun baba, demesine izin verm em , iki börekcik, ne olacak sanki, dokunsa do kunsa biraz m idem e dokunur. Köroğluluğum a dokun maz.»
Bir yudum içecek, bir börek alacak. — Bak bu sefer atlam adın. Bir börek o, bir börek ben. Yiyoruz. H ım hımm.. İyi., taze.. Sevdi. Seve seve yiyor işte. Yüzünü b u ru ş turm uyor. A nnem e böyle söyleyebilirim. B üyükba bamla b ü tün börekleri sildik süpürdük biz, diyebili rim. Annem in yüzü çağıldar. Pem be ve güzel olur. Babam eve gelince, neyse büyükbabası yemiş börek leri, der. Taze taze yapsaydın, der babam da. Taze taze yapmıştım , der annem o zaman. «Sıcacıktı daha. Neyse soğutm adan yemişler bari..» B abam ın yüzü o selin ardından gelen yüzü olur. B aharda derelerden sular taşm ıştı. Kız daha kiraz ağacının üstündeyken indirdi tufan. Sel p atla m ası çabuk oldu. «Katırları süren adam da onun sesini duym am ış. Gidip değirm ene saklanmış. Önce can, sonra canan misâli.. Ağaçtan inip değirm eni bulayım derken b u n cağızımı seller götürüyorm uş. D urm adan bağırm ış. Hep k atırları süren adam ı bulm aya çalışmış. Dayıı!. Dayı nerdesin?. Dayıı!. Kızım evde çırpınmış. Y av ru m gitti, gitti yavrum!.. Kocası çoktan fırlayıp git mişmiş zaten. Y arı beline dek sulara batm ış. O azgın sularla boğuşa boğuşa çocuğu, yavrum uzu aram aya çıkmış. Pencerelerden görenler de derlerm iş, bu adam deli mi, bu selde nereye gidiyor, boğulacak.. Dön geri, dön geri, sürüklenir gidersin deli çayın içinde, ölür sün!.. Sel yolun kıyısındaki tepelerden kocaman kö» caman taşları bunun babasının üstüne yuvarlıyorm uş. İki kez suların arasında kaybolduğunu görenler bile olmuş. Sonra, seller dinip durulup tarlaları, yolu k ır mızı batak b ir çam ur kapladığı zaman, om uzlarında küçücük kızıyla dam adım ın kırm ızı çam urdan b ir h e y kel gibi geri döndüğünü de görm üşler ama,.» — 131 —
H anın içine serin, güzel b ir akşam düşüyor. Yaş lı atlar, başları yem torbalarında., k ırt k ırt sesler çı karıyorlar. Torbalı başlarını birbirlerine yaklaştırı yorlar. B irbirlerine daha yakın, geceye daha hazır olm aya çalışıyorlar. Büyükbaba ellerini siliyor. Rakısından bir yudum alıyor. Uduna uzanıyor: — Eh saatidir, çalalım bakalım A korda başlıyor ilkin. «Babası bunu selden k u r tarınca, sarılıp öpmüştüm. Aslan oğlum benim, de miştim. Olmayacak bir şeyi yap tı sandım. A rdından hasta yattı. îlk yarım kadeh rakıyı o zam an içirdim. K ızım ocağı yaktı. Döşeğini yanm a serdik. Rakıyı içm ek istememişti. Ben zorla içirince tıksırdı. Üzül düm- Ağzını sildim. T utup elimi öpm üştü o zaman. Sağol baba, demişti.» Udun telleri gevşemişti. Şimdi yeniden geriyor. «Damadım hastayken iyi b ir adama döner. Dirilince yine katır. Yine başlar, Ali Baba’ya döneceksin baba, diye tepem de dikilmeye. Başımda nöbet tutm aya. B ir gün olsun yanıbaşım a oturup da udum u dinlemedi.» Telleri bu kez de fazla gerdiğini anlıyor. Usuldan gevşetiyor. M ızrabı vurup yokluyor. Akorda ara ve rip, rakısından b ir yudum daha içiyor. Yüzünde fır tın a la r diniyçr. Alnı sütliman. Ak saçları yaz bulutu. Küçüğe usulca göz kırpıyor: Hadi, benim yerime at l?ir zçytin ağzına. Zeytin çekirdeği kuşun kırık kanadı üstüne düş tü. Orada eskimiş yu m u rta sarısını örttü. Börekleri yedik. Sahanda, tek börek kaldı. Kalsın. Belki onu da, y er büyükbabam- Uddan sonra— Neyi çalş^ik İçi? H anın eski, yıkık duvarlarından b ir karga hava lanıyor. Serçeler bu ru n buruna. Başını yana eğmiş, — 132 —
handaki atlara b akarak akort alıyor büyükbaba. — Sen hanın kapısındaki a t nalının İzini gördün mü? Sesi tellerdeki tınlam aya eşlik ediyor. — Görm edim büyükbaba. Udun tellerinde sesler giderek canlanıyor. B üyük baba sözlerini bu seslerin altına döşüyor: —■ Y arın git bak. K apının en üstündeki taşta bir nal izi göreceksin. Onca yüksek b ir taşın üstünde nal izinin işi ne, nasıl erişilir oraya, dersin. Diyebilirsin. Bilenler de derler ki, zulüm cü beye başkaldıran ozan atının nal izidir bu. Ozan da olsa b ir insan, ozanın atı da olsa eninde sonunda b ir at. Nice şahlanırsa şah lansın, b ir at onca yükseğe kalkıp o koca taşa tekm e sallayabilir mi? Oraya nal izi bırakabilir mi? Ozanı beğen beğenme, Ozan burdan geçmiş olsun olmasın, atı da büyük kapının en üst taşm a çifte sallasın sal lamasın, yani de ki eskiler haltediyorlar, yine de bir nal izi v ard ır orda, izi düşüneceğiz. B iri bir yere izini bırakm ak istemiş ya, bu kesin. O rda duruyor. H ana bir dam ga vurm uş, bir çentik atm ış biri... — Sen mi büyükbaba? — Yok yok. Ben nasıl atm ış olabilirim? Ben şim di burdayım ve udum u çalacağım. Büyükbabam udunu çalar. O zaman dediklerini anlayam am aktan korkm am . O çalar, ben yüzüne ba karım . D üşünürüm . Kesintisiz. B ir esinti çıkıyor. Sular duruluyor. B ir yerlerde b ir ateş yanıyor. K ülrengi gökyüzünde yıldızlar b ir b ir çakıyor. B üyük baba ud çalıyor. Pencerenin önü açık, geniş. H e r yanı görüyor. Ali Baba handa yatm aya gidiyor. Y attığı yerde b ir iz kalır. Y arın nalın izine b a karken Ali B aba’n m izine de bakarım . Şimdi büyük-----133 —
babam ud çalıyor. Ud sesi bir akşamüstü müdür? Bir akşamüatfinün izi midir yoksa?
— 134 —
BİR TÜRKÜ BÎR TÜRKÜ BİR TÜRKÜ DAHA Çiçeklerim açmadı, artık arılar gelmez. B ir çiçek, b ir çiçek, b ir çiçek daha. Bu ne büyük bakraç, sağ sağ dolmaz. B ir damla, b ir damla, b ir damla daha. Bu toprak kıraç, bu tohum çürük. B ir tohum , b ir tohum , b ir tohum daha. — 135 —
Çocuklarım ölür, çocuklarım doğmadan. B ir çocuk, bir çocuk, bir çocuk dahaBu kapı demir, bu kapı kırılmaz. B ir tekme, b ir tekm e, b ir tekm e daha. D erm anım kalm adı, kurudu gücüm. B ir lokma, bir lokma, bir lokma daha. B u yol çok uzun, git git bitmez. B ir adım, bir adım, b ir adım daha. K aranlık bastırdı, yılgı kol gezer. B ir türkü, b ir türkü, bir tü rk ü daha. Çiçekler açacak. B akraç dolacak. Çatlayacak tohum. Çocuklar yaşayacak. — 136 —
K ırılacak kapılar. Dağılacak karanlık. Ama çok yol var daha, git git bitmez. Menzile varam am . Menzil ırak. I
B ir türkü, b ir türkü, bir tü rk ü daha. Korkm a, arkandan gelen var, tam am lar. A. KADİR
-
137
YENt YIL ARMAĞANI Noel Baba hadi gerçekten bir babalık et bu gece. Bize uğra dem iyorum uğram asan da kimse darılmaz oğlum a rtık inanm ıyor düşsel kişiliğine senin bu inanm a m utluluğunu b ir daha da bulamaz. — 138 —
Noel Baba bu kez benim dileğim başka elçiye zeval yok derler bilirsin baba olarak b ir diyeceğim var: Değil mi ki bir kızakla uçar gelirsin ve kızağın kırk am bar ve de tüyden de hafif değil m i ki koşum geyiklerin rüzgâr kanatlı değil m i ki arm ağan çuvalın b ir koca h a ra r ve sepetini b ü tün yıldızlar dökülse dolduram az gel bu gece bir solukta bir de A lm anya’nın batısına git yarım milyon adam çalışıyor bizden orada elleri nam uslu h er biri yiğit doldur hepsini kızağına ve çevirip sür ne uçak ne otobüs ne tren trafik kazasız biricik araçsın sen çal kırbacı geyiklerine kestirm eden doğuya sür gelenek görenek ayrım ında değilim ben bu işin Noel Baba belki acı am a bizim A nadolu’da daha ne sen bilinirsin ne sırça toplar ve telli pullu incik boncukla Noel ağacı öyle olsa da sen buna kulak asma sür benim en düşsel arabacım sür A lm anya’dan Anadolu’ya y arım m ilyon baba g ötür
139 —
G ötür ki bu yıl da bizim çocuklar bir sevinsinler vayyy şaşılacak iş firengistan elinden aksâkallı bir ermiş zembil içinde babamızı getirm iş bize desialer! 1970 FA HRÎ ERDÎNÇ
140 —
İÇSEL SAVAŞ D evletli başını Soylulardan değilsek de benim de bir devletli başım var yani m utlu ve azat. Şapkam dan başka ağırlık taşm ayacaksın dedim
on#' yalnız şapka da gezdırm iyeceksin fakat kavak yellerine özenme dedim sonra özen özeneceksen ağır başaklara ama dik tu t eğme kendini alırsa kılıç alsın düşünce m akinesini söktüm baştanbaşa yeniden takm aya çalışıyorum bunca yıldırVe bu devletli başım gün olur da yakınır: — N edir senden bu. çektiğim? Yanıtı halk türküm üz verm iştir: «Arabaya taş koyduk, biz bu yola baş koyduk!» — 141 —
Paşa gönlüm T ürkiye’deki gibi o da özenir d u ru r ‘gezip gezip gelmeye h e r çiçekten almaya ve nerde güzel görse orda kalm aya’. T utup çekerim elinden paşa gönlüm yeter bunca paşalık Nazım varsın b ir gönülde iki sevda olur desin bize göre değil küçük kentsoylu uçarılık sen uslan artık cömert ol son lokmanı da esirgeme özgeçili ol yarım elm aya fit hep yoksullarla bir ol ol ki seyran olsun yoksulluğun samanlığı nerde haksızlık varsa üstüne üstüne git bilirim aslan y a ta r içinde ama sen kükrem e ve alçakgönüllü olmaya b a k derim bunca yıldır. Ve gün olur paşa gönlüm de yakını? netekim çoktan kestirip attı: — B ütün öğütlerine gönlüm razı yalnız b ir teki ayrı sen istediğin k ad ar yaş yaşa ben genç kalacağım azizim genç ve hep öyle paşa! Nazik bedenim Köroğlu’nun babasının gözlerine mil çektilerdi Köroğlu’yu Köroğlu yapan k a h ır bu bak tırnaklarını söküyorlar nicelerin senin etinde sigarasını söndüren oldu m u yanan insan eti nasıl kokar bilir misin Öldürülenlerle öldün m ü sen hiç — 142 —
falakada m em leket haritasına döndü m ü tab a n ların yapıştın mı sen de yakasına işkencecilerin bir üçüncü el olarak yetinm eyi düşüdün m ü bir lokma b ir hırkayla çıkardın mı terlem eyi emekçilerin düzeyine taş taşıdın mı dinlenirken tutulduğun oldu m u doluya yağm urdan kaçayım derken boş verebildin mi giyim kuşama iki dirhem bir çekirdek? Nazik bedenim i zorlarım da bunca yıldır böylece dişini sıkm aktan kimi zaman yakınır: — E bu hep böyle mi gidecek? Oysa öyküyü bilen bilir: G âvur îm am ı’nı çırçıplak soyaraktan o tu rtu rla r kızgın saca koçaklarıyle beraber. «Pirim, der aralarından biri, altım yanıyor be nim!» Ve pîrin yanıtı belli: «Ben de gül m inder üzerinde değilim!» işte böyle nazik bedenim. A ralık 1972 FA H RÎ ERDİNÇ
— 143 —
YURTTAŞLIK Nerelisin diye sorma bana m em leket haritası döşeli gözkapaklarım ın içi ve işte doğduğum kent h e r karışında izim var. Silâh tu ttu m ama sevmedim kalem tu ta r elim oldum olası m em leketim üstüne birkaç yazım var. Nice hastalıklar savdım bugüne dek biri kaldı yalnız yürekte çıkm ayasıya m em leket çağrışımlı sızım var. Kavgasına asker yazılmışım kurtuluşunun iple çekm ekten o günü ellerim nasır m em leketim dem eye elbet yüzüm var. Bıyığım yeni bittiydi daha güne döndüğüm de günebakan gibi yüzüm ü işte o zam andan beri bir k a ra dosyada önlü-yanlı bir fotoğrafım bir de parm ak izim var. 1972 FA H RÎ ERDİNÇ — 144 —
DÜDÜKLÜ ÇAYDANLIK VE GUGUKLU SAAT Bir düdüklü çaydanlık armağan ettiydim K iyef’li bir Türkolog dostuma adı Şaşa ne zaman çay suyu kaynatsalar mutfakta ve kaynıyanda çaydanlık bir ötmeye başlasş ‘Bizim Fahri bağırıyor’ diyerek koşarlarmış , böyle alışmışlar işte böyle yazıyordu bir mektubunda. Ne var bunda ilginç olabilecek deme karıcığım neden söylüyorum bunu biliyor musun zemberek kopanda durunca benim yürek guguklu saatimiz var ya duvarımda —öylesine özendiğim ve de sevdiğim— bensizliğin başladıktan sonra hep çalıştır onu kurmasını unutma hiç ve kuşu hep guklasm e mi allahaşkma bağışla bu bencilliğimi duyar gibi olasın diye hani bütün yarım saatlarda ve her saat başında beni. Ağustos 1977 FAHRÎ ERDİNÇ — 145 —
ELMAYA BENZİYORUM Dalında daha şimdilik b ir elm aya benziyorum olağan, pürtüksüz ve yuvarlakça iyiden b ir yanı solgun kırm ızı ve de m enevişli güz yapraklarınca öbür yanı olgun sarı, îşte tam o yanında kahverengi bir ufacık benek —sol m em enin başı— b ir çürük ağzı sanki delindi delinecek vfe içinde özden dışa doğru çalışan b ir k u rt k ırt k ırt... diye kem irm ekte ve görm ekte doğal işini onu b ir ben hissediyorum yalnız duyuyorum iç sesimin iç çekişini ve özlemin ayrım ına ancak b ö y le ' varıyorum . Giz gibi bir şey içimde bu am a çürüm e olmasa gerek kimselere b ir şey dediğim de yok yalnız pek ivedilemesin diye o kurda yalvarıyo rum . Eylül 1977 FA H R Î ERDİNÇ
SEN SAĞOL PA U L ELUARD Namlu B arut B arikatlar Ve ıssızlığın, barışın sesi sonra Ölüm de doğum un çığlığı Yalnızlığımız dolarken sessizce, g üm bür g ü m bür Biz Kadın, kız ve bebek, ve erkek Yinelenen bir yürek B ir ıssız, b ir barış, b ir kadın, bir kız, b ir bebek — 147 —
Nam lu B a ru t B arikatlar Ne zaman anlamı var Son söz allahülkerim Ve hiç açık verm eden kendine bile Bir onur gülü gurbet diliyle açar K im mi anlar B ir kavli çakm aktır Yanar, tutuşur, sarar Nam lu B arut B arikatlar H a b ir pndörtlük kızdır, bir yazıklık yani H a v u ru lm a k tır kurşunla, lâfla alnının çatısından Hiç b ir şey değil de Ölüm acı, ve gereksiz, ve gereksiz yine Sen, sağol diyeceksin içtenlikle Herkesin ölüm ü istem eden istediği yerde Ve sarısı gelmiş b ir papatyayla gel Nasılsa bfeyazı gelecek Sağolduğun sürece Sen sağol OĞUZ A R IK A N U — 148 —
SUNU
Çok uzakta nokta gibi yürüyorum belki k ırk sekiz saat ayakta yorgunum rıhtım a çıkmışım seni görüyorum kaç gece var başım yastık görmemiş şöyle parktaki çınara yaslanıyorum On yıl var seni uzaktan seyretm em işim B edrettin u n u t demiş hergün belleğimin penceresinden seni indiremem işim bin kez gitm iş akşam üzgün iman tah tam a dizmişim senden kalan binlerce resim bin kez başlam ış gene u m utla gün ÖMER FA RU K TOPRAK — 149 —
GURBETTEKİ OZANLA KARŞILAŞMA Karşılaştığım ız zaman F a h ri Erdinç’le Sofya’da, kıyısında bir kaldırım ın, aldırm ayıp yanım ızdan geçenlere dikildik kaldık «bizim ora işi» bakışm ak ve konuşm ak üzere. Güpegündüz çıkan bir şimşeğin aydınlığıydı aram ızda sanki. Gördüm o an, yüzüne bakınca, birikip bunca yıllık özlemi bir tek dam la olmuş gözpınarmda. — 150 —
A m a dökülmesini boşuna bekledim, gözyaşına yenilm em işti gözleri. Neden söz edersek edelim sorduğu hep aynı şeydi, hep aynı şeyi söylemek istedim. Gördüm o an, sesinin içinde, bunca yıl yaşadığı «kardeş evi»ni. Gördüm, «kardeş e v b n d e bile kendi evini u n u ttu rm a y a n neydi, «acı lokma» nasıl tatlılaşırdı çiğnedikçe. Acıtmalı, derken, yazdığımız her şiir b ir cam gibi çizip okuyanın yüreğini, gördüm, kendini adamışlık nedir, inanç nasıl silâha dönüştürür gurbeti, gördüm, en acımasız yazgı ozanı geril e tem em iştir. KEM AL ÖZER
— 151 —
ŞAFAK DÜŞÜNCELERİ Durm adan çoğaldığımızı düşünm ek ne iyi G ürültüyle çiçeklenen ağaçlar gibi H e r gün durm adan çoğaldığımızı • H ayatı renklendiren çocuklar gibi Aydınlık b ir şafak daha doğuyor üzerimize Sabahçı işçiler h e r gün selam lıyorlar doğan günü H e r gün h e r gün yeniden um udu yoğuruyorlar Mâfai teknesinde gök yüzünün K adınlar çiçeklerini suluyorlar pencerelerde H er doğan günle çoğaldığımızı düşünm ek ne iyi Böyle erken saatlerde birbirlerini tanım asa da insanlar Coşkuyla selam verip selam alıyorlar H er şeyi anlatm aya yetiyor Gülüşleri duruşları bakışları Ve bunları anlatm ak yetiyor B ir şiire güzellik katm aya H ayatı b ir kavga gibi omuz omuza karşılahıak Ve sevmek yaşam ayı Can katıyor şafağa B ir kuş k ad ar hafifliyor silahım B ir kuş k a d a r güzelleşiyor hay at Sevgilim ve çocuğum Sevgililerimiz ve çocuklarımız H e r şey bizi ha y a ta karışm aya çağırıyor -— 152 —
H alkım ın acılarını ve um utlarını paylaşm aya H e r şey bizi halkım ın sevincini y aratm aya çağırıyor İşte o zaman Hınç mı kin m i acıma mı h e r neyse Böyle duygularla dolup boşalıyor yüreğim Kendi yüzlerine bile bakam ıyacak adam ları düşünü yorum Sevgisiz karanlık ve küçük adam ları K arasinekler gibi vicdanlarıyla neyi yaşadıklarını Düşündükçe boğuluyorum D urm adan çoğaldığımızı düşünüyorum yeniden D urm adan çoğaldığımızı düşünm ek ne iyi D urm adan çoğalıyor b ir m artı kanadının şıpırtısın d an Haz almayı bilenler B ir çocuk daha geliyor Tertem iz yüreği ve yağlı k a ra elleriyle Kırılm ış çocukluğunun billur fanusu Acının ağusuna banıp yiyor ekmeğini Dirençli ve solgun b ir menekşe gibi gözleri Teninde göğertiyor um udu Teninde göğertiyor Göbeği toprakla bağlanan soy kütüğünün K entin duvarlarına rengârenk boyanışım Yılgın bir gece som uruyor yüreğim i Çiçeklerini teninde göğertiyor Yeni bir m erm i sürer gibi nam luya Yaralı teninde D urm adan çoğalıyoruz D urm adan çoğaldığımızı düşünm ek ne iyi H ayatı renklendiren çocuklar gibi H e r gün h e r gün yeniden um udu yoğuruyoruz M avi teknesinde gök yüzünün AYDIN H A TİP OĞLU — ,153 —
SESİNİN KUŞLARI SUSUNCA Öyle yorgun düşm üşüm ki acının m avzerini taşım aktan bulanık sular basıyor birden b ü tü n m e v z ile rim i' sonra çöle kesiyor içim
.
.
.
Bu alaturka şarkılar da fena k an ırtıy o r bazan anıların ve acıların kabuğunu Gagalıyor kanatırcasına yarayı susamış b ir kerkenez Sesimin pınarı kuruyor susunca sesinin kuşları Uzayıp giden bir bozkır, kesiliyor dudaklarım kavruluyor yalım yalım Sesini ver bana dilinle Su v erir gibi yaralı hayvana , sesinin bütün gözelerini çevir dudaklarım ın bozkırına yoksa dilim dilim edecek acılar beni Acının h e r gözeneğinden hüznün ilm iklerini geçirip dokudum şiirin kilimini Şimdi nakışlam ak istiyorum yalnızlığın dörtduvarına sesini AHM ET TELLİ
— 154 —
BOZGUN A nadolu’nun al gülleriydi T ürkülerle dondurulan Ocakta yanan küskün alev Kerpiç evleriydi sessiz soluksuz. Bir resim gibiydi K entin yalancı tepeleri Kandilli sırtları akşam Kim demiş doyum suz bu yaz K aranlık sokaklarda ölüm Evsiz göm ütsüz kimi ansam. Çıldırmış gibiydi usta U m udu harca katan Sonra gökdelenler yapıp Sonra yıkan Yeşerse de filizler B ahar olsa da Sonradan acır yaralar Ne bir dost sıcaklığı Ne tad kaldı u y k u lard a İçindeki bozgun dudaklarında Kim e baksam . F E R İH A AKTAJT — 155 —
YAŞAM NEDİR Sana sorsalar yavrum Yaşam nedir diye Daha yeni başladık derim Dudağım da gülümseyen ölümle Denizi düşlerken bir sabah Ansızın bastırdı gece . Sevilerde ilk adımdı ki Döndük geriye Hiç kamaşm adı gözlerimiz G ün ışığından Gözetler bulduk kara bulutları Göğüm üzde Şu savaşlar çağından ö z g ü r evrenler istemek Bekledik hep yüreğim izde D uyup gençliği Acımız birleşti analarda B undan böyle çocuklar İyiye güzele doğsun diye Bana sorsalar yavrum Yaşam u m u ttu r derim A m a bağdaşm az ölüm sözcüğüyle ZEYNEP YILDIZ YETÎKER — 156 — .
ÖZLEDİĞİM İZ ŞEYLER —A. K adir’e—• En çok özlediğimiz şeyler y arına kaldı G ökyüzünü de k u şa ttık nefeslerimizle K apalıydı perdeler, sokaklar karanlıktı Dilsiz bir adam kurtuluşu sordu bize En çok özlediğimiz şeyler y arm a kaldı Çocuklar soğudu h er geçen gün oyunlarından Tekm eleyerek yürü d ü ler okul kitaplarını A ldılar nasiplerini, kısa pantolon giye giye yaşlan m ak ta n En çok özlediğimiz şeyler yarm a kaldı Denizin k arnını k arıştırırken b ir rüzgar E kerken sulara çiçek kokularını Yalnızca gökyüzü durulanınca m ı gelir batıar B ir çocuğun gülümsemesi kuşları uyandırm az m ı E n çok özlediğimi?; şeyler y arm a kaldı G etirem edik Nâzım ’ı Moskova’dan Y atıram adık bir köyüne yurdunun... B aşında b ir salkım söğüt ağlayacaktı AHM ET ER H A N — 157 —
GÖKYÜZÜ BİTEBİLİR B ir gün birdenbire d u v arlar ses verm eyebilir gökyüzü bitebilir bir gün pencerenle birlikte Zam an gelir şarkılar eskir yağm ur diner rüzgar esmez olur yalnız adın kalır senden yalnız adın kalır geriye ADNAN AZAR — 158 —
ÇOCUKLARIN AKŞAM I Çocukların akşam lan ışık içindedir Akşam ı akşam bilm ediklerinden Çocukların rüyaları bile renklidir Güneşsiz bir dünyayı düşünm ediklerinden Çocukların m asallarında ayrılıklar bitm elidir Çocuklar yalnız kalm ayı istem ediklerinden Biz neden bir başımıza başlıyoruz h e r şeye Çocuklar dünyayı k urm ak isterken elleriyle Çocuklar h er gün yeniden doğarlar Çocuklar çocukken - öldürüldüklerinden Çocuklar bıktılar büyüm ekten Çocuklar yorulm adılar um utlanm aktan ÖMER A T E Ş KIZILTUG — 159 —
UNUTMA Güneşten korurken kendini gölgeye çarpılma. Ağaç b ü y ü r bü y ü r büyür tohum olur. Sevgi bü y ü r b ü y ü r büyür gülümser. Sevgi kabarır kabarırPerdeyi indir. Saati kur. Saati kur, unutm a kendinle bulaşacaksın. Eğleniyor musun? Y üreğin sıcak mı? EGEMEN BERKÖZ — 160 —
SEN DAĞİN ARDINI BİLİYOR MUSUN Sen dağın ardm ı biliyor m usun? Orda kaçak A m erikan sigarası ve viski satılıyor. Sen dağın ardını biliyor m usun? Orda yağm urlu bir öğle vakti rakı bile içiliyor. Sen dağın ardını biliyor m usun? Orda sevgi özleniyor. Sen dağın ardını biliyor m usun? Orda lüferden bile bıkılıyor. Sen dağın ardını biliyor m usun? Orda şiir bile yazılamıyor, reklam cı bile olunu yor. Belki b ir gün dönülecek şiire. Dönülecek yaşam aya. Yine orda. Sen dağın ardını biliyor m usun? EGEM EN BERKÖZ — 161 —
SENSÎN Ne kadar gençsin. Dünya güzelisin. Topraksın. Çiğli, yumuşak, ot kokusu. Ağaçlar arasından bir yokuşsun soluk kesen. Denize inersin, coşkusun. B ir telefonsun, kısık. B ir habersin, taze. Bembeyaz bir kâğıtsın, bekleyen. Dünyasın. Kavgam. DinginliğimEGEMEN BERKÖZ — 162 —
ŞİİR HÂLÂ B İR SICAKLIKSA Çaiar saat çalışır m akine yürürüm . İnsan. Ölüme Çalar saat boy a ta r gül yürürüm . İnsan, ölüm e. Çalar saat yükselir yapı yürürüm . Şiir. Ö lüm ün üstüne. Yaşamak hâlâ bir sıcaklıksa. EGEM EN BERKÖZ — 163 —
BÎR AKŞAMDA ÇOCUKLARIN TÜRKÜSÜ Baba nisan yağm urları bir. panayır türküsüdür Birazdan güneş açınca verecekler oyuncaklarımızı Baba savaş olmasın savaş çıkarsa K irletirler göklerimizi y ırta rla r uçurtm alarım ızı Baba savaş patlarsa en çok bize kızacaklar Ağabeylerimiz kıracak çelimsiz bacaklarımızı Bilyalarım ızı ezecek tanklar düşlerimizi dövecek top lar Ç am urlara bulayacaklar nisan yağm urlarım ızı Güneşlerimizi ve aylarım ızı söndürecekler Kendi çocuklarına götürecekler belki de portakalları mızı Baba onlar da çocuktur onlar da kuş dili bilir Kuş dalı gözünden anlar dal kuşu tüyünden tan ır R üzgarlardan rüzgarlara yıkım gelmez hiç b ir zaman O çocuklar o portakalları ölür de yemez A FŞA R TİMUÇİN — 164 —
BİR AK ŞAM T U T K U N U N U N T Ü R K Ü SÜ
Sen gelmezsen ben yüreğim i sana Beyaz güvercinlerle gönderirim Sakm kuşun kanadını parçalam a K uşun kanadını parçalarsan Bir daha m ektup yazma Sen orada kal ben gölgemi Sana yollarım batan günle Sen de bana gölgelerini gönder Kelebeğin kanadına tak arım Ya da defterim in arasında saklarım Bulamaz asık suratlı cadılar Ben h e r şeyimi sana Çelikten atlarla yollarım önce D erilm edik çiçek bırakm am beriden Sen de bana sarm aşıklar postala Ya da getir gelirken Gözlerinin yeşiliyle iki satır yaz bana Ben okuturum sen karala Yazmasan da olur y eter ki bildir Sandıklarım seninle tıklım tıklım Sen de benden gelenleri b iriktir A FŞA R TİMUÇİN — 165 —
ÖLÜMLERİN DÜŞÜNDÜRDÜĞÜ TÜRKÜ Bir akşam üstü balçık kuşları Sessiz dökülürler yorgun akşama Zehirli saatler em zirir suları G ünün ardından uzanıp dağlara Yağm acılar doruklarda yıldızları çalarlar Zam anın örgüsünü dişler gece kuşları U ykunun kanını em er vam pir Güzelliğe kezzap döker karanlık Sevinci tutsak eder korsanlar Yavaş yavaş açılır yılan yum urtaları Düşleri eksik imgelerle bozar K irpiler kuzgunlar kokarcalar Geceye çakılır eskiyen kasım patı Uzaklardan boş kahkahalar gelir Çocuğun boynunu tak a rla r ipe Çirkinleştirerek yalnızlıkları Bu cellatları kim besliyor Kim yerleştiriyor çiçek diye K ente bu gülünç sehpaları Kim doğruyu kime benim setiyor A FŞA R TİMUÇİN — 166 —
Dergiden E ŞR EF EŞREFOĞLU İSM A İL H A K K I UZUNÇARŞILI (23.Ağustos.l888 - 10.Ekim.1977) Ülkemizde yetişmiş değerlerden büyük tarih bil gini, saygıdeğer hoca, yeri doldurulm az verimli, ça lışkan araştırıcı Ord. Prof. İsmail H akkı Uzunçarşılı’yı 10 Ekim 1977 salı günü yitirm iş bulunuyoruz, ö m rü n ü yoğun b ir çalışma düzeni içinde geçirmiş olan İsmail Hakkı Uzunçarşılı emekli olduktan sonra da çalışm alarını sürdürm üş, uzm an ve araştırm acı olarak son görev yaptığı Topkapı S aray Müzesinde yine ça lışırken bir kalp bunalım ı sonucu hastahaneye kaldı rılm ış ve orada ölmüştür. 23 Ağustos 1388 yılında İstan b u l’un E yüp sem tinde dünyaya gelen Uzunçarşılı ilk öğrenim ini Ni şancı Mahalle M ektebinde, Eyüp’de B ahariye’deki İp likhane İpdidaisinde gördükten sonra sınavla Soğukçeşme Askerî Rüşdiyesine (ortaokul) girdi. M ercan idadisinde (lise) ortaöğrenim ini 1909-1910 yılında ta m am layan Uzunçarşılı, D arülfünün (üniversite) Edebiyat bölüm üne girerek A bdurrahm an Şeref, Ali E krem , M ehm et Akif, İzmirli İsm ail Hakkı, H am dullah Suphi gibi değerli hocalardan ders gördü. Yük sek öğrenimini bitirdikten sonra 1912 yılında K ü tah y a idadisi tarih-coğrafya .öğretmenliğine atandı- 1922 yılında K astam onu lisesi tarih öğretm eni olan Uiîun— 167 —
çarşılı aynı zam anda bu şehirde yayınlanan Açık Söz gazetesinde yazılar yayınladı. A rdından 17 Kasım 1922’de Karesi (Balıkesir) lisesi m üdürlüğüne geti rildi. B urada bilimsel çalışmalara başlayan. Uzunçarşılı K aresi Tarihçesi’ni ve K aresi M eşahiri’ni (Karesi Ünlüleri) kaleme aldı. 26 Ekim 1926’da Millî Eğitim Bakanlığı müfettişliği görevine atandı. Reşid Galip Beyin Milli Eğitim Bakanlığı sırasında A ta tü rk ’ün emriyle Balıkesir m illetvekili oldu ve aynı zamanda İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bö lüm ünde öğretim görevlisi olarak derslere girm eye başladı. T ürk Tarih K urum unun kuruluşunda Ham dullah Suphi Tanrıöver’in önerisiyle kurum a üye oldu. Kuru m ’un b ir T ürk tarihi yazılmasına k a ra r vermesi üzerine Yeniçağ Kolu başkanı olan Uzunçarşılı, Os m anli Devleti tarihinin başlangıcından (1299) XVIII. yüzyılın sonlarına (1789) kadar olan dönemini yaz m ayı üstlendi. Uzunçarşılı’nm asıl bilimsel çalışma ları bundan sonra başlar. Bu arada A ta tü rk ’ün ilgisini görmüş, A ta tü rk bir devlet adamı olarak Uzunçarşıll’yi özendirmiş ve yüreklendirm iştir. Balıkesir m il letvekili olarak Meclis’de bulunan Uzunçarşılı’ya bir keresinde A tatürk: «Hocam, siz burada ne arıyorsu nuz? Gidin, gerekli yerlerde araştırm alarınızı ve ça lışmalarınızı yapın» dem ekten kendini alam amıştır. Uzunçarşılı çalışmalarını kitaplıklarda ve özellik le de Başbakanlık Arşiv Genel M üdürlüğü’nün A rşi vinde sürdürm üştür. Yoğun çalışmasını kesmem ek için m asasından sabahtan akşam a kadar hiç kalkm a dığı, öğle yemeğini bile ufak tefek yiyeceklerle m a sasında geçiştirdiği bilinen bir gerçektir. Uzunçarşılı’nın ilk araştırm a yazısı K astam onu’ da yayınlanan Açık Söz gazetesinde 31 Ağustos 1921’ — 168 —
de çıkm ıştır. D aha çok b ir araştırm acı olarak y er tu t muş ve çağdaş anlam da bir araştırm acılığın öncülü ğünü yapm ıştır. Yapıtlarının arasında en önemli yer tu ta n Osmanlı D evlet örgütüyle ilgili olanlardır. Başiıca yapıtları şunlardır: 1 — Osmanlı Devleti Teşkilâtına Medhal (T-T.K. Yayınları Ank. 1941), 2 — Osmanlı Devleti Teşkilatından K apıkulu Ocakları Cilt T - II (T.T.K. Y ayınları Ank. 1943), 3 — Osmanlı Devletinin Saray Teşkilatı (T.T.K. Y ay ın lan Ank.. 1945), 4 — Osmanlı Devletinin M erkez ve Bahriye Teşkilatı (T.T.K. Y ayınları Ank. 1948), 5 — Osmanlı Devletinin İlmiye Teşkilatı (T.T.K. Yayınları Ank. 1965). Ayrıca Osmanlı Devleti Tarihini 1789 tarihine k a dar getiren 6 ciltlik çalışması yeni görüşler sunan özgün bir çalışmadır. Ayrıca kitap ve m akale olarak yayınladığı değerli çalışmaları 200’ün üzerindedir.
ANADOLU’DA TANÎN ÜZERİNE ÇETİN BÖREKÇİ'YE BİRKAÇ SORU — Niçin A hm et Şerif’in «Anadolu'da Tanin» ki tabını seçtiniz? — Osmanli tarihçiliği genel olarak bir kapıkulu tarihçiliğidir. B ununla şunu demek istiyorum: Os m anli İm paratorluğundan günüm üze kalar b ü tün t a rih kitapları ya vak-a-nüvis denilen, tarih yazmakla görevli, m em urlar, ya da defterdar, sadrazam, şeyh ülislâm gibi yüksek b ürokratlar tarafından yazılm ış tır. Elbetteki, bu sınıfların görüşlerini a ktarırlar. Bu gibi yazarların kitaplarında, İstanbul’da saray ve Bâb-ıâli etrafında küm elenm iş olan yüksek b ürokra tik çevrelerin yaptığı işler en önemli yeri tutar, Savaş lar, andlaşm alar gibi... Geniş halk kitleleri bu gibi — 169 —
ta rih yazarları için sadece asker ve vergi kaynağı ola ra k önemlidir. A sker ve vergi ilişkilerinin dışında, geniş halk kitlelerinin yaşayışları, çeşitli problemle? i, devlet organları ile ilişkileri, bu tarih yazarları için önemli değildir. H alk kitleleri, ancak devletle vergi ve asker verm e ilişkilerinin bozulduğu, norm alin dı şına çıktığı anlarda âsi, eşkiyâ, celâli gibi u nvanlar la tarih kitaplarında yer alm ak m utluluğuna ererler. Bu gibi tarihçiler için İstanbul’un Sadâbâd eğlence leri, helva sohbetleri çok daha önemli m eselelerdir. Şüphesiz ki bu iddialarım la Osmanlı Devleti’nden zamanımıza kalan belgeler arasında geniş halk kit lelerinin yaşayışlarını, devlet organları ile ilişkilerini, çeşitli problem lerini aksettiren bilgiler hiç yok dem ek istem iyorum , ancak bu gibi kaynaklar da gerici b u r ju v a tarihçileri tarafından kasten örtbas edilince, Osm anlı tarihi sadece bir savaşlar, fetihler, antlaşm alar tarihi olarak genç nesillere aktarılm ış olm aktadır. A hm et Şerif Bey’in Anadolu’da yaptığı gezilerin notlarını ihtiva eden kitabı büyük ölçüde kapıkulu tarihçiliği görüşünden ayrılm aktadır. H er ne kadar A hm et Şerif 1909-1910 yılları Anadolu’sunun problem lerini, bu problem lerin kökenlerini, sebeplerini doğru olarak anlayam am ış ise de, yaşayış şartlarını, çok çe-' şitli yönleriyle, tarafsız ve doğru olarak aktarabilmiştir. îşte bunun için A hm et Şerif Bey’in kitabını y a yınlam aya değer buldum . — Ahmet Şerif Anadolu’da nereleri gezmiş ve anlatmıştır? — A hm et Şerif Bey, üç ayrı safhada olmak üze re, Anadolu’da bir yıl kadar dolaşmıştır. Birinci saf h a Bursa, Çanakkale, K ütahya, Uşak, Konya aillerini içine alm aktadır. İkinci safha Eskişehir ve A nkara illerini .üçüncü safha ise Mersin, Adana ve Konya il — 170 —
lerini içine alm aktadır. — Birinci soruya olaaı cevabınızda, Ahmet Şe r ifin 19G9-1910 yıllarında Anadolu topluınunıun prob lemlerinin kökenlerini ve sebeplerini doğru olarak anlayamamıştır, dediniz; biraz daha açıklar mısınız? — Yirminci yüzyılın başları Osmanlı D evleti ve Anadolu toplum u üzerinde em peryalist baskıların en kesif olduğu bir devirdir. Em peryalizm Osmanlı Dev leti üzerinde baskılarında kendine yerli işbirlikçiler de bulm uştu. Bu işbirlikçilerin başında, İstanbul’daki yüksek bürokratik sınıflar ile, T anzim at’tan beri, y i ne em peryalizm in baskısı ile, çeşitli im tiyazlar elde eden, Osmanlı Devleti’nin hıristiyan teb’ası geliyor du. Em peryalizm in, yerli işbirlikçilerin yardım ı ile, A nadolu’yu sömürmesi, Anadolu insanının kanını k u rutm uş, onu, h er tü rlü hay at faaliyetinden m ahrum olarak, karanlık b ir uçurum un dibine itmişti. Yerli işbirlikçiler ise, em peryalistlerle işbirliği sayesinde, söm ürülen kitlelere göre, daha üstün b ir bilgi, teşeb büs ve hay at ,seviyesi elde etmişti. Bence A hm et Şerif Bey’in en büyük eksikliği Anadolu üzerindeki bu em peryalist baskı ve söm ürüyü görememesi olm uştur. Ona göre A nadolu’n u n geriliği nin tek sebebi vardır, o da Anadolu insanının eğitim sizliği, okulsuzluğu, teşebbüs gücünden m ahrum olu şu ile devlet m em urlarının bilgisizliği ve devlet dai relerinin iyi çalışnıaması, İstanbul’daki işbaşında b u lunan devlet adam larının A nadolu’yu iyi tanım am a larıdır. Yine A hm et Şerif’in notlarından anlaşılıyor ki, o, Anadolu hıristiyanlarm ı A nadolu’nu n T ürk-lslâm halkından daha üstün görm ektedir. Bu üstünlüğün sebebi de, yine kendi yazılarından anladığım ıza göre eğitim seviyelerinin üstünlüğü ve teşebbüs güçleri dir. A hm et Şerif’in fikrine göre, bu m ahzurlar orta171 —
dan kalkarsa, Anadolu’n u n tüm insanları üstün bir h a y a t seviyesine ulaşacak, Osmanlı toplum u m utlu ve Osmanlı Devleti güçlü olacaktır. Bu elbette ki, boş b ir hayaldir. Bir ülkenin üzerinden emperyalizmin ve yerli işbirlikçilerinin söm ürüsü kalkm adan o ül kenin kalkınm asının ve o ülke insanının m utlu olma sının m üm kün olamayacağı bugün a rtık tartışm a ka bul etmez gerçeklerdendir. Nitekim bu gerçek cum h u riy e t rejim ini kuranlarca da anlaşılmadığı içindir ki, biz bugün ikinci bir kurtuluş savaşı süreci içinde bulunm aktayız. - - A hm et Şerif’in yayınlanan bıu gezi notlarının dışında Anadolu ile ilgili başka gezi notları var m ıdır?. - A hm et Şerif Bey bu ilk gezisinden sonra A na dolu’ya iki seyahat daha yapmış ve bu seyahatlarm ın notlarını yine Tanin G azetesi’nde yayınlam ıştır. Bu seyahatlarm ın birincisi 1911 yılı içinde İstanbul’dan B ay b u rt’a k^dar yapılm ıştır. İkincisi ise 1913-1914 yılları içinde Adapazarı’ndan Çerkeş Kazası’na kadar yapılm ıştır. Bu notları da yayınlayabileceğimi üm it ediyorum.
AHMET ŞER İF’LE İLGİLİ MEKTUP Yaymevimizin çıkardığı Anadolu’da Tanin adlı gezi notlarının yazarı A hm et Ş e rifin kimliğiyle ilgili herhangi b ir bilgi edinememiş, bu durum u kitabın b a şındaki sunum yazısında bildirm iştik. A hm et Şerif beyin yeğeni Sayın Reşat A kad’dan aşağıdaki m ek tu b u aldık. Aydınlatıcı bilgilerle dolu olan bu değer li m ektubu okurlarım ıza sunarken Sayın Reşat A kad’a bir kere daha teşekkür ediyoruz: Sayın Börekçi; Televizyon yayınlarını sürekli olarak izlememek— 172 —
te isem de güzel b ir tesadüf eseri 31.10.1977 günü a k şam ı açtığım da b ir konuşmacının Tanin Gazetesi m uharirlerinden A hm et Şerif beyden söz ettiğini işitin ce büyük b ir alaka d u y arak dinledim. Çünkü; r a h m etli A hm et Şerif bey annem in ana bir, baba ayrı kardeşidir, dolayısiyle de benim dayım dır. Çocukluğumda evdekilerden defaatle dayım ın T a n in gazetesinde ser m u h arrirlik yapm ış olduğunu ve A nadolu’da Tanin yazılarından bahsedildiğini işitmiştim. Dayımın ebediyete intikalinden çok sonra sahaf la r çarşısından tem in ettiğim A nadolu’da Tanin ki tabını kaybettiğim den bilahare defeatle aram ış olma m a rağm en yenisini elde edemem iştim . Ancak bu de fa kitabın tarafınızdan yayınlanm ış olmasından son derece m ütehassis olarak hem en b ir adet edindim. M ezkûr K itabın ön sözünde «İsterdik ki A hm et Şerif beyin hay at hikâyesinden b ir kaç satırla olsun bahse- • delim, fakat buna imkân bulam adık» demeniz beni harekete geçirdi ve ilk iş olarak Maçka m ezarlığına giderek m edfun bulunduğu m ezarı buldum ve m ezar taşındaki yazının suretini aldım, resm ini çektim. B un lardan yazı suretini ekliyorum , fak at m akinedeki filim tesadüf renkli olduğundan kopyasını geç veriyorlar, alınca size de tak tim edeceğim. Yalnız adresinizi bil dirm elerini K avram yayınlarıdan b ir m ektupla rica ettim herhalde bildirirler, bekliyorum , alınca bu m ek tu b u m u da göndereceğim. ' Annem M ihriban Akad 1292 (m. i*377) M anastır doğum lu olup babası S ultan Abdülaziz devrinde M a n a stır ve Edirne m utasarrıflıkları yapmış olan Re şit Paşa ve amcası da Edirne m uhafızı E them paşa larmış. Vaktiyle annem in bana hikâye ettiğine göre babası Reşit Paşa annem dört yaşlarında iken vefat etm iş ve annesi Reşit Paşanın harem i büyük annem — 173 —
Zeliha Emsal hanım da kısa b ir m üddet sonra tek ra r evlenm iştir ki yeni zevcinin ismini hatırlayam am aktayım , molla bey diye b ir laf geçerdi, yalnız; bildi ğim A hm et Şerif bey anneannem in bu yeni zevcin den olan çocuğudur, 1883 de doğmuştur. * Kendisinin Tanin gazetesindeki m uharrirliği sı rasında uzun yıllar Balkan ve bilhassa Bulgar kom ite cileri arasında yazar olarak dolaştığını, bu sıralarda cok m eşakkatli günler geçirdiğini gerek bizzat ken disinden ve gerekse aile efradından dinlem iştim ki bu sıralarda teverrüm etm iş olduğundan bilahare ga zetecilik mesleğinden ayrılarak B ursa’ya yerleşmiştir. H er halde bu seyahatleri hakkında da Tanin’de yazı ları çıkm ıştır fakat maalesef ben b ir araştırm a yapar madım. B unu yapm ak belki sizin için enteresan ola bilir. Dayım Bursa’ya yerleştikten sonra Bursa Kız M u allim m ektebi m ezunu Lütfiye hanım isminde bir b a yanla evlenm iştir ki bu izdivaçtan çocukları olmamış tır. İyi hatırlam ayorum am a galiba dayım söz konusu m ektepte hocalık yapm ıştır. Ben D.B. Deniz Nakliyatı T.A.Ş.’de Malzeme İk mâl M üdürü iken kulağım dan geçirdiğim bir ra h a t sızlık sebebiyle kendi arzusu ile beş sene evel em ek liye ayrılan 1911 doğum lu Reşat A kad’ım. H alen ben den başkası rahm etli olan babam, annem ve üç ağa beyim istiklâl H arbini m üteakip İstanbul’da o tu ru r duk. Bu sıralarda annem ve ben m ektep tatillerinde* Bursa’ya Şerif dayım lara m isafir gittiğimizi h a tırla rım . Dayım bizleri rahatsız etm em ek için ekseriya odasına çekilir, m ünzevi bir hayat yaşardı. C um huri yetin ilanından sonra dayım ve yengem de İstanbul’a yerleşmişlerdi. Biz o sırada Beşiktaş’da A karetler’de (şimdiki Dispanser olan bina) da otururduk, dayım — 174 —
lara da A karetler’in sonunda Vişnezade’ye sapan yol üzerinde bize yakın bir ev bulm uştuk, orada ikam et ederlerdi. İşte dayım bu evde 1927 yılı Ağustos ayın da vefat etti ve Maçka m ezarlığına defin olundu ki halen m ahfuz olan kabri bu m ezarlığa giren kapının Beşiktaş istitikam etinde, otuz kırk m etre ilerisinde dir. Çok m uhterem ve dayım a düşkün bir hanım efen di olan yengem Lütfiye hanım yıllarca sonra te k ra r evlendi, kendisiyle on, onbeş yıl kadar evvel irtibatı kaybettim . Size daha mufassal bilgi verm ek için araş tırm a yaptım sa da m aalesef bir netice alam adım . Öy le tahm in ediyorum ki o da vefat etm iş olacak. Söz konusu A nadolu’da Tanin büyük him m etiniz le yayınlanmış, bundan duyduğum m em nuniyeti ifa de etm em uzun sürer. Sizden m innet ve şükranla rım ın kabullünü rica ederim. H em benim geçmişteki tatlı ve acı anılarım ın b ir sinema şeridi gibi gözümün önünden geçmesini sağladınız hem de bu günkü genç liğe eski ve yeni Anadolu hakkında b ir m ukayese im kânı vermiş oldunuz. Gerek dayım ın ölümüne yakın tarihlerdeki r a hatsızlığı ve gerekse o tarihlerde benim pek genç ol m am dolayısiyle düşüncelerini öğrenm ek ve tahlil etm ek im kânlarına sahip olamadım. B undan sonra ay nı kitâbın yeni b ir yayını yapılm ayacağı kanaatine sahip olmama rağm en sizin gibi m em leketini seven ve kıym et bilen bir hocaya b ir nebze olsun bilgi v e r m eyi uygun buldum . Bu vesiyle ile derin saygılarım ın k abulünü rica ederim. R eşat Akad
— 175 —
NAZIM H ÎK M ET’İN ŞÎİR Î ÜZERİNE AFŞAR TİM UÇİN’E BİRKAÇ SORU^ -t- Nazım Hikmet’in şiiriyle ne zaman karşılaş tınız?
— Vatan hainlerinin iyi şair olamayacağını bile m eyecek k a d a r toy olduğumuz zamanlar, Nazım H ik m e t adlı iyi b ir şairin vatan hainliği ettiğini duyardık büyüklerim izden. O nlar küçücük bilinçlerinin, kü çücük bilinçleri de küçük gazete patronlarının yalancısıydı - o gazete patronları da faşizmin, başta alman faşizminin yalancısı. Yüzümüz iyice sakallanınca, sa ğımızı solumuzu Nazım H ikm et’in şiirini defterden ya da bellekten döktüren arkadaşlar aldı. Biz bu a r kadaşlara im renmişizdir. Gizli gizli Nazım H ikm et okum ak gizli gizli cıgara içmeye benziyordu, bunun dışında pek bir anlam taşım ıyordu. Nazım Hikmet’i çok sevdik bu arada. O zaman ne yaptığını, ne yapa cağını, neye inandığını, neyin kavgasını yaptığını iyi bilm eyen şair adaylarıydık. (Şimdi şair adayı yok, şimdi şair dediğimiz adam anasının karnından şair çıkıyor ve iki yazıp birini de yayım ladıktan sonra yüksekten atm aya başlıyor.) Biz ustasız çıraklardık, iyi şairleri usta bilerek yetiştik -ne kadar yetiştiysek-, bu iyi şairlerin başında da Nazım H ikm et geliyordu. Ben şimdi bu çalışmamla en baş ustam a olan bor cum u ödüyorum, şiir borcumu. — Sizi bu çalışmayı yapmayai yönelten nedenler nelerdir? — Nazım H ikm et’in ticareti yapıldı. D öndürüp döndürüp «Nazım»ı yazdılar ve sattılar. Bu toplum Nazım H ikm et’e son kazığını böyle attı. Nazım H ik m e t’in yaşam ını şimdi iyi biliyoruz. Bayan V era’nın Nazım H ikm et’e nasıl davrandığını bile öğrenebili riz yakında, bunu Bayan Vera da öğrenir, öğrenir ve — 176 —
şaşar. Ama. eskilerin deyişiyle, heyhat! Nazım H ik m et’in şiirlerini bilmiyoruz. Nazım H ikm et dediği zam an akciğerleri gözüken nice insan onun şiirini doğ ru dü rü st incelememiştir. D üşünün, T ürkiye’de top lumcu gerçekçi şiir Nazım H ikm et’le başlıyor ve N a zım H ikm et’in şiirleri üzerine b ir inceleme kitabı yok. Ben h er şeyden önce bu yokluğun giderilm esine k a t kıda b ulunm aya çalıştım. — Sizce Nazım Hikmet’in önemi nereden geliyor? — Dünya görüşünden ve bu dünya görüşüne d a yanarak yarattığı şiirlerinden. Ödünsüz bir yaşam , ödünsüz bir şiir. Su katılm am ış. Lekesiz. Dosdoğru, apaçık bir bakış. Sululuğa ve gelişi güzelliğe kapalı bir saygılılık. Bu toprakların en büyük ürünlerinden biridir onun şiiri. H er ülkede az yetişen şeyler bizde pek az yetişiyor. H er şey sonunda insan olmak ya da insan olmamak sorununda düğüm leniyor. Çabayı ve ödünsüzlüğü göze alm ak bu. Becerebilene... «İSTANBUL SANAT BAYRAMI» VE «2000 YILINA DOĞRU SANATLAR SEMPOZYUMU» İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi ta r a fından düzenlenen «İstanbul S anat Bayramı» 22 Ekim /13 Kasım 1977 arasında yapıldı. B ayram süresince sempozyum, açık oturum lar, sergiler ve gösterirler vardı. 24/27 Ekim tarihleri arasında yapılan «2000 yılı na Doğru S an atlar Sempozyumu» ilgiyle karşılandı. Y erli ve yabancı sanat ve bilim adam larının sunduğu bildiriler ve yaptığı açık o tu ru m lar sanat konularına yeni y orum lar getirdi. Bu arada böyle bir sem pozyum dan daha geniş kitlelerin yararlanm asının sağlana m am ası eleştirildi. — 177 —
Sem pozyum daki bazı bildiriler dikkati çekti: Teknotrotik Çağda Sanatın Yazgısı (Prof. Safa A rkün) Ülkemizde A rtistik Düzeyde Sanat Eğitimi ve Üze rine Ö rnekler (Veysel Günay) - S anat Eğitiminde K ü ltü rü n Rolü (Afşar Timuçin) - Bireysel ve Top lumsal Yaşamım ızın Vazgeçilmez Parçası Olan Sanat (Plastik Sanatlar Çerçevesinde) (Sami Canel) - A ta tü rk İlkeleri Işığında S a n a t Yönetim i ve Politikam ı zın Temelleri (Prof. Dr. İnal Cem Aşkun) - Sanat Sosyal Yapı ve Çevre İlişkileri ve T ürkiye’de Sanat Eğitimi için Yeni Y öntem ler (Jale Necdet Erzen) Tarihi Çevrenin Geleceği (Prof. Doğan Kuban) - Arts Towards Year 2000 (Albrecht Alexander) - K ültürel Verilerin Değerlendirilm esinde Geleceğe Dönük B i r . Örnek: Safranbolu (Doç. Dr. M etin Sözen) - 2000 Yı lm a Doğru Çevre, Gelecek İçin Çevreselci Bir Düşün Gerekliliği (M ehmet Çubuk, H aydar K arabey, Ülker Seym en) Ayrıca açık oturum lara edebiyat, müzik, sinema, görsel sanatlar dallarında yerli ve yabancı birçok uz m an katıldı. B ayram süresince 22 sergi vardı. A yrıca gösteriler yapıldı ve konserler verildi.
ERAY CANBERK NOBEL EDEBİYAT ÖDÜLÜ 1977 Bu yıl Nobel Edebiyat Ödülünü Ispanya’nın ses siz ve direngen şairi Vicente A leixandre aldı. A leixandre 1898 yılında Endülüs’deki Sevilla k en tinde doğdu. Malağa ve M adrit’de okudu. Sürekli ola rak M adrit’de yaşadı. Franko yönetim inin baskısına karşın Ispanya’dan hiç çıkmadı. B unun nedenlerinden • ! 7
biri sağlık d u rum unun çok bozuk olması, biri de şiir lerinde doğrudan doğruya siyasal bir hava olmam ası dır. İç Savaş sırasında Cum huriyetçilere eğilim gös term iştir. F ran k o ’n u n baskı yönetim i süresince genç şairler için bir yol gösterici olmuş ve doğruluğun, öz gürlüğün, yaratıcılığın simgesi d u ru m u n a gelm iştir. Şiire gerçeküstücülükle başlamış, daha sonra insancı ve İletişimci b ir anlayışla şiirini sürdürm üştür. H a yatın gerçeğini, varoluşu ve doğayı şiirine ana konu edinm iştir. Sağlık d u ru m u elvermediği için yıllardır evinden pek az dışarı çıkan şair, İspanya’nın günlük yaşayı şına, vatandaşlarının baskı yönetim inden gelen acıla rına yabancı kalm am ak için elinden geleni yapm ıştır. Genç şairlerle sürekli ilişkide olması, pek çok genç şairin ilk okuru ve yüreklendiricisi olması bunun en güzel kanıtıdır. Rafael A lberti ve Jorge Guillen’le birlikte yaşayan İspanyol şairlerinin en büyük u sta larından biri sayılm aktadır. Rosa M aria P ered a’yla yaptığı b ir konuşm ada özet olarak şunları söylemektedir: «Beni lanetli b ir şair olarak kabul etm eyin özel likle. Cum huriyetçilere yakınlık duyduğum , savaş şiir leri yazdığım ve bağım lı dergilerle iş birliği yaptı-» ğım kesindir, tıpkı «27 kuşağı»ndan olanlar gibi. K en dimi sürgüne yollatam adığım a üzülm üyorum , yaşa mak istiyordum ve İspanyol halkının kaderini yaşa dım. O nurlu bir biçimde alıp başını giden arkadaşla rım a hayranım am a tarih i onların yaptığı gibi dışta değil de içte yaşayıp gördüğüm için pişm an değilim. Üstelik h er zam an genç kuşaklarca çevrelenm iştim . Bu kuşakların şairleri yıkım dan sonra hem en hem en gizli gizli ortaya çıktı. Ben yasaklanm ış bir şairken onlar beni ayakta tu ttu . Böylece bu küller ülkesinden — 179 —
şiirin yeniden doğuşunu görme talihine erdim.» «Ben Antonio Machad'o’yu okuyarak yetiştim. O benim için bir usta oldu. Az bir süre sonra bütünüyle Ruben Dario’nun şiirini keşfettim . Bu arada Juan Ramon Jim enez’i de saymalıyım.» Aleixandre için Juan Goytisolo da şunları söylü yor: «... Guillen’e değil de A leixandre’ye ödül veril mesi bana anlam lı gözüküyor, m em lekette kalan biri olması nedeniyle. Juan Ramon Jim enez’e ödül veril mişti, sürgündeki şaire; bu kez içerde kalıp karşı ko yan birine veriliyor.» «... Gerçek bağım lılık benim için sözle, en yalın sözle başlar. Üstelik, A leixandre’nin öteki yazarlarla olan ilişkisindeki yiğitliğini de hesaba katm ak gere kir.»
OĞUZ ATAY’I YÎTÎRDİK Hikayeci ve romancı arkadaşım ız Oğuz A tay tu tulduğu hastalığı yenem eyerek 13 aralık günü ara mızdan ayrıldı. Oğuz A tay üstün b ir bilim adamı, değerli bir sanatçı ve eşsiz bir insandı. K ırk üç ya şında ölen arkadaşım ız 1970’de T utunam ayanlar adlı rom anıyla TRT rom an ödülünü almış ve böylece ede b iy at dünyasına katılmış, daha sonra ikinci romanı Tehlikeli Oyuıılar’ı yayımlamış, ayrıca öğretm eni M ustafa în a n ’m yaşam öyküsünü B ir Bilini Adam ının Rom am adıyla rom anlaştırm ıştı. Oğuz A tay kişiliğiy le ve Türkçemize yeni b ir tad getiren yapıtlarıyla h er zaman alınacaktır.
— 180 —
Kitaplar YARINA BAŞLAMAK Şair ve yazar Afşar Tim uçin’in ilk romanı. K av ram yayınlarının rom an ve hikaye dizisinden çıkmış. K onusu iki gencin arasındaki duygulardır. Salt duy gusal bir öykü değil. İlk bakışta bir sevi öyküsü gibi görünen roman, toplum un alt kesim lerinden gelen iki gencin bunalım larını ve tedirginliklerini dile ge tiriyor. Toplumun çelişkileri içinde bunalan, önceleri ne yapm ak gerektiğini bilmeyen, ayrı yolları seçen iki gencin, bilinçlendikten sonra, özde sorunların aynı ol duğunu anladıklarında nasıl b ir araya geldikleri, b ir birlerine yaklaştıkları anlatılm ıştır. Bu duygular ve rilirken yalnız bireysel düzeyde kalınm am ış, toplum sal konular, sanat konuları üzerinde durulm uş. Rom a nın bu yönü ona sağlam b ir içerik kazandırmış. Doğası az b ir rom an olduğu daha ilk başlarda an laşılıyor. F a k a t bu yapıtı kendi gerçeğine daha çok yaklaştırıyor. Toplum dan sıkılmış, değer yargıları de ğişik insanlarla kolay uyuşm ayan içedönük sanatçı, elbette doğaya dönük olmaz. Kendi dünyasında, iste diği b ir değerler b ü tü n ü arayan, bunu bulum ayan k a h ram anlar, düşüncelerini ve istem lerini anlatırken doğa ile pek ilgilenmezler. Yazar, bilinçaltının y arım kalmış isteklerini beklentilerini kah ram an ların durum una uygun olarak daha çok soyut b ir dille anlatmış- Bu yolla yoğun b ir anlatım sağlamış. Birçok konularda tartışm aya girm eden, uzun ve gereksiz bilgilere gir — 181 —
m eden insanı düşündüren b ir yapıt. K ahram anlar bizim rom anlarım ızda az görülen tipler. Ayşe ve Hüseyin. Çok görülen sıradan iki ad. B unlar halktan kişiler. Böylece bunların toplumsal d u ru m u n u anlıyoruz. Öte yandan bu iki tip, davranış ları yüzünden okum a olanağı bulamamış, bulsa bi le tedirgin oldukları için okumamış iki genç, bunlar kendi yollarını bulm uşlar. Bu günkü gençlere ne ka dar yakınlar. K ahram anların diğer b ir yönü salt iyi den yanalar. Tek boyutlu bir tip bunlar. Masal kah ram an ların a benziyorlar. (M.O.) OKULDAN KAÇIŞ E ray C anberk’in dilimize çevirdiği roman. K av ram yayınları Roman ve Hikaye Dizisinden çıktı. M. Moussy ve F. T ru ffau t’nun yazdığı rom anın konusu b ir çocuğun yaşam kavgasıdır. Çocukluk çağından gençlik çağm a giren bir kişinin çıkm azlarını anlatır. Yanlış, sakat ve anlayışsız insanların elinde bulunan eğitim in zararlarını dile getirir. Anne ve babaların ilgisizliği yüzünden kötü yol lara giden gencin, nasıl yalnızlık ve çaresizlik içinde kaldığını anlatan rom an çevrenin eğitim üzerindeki etkilerini göstermesi bakım ından önemlidir. Küçük çocuğu insan saym ayan b ir toplum un yaşamı ne olur sa olsun çocukları m u tlu etm em ektedir. Okuldan K a çış bunun güzel belgesi. Zevkle okuyacağımız bu ro m an şu çümlelerle biter: «Suç bizim, çocuğun ilk baş kaldırm asından sonra onun onüç yaşını aşıp kolayca olgunlük çağma ulaşması için gerekli araçları verm e yen bizim bu suç.» (M.O.) M ONTESQlEU Yazan Cavit O rhan Tütengil. Cem Yayınevinin — 182 —
eğitim dizisinden çıkmış. B üyük Fransız düşü n ü r ve edebiyatçısı Montesqieu, üzerine yapılan b ir a ra ştır ma. Yapıt 1956’da doktora tezi olarak hazırlanm ış, 1957’de T ürk Dil K uru m u n u n bilim ödülünü almış. Tanıttığım ız yapıt ikinci baskıdır. Bazı yönleri yeni-1 den gözden geçirilmiş. Yapıt, bir sunu yazısı, bir önsöz ve l»eş bölüm den oluşuyor. Bu bölümlerde düşünürün, siyasal, top lum sal ekonomik görüşleri verilm iştir. K itapta düşü-1 n ü rü n T ürkler hakkm daki düşünceleri ile T ürk d ü şüncesine olan etkileri üzerinde durulm uş. Bu yönü ile bir kaynak kitap niteliği taşıyor. (M.O.) GENEL DİLBİLİM DERSLERİ I F erdm and de Saussure’ün yazdığı ve Berke Vard a r’m dilimize çevirdiği kitap, T ü rk Dil K u ru m u Y a yınları arasında çıktı. Dilbilime yeni boyutlar getiren b u yapıt, yapısalcı görüşün de öncülüğünü yapm ıştır. Dile yapısalcı b ir yaklaşımla bakan yazar, dili top lum sal ve yapısal b ir bütünlük içinde ele alıyor. Di lin bizde bilinm eyen b ir tanım ını veriyor. Bu yönü ile okul kitaplarım ıza kadar giren yanlış bir tanım ı düzeltmesi bakım ından önemlidir, ö te y a n d a n bizde çok az görülen genel dilbilim çalışm alarına da ışık tu tacak niteliktedir. Y apıt şu bölüm lerden oluşmuş: 1 — Giriş: Bu bölümde, dilbilim in konusu, ta rih çesi, diğer bilimlerle olan ilişkisi, sözlü anlatm a, yazı gibi konular üzerinde durulm uştur. 2 — Birinci Kesim: Üç alt bölüm den oluşmuş; Dil göstergelerinin niteliği, dil göstergelerinin değişirliği ve değişmezliği, üçüncü bölümde dural dilbi lim ile evrim sel dilbilim arasındaki ayrıcalıklar an latılmış. 3 — İkinci Kesim: Eş zam anlı dilbilim çeşitli ko — 183 —
nuları ele alınm ıştır. GÎDERAYAK’TAN ACILAR DÖNEMİ’NE Şükran K urdakul’un ilk şiir kitapları Tomurcuk ve Zevklerin ve H ülyaların Şiirleri ilkgençlik döne m inin heveslilik ürünleridir. Dünya görüşüyle b ir likte oluşan şiirini belirleyen kitabıysa 1956 yılında yayınlanan G iderayak’dır. Nice K aygılardan Sonra 1963’de, İzm ir’in İçinde Aıneırikaaı Neferi 1965’de, Halk O rd u lan 1969’da yayınlanır. Son kitabı A cılar Dönemi şiircesinin (poetika) gelişim ve değişim çizgi sini taşıyan bir şiir kitabı. Duygu ağırlığı bakım ın dan G iderayak’a yaklaşan, yer yer G iderayak’ı anış tıran Acılar Dönemi toplumcu gerçekçiliği dünya gö rüşü edinmiş b ir şairin b ir anlam da kendiyle hesap laşmasını da getiriyor. Nereye çevirsem gözlerimi Şaşıyorum kendi kendim in ardından. Hem en hem en h er şiirde bu hayat dökümü, edim lerini değerlendirm e, ölçüye vurm a isteği var. Top lum sal gerçekçilikle bireysel duygululuğun birbirini yok etm eden şiirde yerini alma çabası ağır basıyor K urdakul’un son şiirlerinde. İzm ir'in içinde A m erikan Neferi ve Halk O rduları b ir coşku döneminin tan ık lığını üslenmişti, Acılar Dönemi’yse K urdakul’un şiircesindeki bir denge döneminin tanıklığını yapıyor. (E.C.) HÜ SEY İN YURTTAŞ VE ÖZĞÜR COŞKUN’UN İLK ŞİİR KİTAPLARI Uzun süreden beri dergilerde şiirlerini okuduğu m uz H üseyin Y urttaş’m ilk şiir kitabı Gelincik G ün leri adım taşıyor. Y urttaş’m şiirlerinde ilk göze çar pan özellik deyişindeki gür seslilik. Coğrafyası geniş — 184 —
bir şiir. Ne kentlerin sınırlı yayılım ında boğuluyor, ne de kırsal bölgelerin sınırsız alanlarında yitiyor. Bu özellik Y urttaş’m şiirine ilerde özgünlük kazandıra bilir. Y urttaş’m üstünde durm ası gereken konu şiirin bütünlüğü içinde zam an zaman uyum u bozan dizeler olşa gerek. Örneğin: çorbaya talim eder elbet dolmuşçu filintalar. Şiirin işçiliğini yabana atm ayacağını Hüse yin Y urttaş’tan bekliyor ve um uyoruz. Özgür Coşkun’un ilk şiir kitabı Biz Y aşamayı K a v ga Belledik toplum sal gerçekçi şiirin oldukça değişik bir ürünü. Yaşadığı dünyadaki haksızlıkları onurlu bir biçimde kabullenen, halk hoşgörüsünü belli b e lirsiz bir hicivle şiircesine sokmuş bir şair Özgür Coş kun. Şiirlerinde um utlu olmanın hoşgörüsüyle sava şım yapm anın kesinliği var. Güncelliğin aldatıcı ve çekici tuzaklarına düşmediği ve belirlediği şiirsel çiz gisini geliştirdiği sürece Özgür Coşkun’un başarılı y a pıtlar vereceğine inanıyoruz. (E.C.) BEN ÖLMEDEN ÖNCE' Ben Ölmeden Önce genç şair H üseyin Avni Dede ’nin üçüncü şiir kitabı. Bu kitaptan önce Şairler Üzülmesin ve Acıya K urşun Geçmez şiir kitaplarını yayınlamış. H üseyin Avni Dede’nin özelliği kendi k i taplarını doğrudan doğruya kendi eliyle halka, okura ulaştırması. Böylece ilginç gözlemlere ve deneyim lere ulaşm akta. Şiirlerinde şairce yaşayan bir insanın d u yarlığı ağır basıyor. (E.C.) BARHM S’I SEVER MİSİNİZ? R rahm s’ı Sever Misiniz? fransız yazarı Françoise Sagan’m en ünlü yapıtıdır. Y ayım landığı yıllarda b ü yük yankı uyandırm ış, filmi ilgiyle izlenmiş, bugün de beğenilen yum uşak bir rom andır Bvahms’ı S e v e r — 185 —
Misiniz? Selkan yayınları, bu kitabı Eray Canberk’in çevirisiyle yayım ladı. (A.T.) OTURMA İZNÎ Derinlik yayınları, T ürk Yazarları dizisinin birin ci kitabını çıkardı: O tu n n a İzni. Yüksek P azarkaya’ m n yirm i üç öyküsünü içeren O tu rm a İzni, yazarın V arlık dergisinde ve Varlık YıUığı’nda çıkan ürünle riyle Alm an Radyolar Birliği için yazdığı ürünleri içeriyor. (A.T.) DERİNLİK YAYINLARI ÇOCUK KİTAPLARI Derinlik yayınları, Necati Tosuner’in ilgi çekici iki kitabını yayımladı. Çocuklara kitaplar dizisinden çıkan bu kitapların adları: Keleş Osman Evden K a çıyor ve Keleş Osm an’ın T arih’le Başı D ertte. Temiz b ir anlatım la yazılmış olan bu iki küçük ama usta işi kitap, küçüklerin olduğu kadar büyüklerin de il gisini çekecektir. Derinlik yayınları, bu arada, Ali Piisküllüoğlu’nun Çocuklara Şakacı Şiirler adlı şiir derlem elerini de yayımladı. (A.T.) BEHRENGİ’NİN ÇOCUK ÖYKÜLERİ Sam et Behrengi’nin Küçük K ara Balık, B ir Şeftali Bin Şeftali, Püsküllü Deve adlı çocuk öyküleri Rıza H azer ve Remzi İnanç’ın çevirileriyle tek kitap h a linde yayım landı. K itabın sonunda Sam et Behrengi üzerine bilgiler ve Sam et Behrengi’nin fotoğrafları yer alıyor. Kitap, Toplum Kitabevi, Zafer Çarşısı, Yenişehir-Ankara adresinden sağlanabilir. (A.T.) ARA SOKAK Çevirm en G üler Dikmen, adını daha önce bilm edi ğim iz bir doğulu yazarın, Necib M ahfuz’un A ra Sokak — 186 —
(Sukak El-Midak) adlı rom anını dilimize çevirdi. Y a p ıt, H ü rriy e t yayınları arasında çıktı. (A.T.) DENEMELER, DENEM ECİLER A N TO LO JİSİ Değerli yazar ve şair ism et Kem al K aradayı, Deııem eier-Denem eciler Antolojisi adlı bir kitap çı kardı. Bu kitapta yerli ve yabancı elliye yakın dene^ m eçinin yaşam öyküleri, fotoğrafları ve yazılarından örnekler yer alıyor. Bu geniş antoloji sık sık başvu rulabilecek b ir elkitabı niteliğindedir. (A.T.) SİSL ı - KURTARILM IŞ HAZÎRAN Necati Tosuner’in dördüncü hikaye kitabı Sislî, D erinlik yayınları arasında çıktı. Necati Tosuner 1965’ de Özgürlük m asalı’nı, 1969’da Çıkm azda’yı, 1972’de K a m b u ru çıkarmıştı. Sisli’de on altı hikaye var. K i tap «îstanbul-12 M art dönemi-Almanya öykülerini içeren bölüm lerden oluşuyor.» Derinlik yayınları bu arada Hulki A ktunç’un K urtarılm ış haziran adlı h i kaye kitabını da çıkardı. (A.T.) ÖZıGÜRLÜKLÜK SORUNU VE HUKUK. M. Niyazi ö k te m bu doktora çalışmasında, öz gürlük sorununu, felsefe, psikoloji, siyaset düzeyle riyle ilişkisi içinde ele alıyor. Ayrıca, özgürlüğün an lam ve önemi, özgürlüğün değişik düzeyleri ve top lum sal uzanım ları inceleniyor bu kitapta. K itap beş bölüme ayrılıyor: «özgürlük sorununun felsefedeki yeri», «özgürlük sorununa psikolojik yak laşımlar», «özgürlük sorununa kalıtım sal ve biyo-fiziksel yaklaşımlar», «özgürlük sorununa politik yak laşımlar» ve «toplum içindeki insan olgusu ve toplum sal belirlemeler». Birinci bölümde özgürlük sorunu değer k av ram ı — 187 —
n a bağlanıyor: «Değerlerin içeriğini kötüleştiren in sandır; kendi çıkarları uğruna zaman zaman değersi zi değerli gösterm iştir. Zaten değer hakkında olan kuşkuların nedeni ve kökeni, çıkarcı düşüncede y a t m aktadır. Sosyo-politik alanda bu çok daha yaygın dır. Siyasal ve toplum sal gücü ellerinde bulunduran lar, kendi çıkarlarını zaman zaman toplum a «değer»li olarak gösterip, onları benim setm eğe uğraşm ışlardır. Baskının, terörün, söm ürünün, eşitsizliğin geçerli ol duğu siyasal rejim lerde görülen bu durum u, değerin özgürlükten ayrılm adığının beliti olarak kabul ede biliriz». İkinci bölümde özgürlük sorununa psikolojik y a k laşım lar ele alınırken, bu yaklaşım ların, özgürlük so ru n u n a tek katkısı soruna yeni boyutlar getirmiş ol m alarıdır deniyor. Üçüncü bölümde özgürlük sorununa kalıtım sal ve biyofiziksel yaklaşım lar konu ediliyor: «kalıtımın ro lünü kabul etsek dahi, akıl ve bilinç sahibi insan, be ğenmediği kalıtım sal yapıyı aşıp, onu değiştirebilir». Uzun ve ayrıntılı bir bölüm olan dördüncü bö lüm de yazar, değişik bir ölçütten yola çıkıyor ve bu ölçüte göre siyasal yaklaşım ları iki bölükte topluyor: «burada da idealist-m ateryalist ayrım ını yapabilir dik; bu ayrım ı felsefede kullanm ayı yeğledik. Öz g ürlük sorunu politika içinde incelenirken, onun ya nında ve karşısında yer almak daha uygun bir ölçüt olur». Yani, bir siyasal yaklaşım, özgürlüğe karşı tu tum almasıyla ya da yanında yer almasıyla değerlen dirilecektir. Beşirçci bölümde özgürlük sorunu, iç-özgürlük dış-özgürlük ayrım ına göre inceleniyor, yazar bu a ra d a birtakım tanım girişim lerinde de bulunuyor: «in sanın, akıl veya sezgi aracılığıyla değerleri bulması; — 188 —
akıl ve deneyle toplum ve doğanın yasalarını ta n ı ması, onlar karşısında değere dayanan sorum luluk esasına göre tu tu m alması özgürlüktür». Bireysel dü zeyden toplumsal düzeye geçiş anlam ına gelen dış-özgürlükle birlikte, varolan siyasal rejim lerin eleştiri sini buluyoruz: «insanların m utluluğu ve özgürlüğünü gerçekleştirm ek savıyla ortaya çıkan iki büyük siya sal, sosyal ve ekonomik sistem özgürlük karşısında aslında olumsuz b ir tu tu m içindedirler. B ir başka top lumsal yaşam düzeni, üçüncü bir yolun gerekliliği or tay a çıkıyor». Bu yolun ne olduğunu az sonra öğre niyoruz: «üçüncü yol bireyi, bir plan dahilinde eko nom ik olarak özgürleştiren sosyal demokrasi yolu dur». Y azar bu yeni yolun ülküsünü de şöyle belirli yor: «sosyal demokrasi, hukuk devletinin öğeleri olan tem el hak ve özgürlüklerin güvence altında olması nın, kanunların genel ve anayasaya uygunlüğüııun, idarenin hukuka saygılı olmasının ve özgürleşmeyi sağlayan m eşru hukuk düzeninin devlet sistemidir». (M.S.)
ÖZÜR A dalet Ağaoğlu arkadaşım ızın geçen sayıda y a yınlanan hikayesinde satırlar karışm ıştır. B una göre, 91. sayfada 28. satır 32. satıra konulacaktır. A yrıca K itaplar bölümünde Hüseyin Avni Cinozoğlu’nun k i tabı H e r Şafakta B üyüdüler yerine yalnızca B üyü düler yazılmıştır. Y azar arkadaşlarım ızdan ve okur larım ızdan özür dileriz. — 189 —
D Ö N EM EÇ / 10 Lira . P.K. 41 K o nak /İzm ir T Ü R K İY E Y A Z IL A R I / 15 Lira P.K, 387 K ızılay/A nkara P IN A R / 10 Lira Nuriosmaniye cad. 8/3 C ağaloğlu/İstanbul
EGEM EN BERKÖZ / ÇİN A SKERİ AH DEVRAN (Şiirler) F iyatı 5 Lira EGEMEN BERKÖZ / YALNIZLIKLAR YALNIZ LIKLAR (Şiirler) Fiyatı 10 Lira AFŞAR TİMUÇİN / BÖYLE SÖYLENMELİ B İ ZİM TÜRKÜMÜZ F iyatı 10 Lira İsteme Adresi: K avram Yayınları, P.K.: 1381 Sirkeci - İstanbul .
A. KADİR M utlu Olmak Varken (2. Baskı) ...................... 1938 H arb Okulu olayı ve Nazım H ikm et (3. Baskı) .................................. B ugünün Diliyle M evlânâ (5. B a s k ı).............. B ugünün Diliyle H ayyam (3. Baskı) ............... Filistin Şiiri (A. Timuçin'le) (2. Baskı) ........... V ietnam Şiiri (A. Tim uçin’le) .......................... H alk ve Demokrasi Şiirleri I .......................... H alk ve Demokrasi Şiirleri I I ..................... İstem e adresi: P.K. 58 Beyazıt/İSTANBUL
190 —
25 Lira 20 15 10 20 10 15 20
Lira Lira Lira Lira Lira Lira L ira
ÇAN YAYINLARI Aşağıdaki kitapları hiçbir fiyat bindirimi yapm adan sunar 1. Çağlınızın G erçekleri (Sartıe), 10 TL. 2. Çağûaş Politika Sorunları, 5 T L. 3. Filozofça Düşünceleı (Diderot), 10 TL. 4. G üneş Ülkesi (Campanella), 10 TL. 6. Toplum Sözleşmesi (Rousseau), 15 TL. 7. A ydınlar vc T oplum (Gramsci), 4 TL. 8. Lykurgos’u n H ayatı, 4 TL. 9. Bugünkü D ünyam ıza Bakış (Valéry), 7.50 TL. 10. Kapitalizm (Lefèvbre), 5 TL. 11. Devlet İnsanım (V. Günyol), 15 'TL. 12. Bu Cennet Bu Cehennem (V. Günyol), 15 TL. 13. Devrim in E;:ğrı:ûtlnn (Robespierre), 10 TL. 14. Devrimle G elen (Saint-Just), 12.50 TL. 15. H er Yönü İle Ler.in (D. Shub), 20 TL. 16. Politika Sanatı (G. Bouthoul), 25 TL. 17. Çalakalem (V. Günyol), 30 TL. 18. M arksçı H um anizm a (Mühlestein), 10 TL. 19. Prens Lutfullab Dosyası, 10 TL. 20. Maritsçılık ve Bilimsel Düşünce, 10 TL. Üst fiyalı 200 TL. den aşağı olm am ak koşulu ife yukarıdaki kitapları
yüzde yirmibeş indirimle
ala
bilirsiniz. Posta ile istenen kitapların karşılığı önce den posta havalesiyle gönrerilmelildir. Y E N İ U FU K L A R : P.K. 1034, K araköy, İstanbul
B İR İK İM / 20 Lira P.K. 538 Sirkeci/İstanbul OLU ŞUM / 10 L ira Bağış sok. 35/5 K üçükesat/A nkara
— 191 —
KAVRAM YAYINLARI
. Bilim ve Felsefe Dizisi A R /STO T EL E S F E L S E F E S İ/ Afşar
Tim uçin
......................................... 15 Lira
D İY A LEK TİK A RA ŞTIRM ALA R / Lucien G oldm ann ......................................... 20 Lira İNSAN B İLİM LER İ V E FE LSE FE / Lucien G oldm ann ......................................... 20 Lira DESCARTES / Afşar Tim uçin (İkinci Baskı) .................... 20 Lira T a rü ı/B elg e/G ezi/A n ı Dizisi A N A D O L U ’D A T A N İN / Ahmet Şerif ................................ 35 Lira Sanal ve Edebiyat Dizisi N A Z IM H İK M E T İN ŞİİRİ / A fşar Timuçin .................... 30 Lira Rom an ve H ikâye Dizisi A C I / A ndré de Richaud
..................................... 15 Lira
SİSLER R IH T IM I / Pierre M ac Orlan Y A R IN A BAŞLAMAK (İkinci
/
........... .................... 15 Lira
A fşar Timuçin
Baskı)
......................................... 20 Lira
O K U LD A N KAÇIŞ / M. Moussy - F. T ru ffau t (İkinci
Baskı)
......................................... 20 Lira
(Felsefe Dergisi okurlarına % 2 5 indirim ¡yapılır. Tek kitap is teklerinde pul gönderilmesi rica olunur. Yazışma ve havale ad resi: P.K. J381 Sirkeci/İstanbul. Yönetim yeri: Nuruosm aniye cad. A ta İşhanı 34/203 Cağaloğlu / İstanbul.)
— 192 —
KAVRAM
YAYINLARI
3 0 L ÍH A