Georges Perec
UYUYAN ADAM
Gcorgcs Percc 1936'da Paris'te doğdu. l954'te haşladığı ta rih öğrenimini kısa sürede bıraktı. 1960'ta Pı:ıulette P�tras ile evlendi. l 965'ıe Les Cfıoses (Şeyler, Metis Yaymlı:ırı, 1988) ı:ıdlı kitabıyla Renaudot ödülünü kaJ..andı. 1960'tı:ı Raymond Queneau (matematiğe tutkun bir edebiyatçı) ve François Le Lionnais (edebiyata tutkun bir maıemaıikçi) tarafından kuru lan ve "yazarların nasıl isterlerı;e öyle kullanabilecekleri ye ni biçimler, yeni yapılar arayışı"nı (Queneau) kendine amaç edinen OULIPO'ya (Ouvroir de Litu!rature Potentielle - Po tansiyel Edebiyat işliği) katıldı. Kitaplarının hemen hepsinin belli bir otobiyografik damga t�ıdıklannı söyleyen Perec, çalışmasının dört ufkunu belirleyen dön kuıbun -kendisini çevreleyen dı.lnya, kendi tarihi. dil. kurgu-ötesinde. yalarlık tutkusunun, çağının tüm edebiyatını katetmek olduğunu. ama hunu kendi ayak izlerinin üzerinden yeniden geçerek değil. sürekli hareket halinde, sürekli yürüyerek yapmak is tediğini söyler. Yapıtlannı başka yapıtlardan oluşan bir bütü nün parçası olarak niteleyen yazar, hep yeniden okuduğu, alttan alta yanıt verdiği, irdelediği, kendine kaymık olarak gösterdiği yazarlar arasında Flauben, Kafka. Joyce, Jules Vcrne, Queneau ve Leiris'i de sayar. Percc 1982'de, Ivry'de. bronş kanserinden ölmüştür. Başlıca yapıtları arasında şunlan sayabiliriz: Lt•.f Clıoses (1965, Şeyler, Metis Yayınlan, 1988, 1998), Un Jıomnıe qui dorı (1967. UyuyaııAdam, Metis Yayınları. 1990. 2000) , la Dispariıioıı (1969, Yokolma), la Bouıique nbscure (1973, Karanlık Dükkiin), Ewecrs d'espaces (1974. Mekan Türle ri), W ou le Soııveır ir J'en/aııce (1975. W ya da Çocukluk Anısı. Mcıis'ıen yayımlanacak). Tenıaıive J'ipuiseıııeııı d'uıı /ieıı f"lri.fieıı ( 1975, Bir Paris Mekanını Tüketme Girişimi), AlpJıabets ( 1976. Alfabeler), leme souviens(1978, Anımsı· yorum), Uı Viemode d'empfni(l978. Ytqam Kul/aırma Kıla· vu;:u. YKY, 1996), Moıs croisis (1979, 1986. Bulmacalar ( l ki ci it]), Uı CWıııre et auıres poemes( J 980, Çit ve Diğer Ş i irler), Peııser!Clas:rer( 1985. Düşünmek/Sınıflandırmak).
~Nakkal.in Kütüphanesi~
©Bu çevirinin bütiln yayım haklan Metis Yayınlan'na aittir. Birinci Basım: Ekim 1990 ikinci Basım: Haziran 2000 Yayın Yönetmeni: Milge Gilrsoy Sökmen Kapak Resmi: YvesTanguy, Yavaşlık Günü Kapak Tasanmı: Semih Sökmen Dizgi ve Baskı Öncesi Hazırlık: Metis Yayıncılık Lıd. Kapak ve iç Baskı: Yaylacık Matbaacılık Ltd. Cilt: Sistem Milcel!ithancsi
ISBN 975-342-279-2
GEORGES PERE C
UYUYAN ADA M Fransızca'dan Çeviren: sası DOLANoGLU
METiS
YA YINLARJ
Paıdette için in memoriamj.P.
1
Evinden çıkman gerekmez. Masandan kalkma ve dinle. Hatta dinleme, yalnızca bekle. Hatta bekleme bile, kesinlikle ses siz ve yalnız ol. Dünya, maskesini düşüre sin diye, Belip kendini sunacaktır sana, başka türlü olamaz; kendinden geçmiş bir halde eğilecektir önünde.
FRANZKAFKA (Giinah, Aa, Umul R' Dop-u Yol Ouruıe Dilpinakr)
GÖZLERiNi KAPAR KAPAMAZ, uykunun serüveni başlıyor. Belleğinin, bir yansıma sayesinde lavaboya, bir kitabın biraz daha açık gölgesi sayesinde etajere yeniden hayat vererek, asılı giysilerin daha koyu kütlesini belirginleşıirerck, pencere nin ışık geçinnez karesi sayesinde binlerce kez katettiğin yol lan yeniden çizerek onları zahmetsizce tanımladığı odada, ay nntıların parçalara böldüğü o karanlık hacimdeki bildik alaca karanlığın yerini, bir süre sonra, iki boyutlu bir uzay alıyor; sanki, tam dikey olmasa da, burnunun direği üstünde duran ve böylece gözlerinin düzlemiyle küçücük bir açı yapan, sınırlan belirsiz bir tablo vannış gibi; bu tablo sana önce tekdüze bir grilikte, daha doğrusu nötr, renksiz, biçimsiz görünebilir, an cak, kuşkusuz kısa süre içinde en az iki özelliği olduğu ortaya çıkar: Bunlardan ilki, gözkapaklanm biraz sıkıca kapadığın da, tablonun az çok kararmasıdır; daha kesin belirtmek gere kirse, gözlerini kapadığında kaşlannın çizgisi üzerinde mey dana gelen kasılmanın, sanki, vücuduna oranla düzlemin eği mini değiştirme gücü varmış, sanki kaşlarının çizgisi birleşme noktasını oluşturuyormuş ve bunun sonucunda -bu sonuç apaçık ortada olması dışında tanıtlanamamakla birlikte- algı ladığın karanlığın yoğunluğunu ya da niteliğini değiştirme gücü varmış gibi; ikincisi ise, bu uzayın yüzeyinin hiç de düz gün olmadığıdır, daha kesin belirtmek gerekirse, karanlığın dağı lımı, yayılımı homojen bir biçimde olmamaktadır: Başka deyişle üst bölge açıkça daha karanlıktır, sana en yakın görü-
nen alt bölge ise -yakın uzak, yukan aşağı, ön arka kavramla
rı
kesinliklerini çoktan gözle görülür şekilde kaybetmişse de
hem çok daha gridir, yani başta sandığın gibi nötr olmayıp çok daha beyaz, adamakıl l ı beyazdır, hem de bir, iki ya da pek çok çeşit kese, kapsül içennekte ya da taşımaktadır; bir göz yaşı bezini düşün örneğin, biraz onun gibi, kenarlan ince ve tüylüdür, içlerinde ise çok çok beyaz, bazen ipincecik çubuk lar gibi çok ince, bazen çok daha kalın, hatta solucanlar gibi kaygan panltılar tıtreşır, kımıldanır, eğılıp bıikiılıir B u panltı lann, her ne kadar panlll sözcüğü burada bütünüyle yanlış ka çıyorsa da, kendilerine bakılamaması gibi tuhaf bir meziyetle ri vardır. Dikkatini onlara biraz fazla yönelttin mi, k i bunu yapmamak imkinsız gibidir, çünkü karşında d.ıı.nsederler ve geri kalan her şey varla yok arasında gidip gelir, gerçekten de kaşlannın birleşme noktasından ve karanlığın düzensiz bir bi çimde yayıldığı bu
zar
zor algılanabilir iki boyutlu pek belir
siz uzaydan başka hissedilebilir bir şey kalmaz, ama onlara bakar bakmaz -gerçi bu sözcük artık, doğal olarak, bir şey ifa de etmemektedir- örneğin onlann biçimleri ya da özleri ya da bir aynntı hakkında az da olsa kesin bir şeyler bilmeye çalıştı ğın anda, kendini, gözlerin açık olarak, pencerenin -kese ya da keselerle penceren arasında hiçbir benzerlik olmamakla birlikte- yeniden kareye dönüşen o ışık geçinnez dikdörtge nin karşısında bulacağından emin olabilirsin. Ne var ki, göz lerini tekrar kapamandan az sonra yine belirirler ve onlarla birlikte, kaşlannla eklemlenen oldukça eğimli uzay da belirir; büyük ola.'iı lıkla bu pan ltılar bir önceki sefere oranla değişme mişlerdir. Yine de bu değişmezlikten tamamen emin olamaz sın, çünkü kestirilmesi güç bir sürenin sonunda, ve henüz bü tünüyle ortadan yok olduklannı doğrulamanı sağlayacak hiç bir şey yokken, gözle görülür bir şekilde solduklarını saptaya bilirsin. Şimdi, hiili kaşlannı uzatıp kısaltan deminki uzaya ait, zebra postu gibi çubuklu, grinin tonlarından oluşan bir tür resimle karşı karşıyasın, ama bu uzay öylesine biçimsizleşmiş
10
ki sanki sürekli sola kayıyor; ona bakabilirsin, bütünü alt üst etmeden, ani bir uyanışa meydan vermeden onu keşfe çıkabi lirsin, ancak bunun hiçbir ilginç yanı yok. Asıl sağ tarafta bir şeyler olmaktadır, sanki hemen arkada, hemen yukarda, he men sağda duran bir tahtadır bu seferki. Tahta gözükmüyor kuşkusuz. Sadece onun adeta sert olduğunu biliyorsun, gerçi üstünde değilsin, çünkü çok yumuşak bir şeyin, kendi vücu dunun üstündesin. İşte o anda çok şaşırtıcı bir şey oluyor; ön celikle üç uzay var, bunlan birbirine kanştırman imkansız; se nin yumuşak, yatay ve beyaz olan yatak-vücudun; sonra gri, vasat, yanlamasına bir uzayı yöneten kaşlannın çizgisi, en so nunda da tahta, üstte hareketsiz duran ve çok sert olan, sana paralel ve belki de ulaşılabil i r olan tahta. Şurası çok açık ki, açık olan tek şey de budur aslında, eğer tahtanın üzerine tır manırsan, uyursun, tahta uyku olur. Bütün bunlar çok zamanı nı alacak gibi görünüyorsa da işlemin temel kuralı çok basit tir: Yatağı, vücudu tek bir nokta, bir bilya oluncaya kadar to parlamak, veya, ki bu da aynı kapıya çıkar, vücudun tüm pör süklüğünü yoğunlaştınnak, bu pörsüklüğü tek bir yere topla mak gerekir; örneğin, bir bel omunmun içine toplamak gibi. Ne var k i şu anda, vücudun o
az önceki
güzel birlikteliğinden
eser yoktur, her yöne yayılmaktadır. Ayak parmaklanndan bi rini, baş pannağını, ya da uyluklannı merkeze doğru döndür meye çalışırsın, ama her seferinde unuttuğun bir kural vardır, ki bu da tahtanın sertliğini hiç gözardı etmemek gerektiğidir; kurnazca davranman, vücudun bir şeyden kuşkulanmadan, hatta sen bile bunu kesin olarak bilmeden, onu toparlaman ge rekiyordu, ama artık çok geç, nicedir çok geç, ve sonuçta tu haf bir şey oluyor: Kaşlarının çizgisi kınlıp ikiye aynlıyor ve merkezde, iki gözün ortasında, sanki birleşme noktası bütün vücudu ayakta ıutuyormuşcasına ve birleşme noktasının tüm gücü bu yerde toplanmışcasına, birden belirgin bir ağn ortaya çıkıyor, kesinlikle bil inçli bir ağrı ve sen bunun en adisinden bir baş ağrısı olduğunu hemen anlıyorsun.
il
ESKiDEN hizmetçi odası olarak kullanılan odanda, üstün çıp lak, sadece pijamanın altını giymiş olarak, yatak işlevi gören dar sedire oturmuşsun; dizlerinin üzerinde, yüz on ikinci say fası açılmış bir kitap, Raymond Aron'un Sanayi Toplumu Üze rine Dersler'i duruyor.
Önce sadece bir tür bıkkınlık, yorgunluk; kassız ve ke miksiz olmanın, alçı çuvalları ortasında bir alçı çuvalı olma nın boğucu ve yapışkan duygusuyla, sanki çok uzun süredir, saatlerdir, sinsi, uyuşukluk veren, verdiği ağn hafif ama daya nılmaz olan bir rahatsızlığın pençesine düştüğünü birden fark etmiş gibi. Güneş çatıdaki çinko levhalara vuruyor. Karşında, gözle rinin hizasında, akçaağaçtan bir'etajerin üzerinde, yansı bo şalmış kirlicene bir neskafe fincanı, bitmekte olan bir paket şeker, beyazımtırak sahte opalinden eşantiyon bir küllüğün içinde kendi kendine yanan bir sigara duruyor. Yandaki odada biri gidip geliyor, öksüıii yor, ayaklannı sürüyor, mobilyaların yerini değiştiriyor, çekmeceleri açıyor. Sahanlıktaki lavabonun musluğundan sürekli olarak s u damlı yor. Saim-Honore sokağının gürültüleri buraya kadar geliyor. Saint-Roch kilisesinin çanı ikiyi vuruyor. Gözlerini kaldı rıyorsun, okumana ara veriyorsun, ama uzun bir süredir zaten okumuyordun ki. Açık kitabı yanına, sedirin üzerine bırakı yorsun. Elini uzatıp küllükte tüten sigarayı söndürüyorsun,
13
fincandaki neskafeyi bitiriyorsun; ı lınmış, çok şekerli, biraz acı. Terden sın lsıklamsın. Ayağa kalkıyorsun, gidip pencere yi kapatıyorsun. Ufacık lavabonun musluğunu açıyorsun; al nını, enseni, omuzlannı ıslak bir bezle siliyorsun. Kollannla bacaklannı kıvınp, dar sedirin üzerine yan yatıyorsun. Gözle rini kapıyorsun. Başın ağır, bacakların uyuşmuş.
Daha sonra, sınav günün geliyor ve sen kalkmıyorsun. Önceden düşünülmüş bir hareket deği l bu, bir hareket de değil zaten, bir hareket yokluğu, yapmadığın bir hareket, yapmak tan kaçındığın hareketler. Erken yatmışım, rahat bir uyku çek miştin; çalar saatini kurmuş, çaldığını işitmiş, çalmasını bek lemiştin, en azından dakikalarca beklemiştin, ya sıcaktan ya ışıktan, ya da sütçülerin, çöpçülerin gürültüsünden, ya da bek lemekten uyanmışım zaten. Çalar saatin çalıyor, kesinlikle kımıldamıyorsun, yatağın da kalıyor, gözlerini yeniden yumuyorsun. Komşu odalarda başka çalar saatler çalmaya başlıyor. S u seslerini, kapanan ka pılan , merdivenlerdeki hızlı ayak seslerini işitiyorsun. Saint Honore sokağı araba gürültüleri, lastik gıcırtılan, vites değiş tirmeler, kesik kesik koma sesleriyle dolmaya başlıyor. Pan curlarçarpıyor, satıcılar kepenklerini kaldırıyorlar. Kımıldamıyorsun. Kımıldamayacaksın. Bir başkası, bir benzerin, senin hayaletimsi, işine düşkün bir eşin artık yap madığın hareketleri, senin yerine, bir bir yapıyor belki: Kalkı yor, yıkanıyor, traş oluyor, giyiniyor, çıkıyor. Onun merdi venlerde sekmesine, sokakta koşmasına, otobüse tam kalkar ken yetişmesine, söylenen saatte nefes nefese, neşeyle salo nun kapısına vannasına ses çıkarmıyorsun. Genel Sosyoloji Yüksek Öğrenim Sertifikası. Birinci yazılı sınav. Çok geç kalkıyorsun. Orada, çalışkan ya da sıkıntılı baş lar düşünceli düşünceli sıralann üzerine eğiliyor. Arkadaşlan-
14
nın belki de endişeli bakışlan senin boş kalan yerine çevrili yor. B i ldiklerini, düşündüklerini, yabancılaşma üzerine, mo dernlik ve boş zamanlar üzerine, � nıurlar ya da otomasyon üzerine, başkasını tanıma üzerine,.,. ocqueville'in rakibi Marx: ' üzerine ukacs'ın düşmanı Weber zerine senin neler bildiği
i.
fi
ni, neler düşündüğünü, neler düşünülmesi gerektiğini bildiği ni dört, sekiz ya da on iki sayfada söylemeyeceksin. Söyleye cek bir şeyin de yoktu zaten, çünkü pek bir şey bilmiyorsun ve hiçbir şey de düşünmüyorsun. Yerin boş kalıyor. Lisansını bitirmeyecek, diploma için çalışmaya asla başlamayacaksın. Artık öğrenim yapmayacaksın. Her günkü gibi, büyük bir fıncan neskafe yapıyorsun; içi ne, her günkü gibi, birkaç damla şekerli konsantre süt koyu yorsun. Yıkanmadan yarım yamalak giyiniyorsun. Üç çift ço rabı, pembe plastik bir leğende suya bastınyorsun.
Adayların kavrayışına sunulan konulan öğrenmek için sı navın çıkışına gitmiyorsun. Her gün olduğu gibi, ama özellik le istisnai bir önem taşıyan bugün, dostlarını bulmak için alış kanlığın seni sürüklemesi gereken kahveye gitmiyorsun. Dostlarından biri, ertesi sabah, odana çıkan altı kat merdiveni tırmanacak. Merdivende ayak seslerini tanıyacaksın. Kapına vurmasına, beklemesine, yeniden biraz daha hızlı vurmasına, birkaç dakikalığına evden uzaklaşıp ekmek, kahve, sigara, ga zete ya da postayı almaya indiğin zaman genellikle kapı per vazının üzerine bıraktığın anahtarı aramasına, biraz daha bek lemesine, hafifçe kapıya vurmasına, alçak sesle sana seslen mesine, duraksamasına ve ağır ağır aşağı inmesine ses çıkar mayacaksın. Daha sonra yine geldi ve kapının altından bir not attı. Sonra başkaları geldiler, ertesi gün, daha ertesi gün; kapını çaldılar, anahtarı aradılar, seslendiler, notlar bıraktılar. Notları okuyor, kıiğıtları buruşturup top yapıyorsun. Sana
15
randevular veriyorlar ama sen gitmiyor.;un. Kollarını ensende birleştirip, dizlerini büküp, dar sedirinin üzerinde uzanmış ya tıyorsun. Tavana bakıyor, tavanda çatlaklar, kabarmalar, leke ler, süsler olduğunu keşfediyorsun. Ne kimseyi gönne, ne de konuşma, düşünme, dışan çıkma, yerinden kımıldama isteği duyuyorsun.
Yine böyle bir günde, biraz daha önce, biraz daha sonra, bir şeylerin yolunda giımediğini, açık konuşacak olursak, ya şamayı bilmediğini, hiç bilmeyeceğini şaşırmadan keşfedi yorsun. Güneş damdaki saclara vuruyor. Hizmeıçi odasında sı caklık dayanılır gibi değil. Dar sedirle eıajer arasında sıkışmış bir halde, dizlerinde açık bir kitap, oturuyorsun. Uzun süredir okumuyorsun. Gözlerin akçaağaçtan bir etajerin, içinde altı adeı çorabın kokuşıuğu pembe plastik bir leğenin üzerinde sa bit duruyor. Küllükte bıraktığın sigaranın dumanı dümdüz, ya da hemen hemen düz bir çizgi halinde yükseliyor ve ufacık çatlakların bulunduğu lavanın ahında, dalgalanan bir örtü gibi yayılıyor. / Bir şeyler kırılıyordu, bir şeyler kırıldı. Kendini -nasıl demeli?- dayanıklı hissetmiyorsun artık: Sana bugüne kadar güç veren -öyle sanıyordun, öyle sanıyorsun-, yüreğini ısıtan şey, varoluş duygun, neredeyse önemli olduğun duygusu, dünyaya bağlanma, dünyada kalma duygusu eksikliğini his settirmeye başlıyor:-' Oysa sen, uykusuz geçen saatlerini, var mıyım, neden va rım, nereden geliyorum, ben neyim, nereye gidiyorum gibi soruları kendine sorarak geçirenlerden değilsin. Yumurta mı tavuktan, tavuk mu yumurtadan çıktı sorusu üzerinde hiçbir zaman ciddi olarak düşünmedin sen. Metafizik kaygılar soylu yüzünün çizgilerini adamakıllı derinleştirmedi. /Ama, o ok gi bi kararlı çizgiden eser yok, seni her an kendi yaşamın üzerin-
16
de, yani onun anlamı, hakikati, gerilimi üzerinde hesap ver meye çağıran o hareketten eser yok. Zengin deneyimlerle, iyi öğrenilmiş derslerle, pırıl pırıl çocukluk anılarıyla, kırlarda yaşanan eşsiz mutluluklarla, açık denizin diriltici rüzg:lrluny la dolu bir geçmiş; yay gibi gergin. sıkı. yoğun bir bugün; ye şermiş, huvadur, verimli bir gelecek: Yaşamın. Geçmişin, bu günün, geleceğin birbirine karışıyor; kollarının, bacaklannın ağırlığı, sinsi migrenin, bıkkınlığın, sıcak, neskafcnin acılığı ve ılıklığı var sadece. Ve yuşaınına bir dekor bulmak gerekir se, ne kadar çaba harcar.;an harca, ne kadar kuruntuya kapılır san kapıl, bu dekor, fetheden insanlığın tombul yanaklı ço cuklarının koşup oynadığı o görkemli alan deği l -ki bu. ge nelde, şatafatlı bir göz aldanmasıdır-, oda niyetine oturduğun tavan arasındaki bu sıçan deliği, iki meıre doksan iki santi m uzunluğunda, bir metre yetmiş üç santim genişliğinde, beş metre kareden birazcık daha büyük olan bu kümes, saatlerdir, günlerdir yerinden kımıldamadığın bu çatı katı olacaktır. Ge celeyin boylu boyunca uzanamayacağın kadar kısa, dikkat et meden rahatça dönemeyeceğin kadar dar bir sedirde oturuyor sun. Ve şu anda, neredeyse büyü lenmiş gözlerle, içinde altı adet çorap bulunan pembe plastik bir leğene bakıyorsun.
f
Yemeden, okumadan, neredeyse kımıldamadan odanda kalıyorsun. Leğene, etajere, dizlerine, çatlak aynadaki bakışı na, fincana, elektrik düğmesine bakıyorsun. Sokağın gürilltü lerini, sahanlıktaki musluktan damlayan suyu, komşunun gü rültülerini, boğazını temizlemesini, açıp kapadığı çekmecele ri, öksürük nöbetlerini, ç
�danlığının ıslığını dinliyorsun. Ta
vandaki ince bir çatlağın yılankavi çizgisini, bir sineğin ge reksiz yere katettiği yolu, gölgelerin neredeyse saptanabilir yayılışını izliyorsun. , Bu senin yaşamın. B u sana ait. Önemsiz servetinin tam bir dökümünü yapabilir, ilk çeyrek yüzyılının kesin bilanço sunu çıkarabilirsin./Yirmi beş yaşındasın ve yirmi dokuz di şin, üç gömleğin, sekiz çorabın, artık okumadığın birkaç kita-
bm, artık dinlemediğin birkaç plağın var. Başka şeyleri hatır lamayı canın hiç çekmiyor: ne aileni, ne öğrenimini, ne aşkla nnı, ne dostlannı, ne tatillerini, ne de tasanlannı. Yolculukla ra çıktın ve dönüşte yanında hiçbir şey getirmedin. Oturuyor ;Ve beklemek istiyorsun sadece, bekleyecek bir şey kalmayana kadar beklemek: Gece olsun, saatler vursun, günler geçip git· sin, anılar silikleşsin:· Dostlarını gönnüyorsun. Kapını açmıyorsun. Postada bir şey var mı diye inip bakmıyorsun. Pedagoji Enstitüsü Kitaplı
g ı'ndan
ödünç aldığın kitapları geri götürmüyorsun. Ailene
mektup yazmıyorsun. Ancak geceleyin, karanlık iyice bastırınca çıkıyorsun so kağa. tıpkı fareler, kediler ve ucubeler gibi. Sokaklarda avare
dolaşıyorsun, Grands Boulevards'daki küçük falaş sinemalara giriyorsun. Bazen bütün gece yürüyor, bazen bütün gün uyu yorsun.
Sen bir aylak, bir uyurgezersin, bir isıiridyesin. Tanımlar saatlere, günlere göre değişiyor ama taşıdıklan anlam az çok belli: Yaşamanın, harekete geçmenin, bir şey yapmanın pek sana göre olmadığını hissediyorsun; sadece sürüp gitmek isti yorsun, sadece bekleyişi ve unutuşu istiyorsun. Modern yaşam bu tür eğilimleri genelde pek hoş ka�ıla maz. Çevrende her zaman eyleme, büyük !asanlara, coşkuya ayrıcalık tanındığını gördün: öne atılan adam, gözlerini ufka dikmiş adam, dimdik ileriye bakan adam. Pırıl pırıl bakış, ka rarlı çene, kendinden emin yürüyüş, kann içeride. Kararlılık, girişkenlik, ses getiren hareket ve zafer, son derece örnek bir yaşamın son derece berrak yolunu gösterir, yaşam mücadele sinin pek saygıdeğer resimlerini çizerler. Yerinde sayanların ve batağa saplananlann düşlerini süsleyen pek kıymetli yalan lar, ihmal edilen binlerce kişinin yitik hayalleri, çok geç gel miş olanlar, valizlerini kaldırıma koyup terlerini silmek için
18
üstüne oturanlar. Ama senin özürlere, pişmanlıklara, nostalji lere ihtiyacın yok. Sen hiçbir şeyi dışlamıyor, hiçbir şeyi red detmiyorsun. İlerlemekten vazgeçtin, ama zaten ilerlemiyor dun ki, yeniden yola çıkmıyorsun, vardın sen, daha uzağa gi dip de ne yapacağını kestiremiyorsun: Bir şeylerin kınlması, değişmesi, çözülmesi için ve böylece bu düş kıncı, bir eşek kül.iih ı kadar gülünç ve can sıkıcı, bir Gaffıot sözlüğü kadar ağır hakikatin gün ışığına çıkması için -ne var ki Saint-Ho norC sokağındaki hizmetçi odası asla yeterince gün ışığı al maz- havanın çok sıcak olduğu bir Mayıs günü, ucunu kaçır dığın bir metnin, tadı birden acılaşan bir fincan neskafenin ve içinde altı adet çorabın yüzdüğü, siyahımsı bir suyla dolu pembe plastik bir leğenin uygunsuzca bir araya gelişi yetti, yetti sayılır. Ne bir şeylerin ardında koşma, ne kendini koru ma, ne de saldırına isteği duyuyorsun. Dostlann bıktı artık, kapını çalmıyorlar. Onlarla karşıla şabileceğin sokaklarda pek yürümüyorsun artık. Sorulardan, rastlantı eseri karşına çıkan birinin bakışlanndan kaçıyor, sa na ısmarlamak istediği birayı ya da kahveyi kabul etmiyorsun. Sadece gece ve odan, üstüne uzandığın dar sedir, her an yeni den keşfettiğin tavan seni koruyor; geceleyin, Grands Boule vards'ın kalabalığı ortasında tek başınayken, gürültülerden ve ışı klardan, hareketten, unutuştan zaman zaman adeta mutlu oluyorsun. Biriyle konuşmaya, bir şey istemeye ihtiyacın yok. Republique'ten Madeleine'e, Madeleine'den Republique'e gi dip gelen insan selini izliyorsun.
Tanı koymaya alışık değilsin ve bunu yapmak da istemi yorsun. Seni rahatsız eden, seni duygulandıran, seni korkutan, ama bazen de coşturan şey başkalaşmanın aniliği değil, aksi ne, bunun bir değişim olmadığı, hiçbir şeyin değişmediği, bunu ancak bugün bilsen de- öteden beri böyle olduğun duy gusu, o belirsiz ve ezici duygu; çatlak aynadaki bu yüz senin
19
yeni yüzün değil, maskeler düştü sadece, odanın sıcaklığı an lan eritti, uyuşukluk onları yerinden söktü. Doğru yolun, gü zel kanaatlerin maskeleri. Bugün artık pençesine düşmüş ol duğun şey hakkında yinni beş yıldır hiç mi bir şey anlama dın? Kendi tarihinde hiç mi çatlaklık, zayıf nokta görmedin? Ölü zamanlar, boş geçitler. Geçici ve yürek paralayıcı o arzu, artık bir şey duymama, bir şey gönneme, sessiz ve hareketsiz kalma arzusu. Saçma sapan yalnızlık düşleri. Körler Ülke si'nde başıboş dola!jan, bellek kaybına uğramış b i ri : geniş ve ·boş sokaklar, soğuk ışıklar, bakışın şöyle bir değip geçeceği dilsiz yüzler. Sana ulaşılamazdı asla.
Sanki senin sakin ve güvenilir uslu çocuk, iyi öğrenci, iç ten arkadaş öykünün altında, o açık, apaçık büyüme, olgun laşma belirtilerinin altında -tuvalet kapılarının pervazına kur şun kalemle çizilen çizgiler, diplomalar, uzun pantolonlar, ilk sigaralar, usturanın panltısı, alkol, Cumartesi akşamı gezme leri için paspasın altına bırakılan anahtar, bekaretini kaybet me, ilk kez uçağa binme, ilk kez savaşa katılma- eskiden beri hep var olan, hep uzak tutulan başka bir iplik uzayıp gitmişti; şimdi ise bu iplik, yeniden kavuştuğun yaşamının ağını örü yor, ıssız yaşamının boş dekorunu kuruyor; yeniden su yüzü ne çıkan anılar, gün ışığına çıkmış bu hakikatin ardındaki gö rüntüler, çok uzun zamandır ertelenen bu istifanın, bu dingin liğe çağrının ardında yatan cansız ve puslu görüntüler, aşın ışığa tutulmuş, beyazımtırak, ölü, fosil sayılabilecek fotoğraf lar: taşrada bir sokak, kapalı pancurlar, donuk gölgeler, bir as keri lokalde vızıldayan sinekler, gri eşya kılıtlanyla kaplı sa lon, bir ışık demetinde asılı tozlar, çıplak kırlar, Pazar günleri gidilen mezarlıklar, otomobil gezintileri. Bir Pe�embe öğleden sonrası, dizlerinde açık bir kitap, dar bir sedirin üzerinde oturan dalgın bakışlı adam.
20
Sen bulanık bir gölgeden, sert bir kayıtsızlık çekirdeğin den, bakışlardan kaçan nötr bir bakıştan başka bir şey değil sin. Sessiz dudaklann, sönük gözlerinle sen, bundan böyle su birikintilerinde, vitrinlerde, otomobillerin ışıldayan kaporta lannda, yavaşlatılmış yaşamının geçici yansımalannı bulabi leceksin. Dalgın elin, akçaağaçtan etajer boyunca kayıyor. Sahan lıktaki musluktan su damlıyor. Komşun uyuyor. Duraktaki di zel motorlu tak.sinin hafif homurtusu, sokağın sessizliğini boz mak.tan çok belirginleştiriyor. Unutuş belleğine işliyor. Hiçbir şey olmadı. Artık hiçbir şey olmayacak. Tavandaki çatlaklar belirsiz bir labirent çiziyor.
B u boş günlerde, odan bir kazan kadar, bir fınn kadar sı caktı; bir de şu pembe plastik leğende cansız köpekbalıklan, uyuyan balinalar gibi yüzen altı adet çorap. Şu çalmamış olan, çalmayan, uyanma saatini çalmayacak olan saat. Açık kitabı yanına, sedirin üzerine bırakıyorsun. Uzanıyorsun. Ağırlık, uğultu, uyuşukluk. Kendini koyveriyorsun. Uykuya dalıyor sun.
iLKiN tanıdık ya da göz önünden gitmeyen görüntüler beliri yor; dizilmiş oyun k3.ğıtlan; bir türlü istediğin gibi sıraya ko yamadığın, bu sıraya koyma işlemini başarma, bu işleme bir son verme ihtiyacının tatsız duygusuyla -temel bir hakikatin ortaya çıkması sanki bu sıraya koyma işlemine bağlıymış gi bi- ikide bir eline alıp durduğun k3.ğıtlar, ama her seferinde aynı kağıdı tekrar alıyor, tekrar bırakıyor, tekrar sınıflandırı yorsun; bir aşağı bir yukarı gidip gelen kalabalıklar; seni çev releyen, gizli çıkışını, bir yerlerde saklı olan ve basınca böl meleri devirecek, tavanı havalandıracak düğmesini aradığın duvarlar; ana hatlan beliren, kaçışan, geri gelen, yok olan, yaklaşan, silikleşen biçimler: dans eden alevler ya da kadın lar, gölge oyunlan.
Daha sonra, bir türlü kendilerine bir yol açamayan anılar, artık hiçbir şeyi kanıtlamayan kanıtlar-belki tek bir şey dışın da; o da, Aberdeen'deki, Invemess'teki bir Gözlemevi'nin uzak yıldızlardan gelen sinyalleri yakalamayı gerçekten ba şarmış olması: Bu Andromeda Bulutsusu muydu, yoksa Gali ve Burdach Takımyıldızı mı? Yoksa Dördüz Tümsecikler• * Beyin sapının üst yüzünde ve heyin sapcıklannın önünde bulunan çıkıntılar. (ç.n.)
23
mi? Kafanı sürekli kurcalayan sorunun apaçık, dolaysız çözü mü: Kesilen kı'iğıt elden çıkarılmadıkça, kavalye kupadan üs tün değildir. Karmakarışık anlamlar taşıyan bağlantısız söz cükler çevrende durmadan dönüyorlar. Hangi adam hangi ka ğıttan şatoya kapatıldı? Hangi iplik? Hangi Yasa? ' Kesin, mantıklı -olmak gerek. Yöntemli hareket etmek. Belli bir anda, ne pahasına olursa olsun durmayı, düşünmeyi, durumu iyice tartmayı bilmek gerek. Eğer kafanın ortasında bir göl varsa, ki bu gerçeğe yakın olmakla kalmayıp aynı za inanda normaldir de -her ne kadar bunu çekinmeden doğrula mak henüz mümkün değilse bile- ona ulaşmak için belli bir süre gerekecek. Patika yok, hiçbir zaman patika olmaz, ve kı yılara yakın yerlerde, yılın bu döneminde daima tehlikeli olan otlara dikkat etmen gerekecek. Kayık da olmuyacak tabii, he men hemen hiçbir zurnan kayık olmaz, ama yüzerek geçebi lirsin.
Üstelik sonra, besbelli ki hiçbir zaman göl filan yoktu. Hiç göl olmadığını çok iyi hatırlıyorsun. Oysa, nicedir, uyku karşında duruyor, hiç olmadığı kadar yakın. Alışılmış biçi miyle: Bir top, daha doğrusu kabarcık, büyük, kocaman bir kabarcık, kuşkusuz saydam, ama camdan değil de sabundan, ama çok katı, hiç yağsız ve pek ufalanmayan bir sabundan, daha doğrusu, belki de, çok çok ince, son derece gergin bir zar. Tüm özellikleri orada öylece duruyor, bundan emin ol mak için anlan aramana bile gerek yok, normal bu, bu özel likleri bir bir sayman yeterli. Yukarıda kabarcık pembeleşi yor, karşıda pul pul dökülüyor, yanda hafifçe soluk almaya çalışıyor; gerisi, sarıldığın ve sağ başparmağınla işaret parma ğının oluşturduğu halkanın üzerine çok fazla abanmadan uy guladığın basınç sayesinde ağırlığını verdiğin yastığa ait.
24
Şimdi iş daha da zorlaşıyor. Önce, kabarcığın hile yaptığı apaçık ortaya çıkıyor; bir kere hiç de küre gibi değil. aksine, daha çok balık biçiminde, iğ biçiminde; sonra, yan saydamlı ğı hepten vasat bir nitelik ıaşıyor, yastığın kinden pek de üstün değil; son olarak üstüne üstlük yukarıda pembcleştiği filan da yok. Az çok kesin olan tek şey, hızla çoğalan pul pul dökül meler ile hafiften başlayıp artan soluma. Ama işin en can sıkı cı yanı, bütünün hızla yükselen ve yakında kritik bir eşiğe va racak olan ısısı, gittikçe çoğalan pul pul dökülmeler de kesin likle bunun habercisi.
Rahatsız edici bir durum. Sahici bile olmayan bu ayrıntı lara önem vermekle hata ettin; bunlann birer tuzak olduğu apaçık ortada, ve şimdi sen, ısının ve karanlığın iyice arttığı ve içinden nasıl çıkacağını kaygılanarak düşündüğün yastığa bal gibi hapsoldun. Neyse ki böyle bir durumla ilk defa karşı laşmıyorsun; ufukta bir engebe ya da karanlıkta bir ışık, bir göl. ya da yavaşça sokulacağın serin bir yer bulmanın yeterli olduğunu biliyorsun, ve tam da o anda, bir yerlere sokuluver mek için şaşırtıcı eğilimler buluyorsun kendinde. Ama sen is tediğin kadar ara, boşuna, karşında bir şey yok, ufuk yok, ışık yok, göl yok, hiçbir şey yok, sadece yastık, karanlık, kalın ve boğucu bir yastık var. B u seni şaşırtmıyor, böyle bir şey ola cağını az çok bekliyordun. Arkana bakınıyorsun ve labii he men, aslında hapsedilmiş bile olmadığını, bütün bu süre bo yunca uykunun, hakiki uykunun arkanda olduğunu, önünde değil, arkanda, upuzun gri kumsallanyla, buzlu ufkuyla, be yaz ya da gri ışıkların baştan başa katettiği kara göğüyle öyle sine tanınabilir bir halde arkanda olduğunu fark ediyorsun. Onu bir bakışta fark ediyor, anında tanıyorsun, ama ona ulaş mak için artık çok geç, her zamanki gibi; artık bir başka sefe re. Bunu da biliyordun, ya da tahmin etmeliydin: Hiç arkaya dönmemek gerek, hele böyle aniden, yoksa her şey kırılır,
darmadağın olur, yastığın düşer ve yanağını, kolunu, başpar mağını da beraberinde sürükler, ayakların birbiri üzerine dev rilir; gri çatı penceresi yeniden az ötendeki yerini alır, eğri ta vanlı hücre yeniden oluşup kapanır; sedirinin üzerinde otur maktasındır.
DAHA SONRA .J>aris'ten ay_nlı.yorsun; serüven aramaya değil, ailenin yanına, kıra, Aux.erre yakınlarına gidiyorsun. Emekli lik günleri için seçtikleri biraz ölü bir kasaba burası. Çocuk luk yıllarının, tatillerinin bir kısmını burada geçinniştin. Etek lerinde kasabanın yayıldığı tepenin üzerinde bir şatonun hara beleri bulunuyor. Oradan pek uzakta olmayan ve şimdilerde ziyaret edilebilen bir mağarada dendiğine göre bir ermiş yaşa mış. Meydanda, kilisenin yakınında, birkaç yüzyıllık olduğu söylenen bir ağaç var. Aylarca orada kalıyorsun. Yemek sır.ısında haberleri, radyo oyunlarını dinliyorsunuz. Akşamlan, babanla bölot oy nuyorsun, hep o kazanıyor. Saat dokuz olur olmaz, erkenden, babanlardan önce yatıyorsun. Bazen bütün bir gece boyunca okuyorsun. Tavan arasındaki odanda, çamaşır dolabının di binde, on beş yaşının kitaplarını, Alex.andre Dumas, Jules Yeme, Jack London'lan ve eskiden burada her kalmaya geli şinde getirdiğin yığınla polisiye romanı buldun. Onları, tek satır atlamadan, dikkatle okuyorsun, sanki hepsini unutmuş, sanki anlan sahiden hiç okumamış gibi. Annenlerle şöyle bir konuşuyorsun. Onları ancak yemek saatlerinde görüyorsun. Sabahleyin, yatakta oyalanıyorsun. Evin içinde gidip geldiklerini, merdivenden inip çıktıklannı, öksürdüklerini, çekmeceleri açııklannı işitiyorsun. Baban tah ta kesiyor. Seyyar bir bakkal ana kapının yanında koma çalı-
27
yor. Bir köpek havlıyor, kuşlar ötüyor; kil isenin çanı çalıyor. Yüksek yatağında yatıp, kuştüyü örtüyü çenene kadar çekip, tavandaki kirişlere bakıyorsun. Kamı beyaza çalan gri renkte küçük bir örümcek, bir merteğin köşesinde ağını örüyor. Mutfaktaki muşamba kaplı masaya oturuyorsun. Annen önüne bir tas sütlü kahve koyuyor, ekmeği , reçeli, tereyağını uzatıyor. Sessizce yiyiyor..un. Böbreklerinden, babandan, komşulardan, kasabadan söz ediyor sana. Bayan Theveneau çiftliğini ömür boyu gelir karşılığında devretmiş, Moreau'la İı n köpeği ölmüş. Otoyol çalışmalan çoktan başlamış. Annene öteberi, babana tütün, kendine de sigara almak için kasabaya iniyorsun. Çiftçiler, bir zamanlar büyük bir ka· saba olan bu yerden kaçmışlar. Demiryolu buradan geçermiş, bir noter varmış, bir de pazar yeri. Kala kala iki tanın işletme si kalmış sadece. Kasaba halkı şimdi emeklilerle, hafta sanlan ve her yaz bir aylığına gelip kışlık nüfusu iki ya da üç katına çıkaran şehirlilerden oluşuyor. Restore edilen evlerin yanından geçiyorsun: fıstık yeşili ne boyanmış, üstleri dövme demirden, Fransa krallığının sim gesi süslemeyle kaplanmış pancurlar, antika fenerler, süs bah çeleri, Tann'nın tek bir kulunun bulunmadığı çakıllı yollar, yazlıkçılar cenneti. Avukatlar, bakkallar, memurlar şimşirleri buduyor, çakıllı kumlan tırmıklıyor, çimleri temizliyor, kır mızı balıklan besliyorlar. Meydanda motorlu bisikletlerle, gençlerin hafif motosikletleri yanyana dizili. Aynı zamanda tütüncü de olan kahve tıklım tıklım.
Her öğleden sonra dolaşmaya çıkıyorsun. Önce karayolu nu izliyor, sonra ıerkedilıniş bir taşacağının ötesinden ormana dalıyorsun. Yerden bir dal alıyor ve elinden geldiği kadar yontuyorsun. Olgunlaşmış buğday tarlalannın yanından geçi yor, elindeki değneği beceriksizce savurarak yabani otlan bi çiyorsun. Ne ağaçların adını biliyorsun, ne çiçeklerin, ne bit-
28
kilerin, ne de bulutlann. Bir tepenin üstünde oturuyorsun, ora dan bütün kasaba görünüyor: annenlerin evi, az ötede, değişik renkteki üç çatısıyla kilise, hemen hemen gözlerinin hizasın daki şato, bir zamanlar demiryolunun geçtiği kemerli köprü, çamaşırhane, postane. Aşağıda, beyaz yolun üzerinde, tıpkı li mandan çıkan bir kalyon gibi, dev bir kamyon uzaklaşıyor. Tarlasının ortasında bir köy lü, tek başına, bak.lakın bir atın çektiği sabanını sürüyor.
Kuşlar çığlık çığlığa, cıvıltılarla, boğuk, titrek seslerle ötüyorlar. Büyük ağaçlar hışırdıyor. Seni çağıran, seni seven doğa oracıkta. Çiğnediğin otları hemen tükürüyorsun. Manza ra seni pek etkilemiyor, tarlalann dinginliği seni duygulandır mıyor, kınn sessizliği seni ne sinirlendiriyor, ne de yatıştın yor. Gözünü kamaştıran tek �ey bazen bir böcek, bir taş, düş müş bir yaprak, bir ağaç sadece. Bazen saatlerce bir ağaca ba karak öylece duruyorsun, onu betimliyor, didik didik inceli yorsun; kökleri, gövdeyi, dalları, yapraklan, her bir yaprağı, yapraktaki her bir daman, sonra yeniden her bir dalı inceli yorsun, ve böylece, aç bakışının ısrarla görmek istediği ya da yarattığı ilgisiz biçimlerin sonsuz oyunu sürüp gidiyor: sunı.t, şehir, labirent ya da yol, armalar ve atlı seferler. Algılann ge li ştikçe, giderek daha sabırlı ve daha esnek oldukça, ağaç pa ramparça oluyor ve yeniden lloğuyor, yeşilin bin bir çeşidi, ay nı ama yine de farklı binlerce yaprak. Tüm yaşamını bir ağa cın karşısında geçirebilirmişsin gibine geliyor, onu tüketme den, anlamadan, çünkü anlayacağın bir şey yok; sadece ona bakarak. Bu ağaç hakkında eninde sonunda söyleyebileceğin tek şey bir ağaç olduğudur; bu ağacın sana söyleyebileceği tek şey de bir ağaç olduğudur: kök, sonra gövde, sonra dallar, sonra da yapraklar. Ağaçtan daha başka bir hakikat bekleye mezsin. Ağacın sana önerecek bir ahlii.kı, sana verecek bir me sajı yoktur. Onun gücü, görkemi, ömrü -bu eski eğretileme-
29
!erden hala kimi anlamlar çıkarmayı, biraz cesaret toplamayı umuyorsan eğer- bunlar huzur veren tarlalar, uyuyan sinsi su lar, tek başlarına, pek yükseklere olmasa da kahramanca tır manan küçük patikalar, güneşte salkımların olgunlaştığı güler yüzlü yamaçlar kadar abes görüntülerden, hoşluklardan başka bir şey değildir. İşte bu yüzden ağaç senin gözünü kamaştırıyor, seni şa şırtıyor ya da dinlendiriyor; ağaç kabuğunun ve dalların, yap .
rakların bu kuşku götürmez, kuşkulanılmaz gerçekliği yüzün den. Hiçbir zaman bir köpekle birlikte dolaşmaman da bu yüzden belki, çünkü köpek sana bakar, yalvarır, seninle konu şur. Minneuen yaşarmış gözleri, dayak yemiş köpek havalan, sevinçli köpek zıplayışlan, ona, o aşağılık evcil hayvan statü sünü vennen için seni durmadan zorlar. Bir köpek karşısında yansız kalamazsın, bir insanın karşısında da öyle. Oysa bir
ağaçla hiçbir zaman diyaloğa girmezsin. Bir köpekle karşı karşıya yaşayamazsın, çünkü köpek, her an, senden onu ya şatmanı, beslemeni, okşamanı, ona uygun bir insan olmanı, efendisi olmanı, onu anında yere yatıracak o köpek ismini gürleyen Tanrı olmanı isteyecektir. Oysa ağaç senden bir şey
)'Köpeklerin
istemez.
Tanrısı, kedilerin Tannsı, yoksulların
Tanrısı olabilirsin, elinde bir tasma, biraz ciğer, biraz servet olması bunun için yeterlidir, ama asla bir ağacın efendisi ol mayacaksın. Kendin de bir ağaç olmayı istemekten başka bir şey yapamayacaksın.
İnsanlardan nefret ettiğin anlamına gelmez bu, ne diye onlardan nefret edesin ki? Ne diye kendinden nefret edesin ki? Keşke insan türüne ait olmak, o dayanılmaz ve sağır edici gürültüyü de beraberinde getinneseydi; keşke hayvanlar aıe minden çıkıp aşılan o birkaç gülünç adımın bedeli, sözcükle rin, büyük tasanlann, büyük atılımların o dinmek bilmeyen hazımsızlığı olmasaydı ! Karşı karşıya getirilebilen başpar-
30
maklara, iki ayak üstünde duruşa. omuzlar üzerinde başın ya n m dönüşüne fazla ağır bir bedel bu. Yaşam denen bu kazan, bu fınn, bu ızgara, bu milyarlarca uyan, kışkırtma, tembih, coşkunluk, bu bitmek bilmeyen baskı ortamı, bu sonsuz üret me, ezme, yutma, engelleri aşma, durmadan ve yeniden baş tan başlama makinesi, senin değersiz varoluşunun her günü nü, her saatini yönetmek isteyen bu yumuşak dehşet.
/
ti Pek yaşadın denemez, oysa her şey çoktan söylendi, çok
tan bitti/Topu topu yirmi beş yaşındasın, ama yolun çizilmiş bile. Roller hazır, etiketle r de: Bebekliğindeki oturaktan yaşlı lığındaki tekerlekli sandalyeye varana kadar oturulacak tüm yerler orada durmuş sıralarını bekliyorlar. ·serüvenlerin öyle iyi betimlenmiş ki, en şiddetli isyan bile kimsenin kılını kıpır datmayacakıır. Sen istediğin kadar sokağa çıkıp insanların şapkalannı başlarından uçur, başına iğrenç şeyler tak, çıplak ayakla yürü, bildiriler yayınla, önüne çıkan bir kapkaççıyı ge çerken kurşunla, boşuna, bir işe yaramayacak: Düşkünler yur dunun yatakhanesinde yatağın çoktan yapılmış. lanetli şairler sofrasında yerin aynlmış. Sarhoş Gemi, sefil mucize: Harrar• bir panayır eğlencesi, turistik bir gezidir. Her şey öngörüldü, her şey en ufak aynntısına kadar hazırlandı: büyük aşklar, so ğuk alaycılık, ıstırap, bolluk, egzotizm, büyük serüven, umut suzluk. Sen ruhunu şeytana satmayacak, ayaklannda sanda letlerle gidip kendini Etna'ya atmayacak, dünyanın yedinci harikasını yıkmayacaksın. Ölümün için her şey çoktan hazır: Seni öldürecek top güllesi çok uzun zaman önceden eritilip döküldü, tabutunun peşinden ağlayacak olan kadınlar.ço�ıan._ tutuldu.
" Habe�isıan'da bir şehir. Sarhoş Gemi'nin yazan Rimbaud, 1873'te şiiri bırakıp çeşitli ülkelerde başıboş dolaştıktan sonra 1880'de oraya yer leşerek fildişi ve silah ticareti yaptı. (ç.n.)
31
/En yüksek ıepelerin doruğuna ne diye tırmanasın ki, son radan inmek zorunda kalacak olduktan sonra; inince de, yaşa mını oraya nasıl çıktığını anlatarak geçirmemen mümkün mü�e diye yaşar gibi görünesin ki
1' Neden sürdüresin? Ba
şına gelecekleri şimdiden bilmiyor musun sanki? Olman gere ken her şeyi daha önce olmadın mı: anasına babasına Hiyık bir oğu l , küçük cesur izci, daha iyisini yapabilecek iyi bir öğren ci, çocukluk arkadaşı, uzak kuzen, yakışıklı asker, yoksul genç adam? Biraz daha gayret etsen, hatta buna bile gerek · yok, birkaç yıl daha geçse, orta sınıftan, değerli bir meslektaş olacaksın. İyi koca, iyi baba, iyi yurttaş. Eski tüfek. Tıpkı kur bağalar gibi, toplumsal başannın küçük basamaklarını bir bir tınnanacaksın. Geniş ve çeşitlilik gösteren bir yelpaze için den, arzulanna en uygun düşen kişiliği seçebileceksin, tam senin ölçülerine göre titizlikle biçilmiş olacak. Nişan verile cek mi sana? Kültürlü mü olacaksın? Ağzının tadını iyi bilen biri mi? Böbrek ve kalp uzmanı mı? Hayvan dostu mu? Boş saatlerini akortsuz piyanonda, sana hiçbir zarar vermemiş olan sonatları katletmekle mi geçireceksin? Yoksa, sallanan bir koltukta, kendi kendine yaşamın iyi yanları da olduğunu tekrar ederek pipo mu içeceksin?
/
Hayır. Sen, yap-boz oyununun eksik parçası olmayı yeğ
liyorsu
n/ Tasını tarağını
topluyorsun. Şansını hiç denemiyor,
hiçbir işe hiçbir umut bağlamıyorsun. Sabanı öküzün önüne koşuyorsun, her şeyden sıtkın sıynlıyor, dereyi görmeden pa çayı sıvıyorsun, elindekini avcundakini yiyip bitiriyorsun. sermayeyi kediye yüklüyor, palamarı koparıyor, ardına bak madan çekip gidiyorsun. Yararlı öğütleri dinlemeyeceksin artık. Çare nedir diye sormayacaksın. Kendi yolunda yürüyüp gidecek, ağaçlara, taşlara, suya, göğe, çehrene, bulutlara, tavanlara, boşluğa ba kacaksın. Ağacın yanında öylece kalıyorsun. Yapraklardaki rüzgar sesinin kehanete dönüşmesini bile istemiyorsun.
32
Yağmurlar geliyor. Evden hiç çıkmıyorsun, odandansa nadiren. Gün boyunca yüksek sesle okuyorsun, melindeki sa lırlan parmağınla izleyerek, tıpkı çocuklar gibi, yaşlılar gibi okuyorsun, ta ki sözcükler anlamlarını yitirene dek, en basit cümle çarpık, anlaşılmaz olana dek. Akşam oluyor. Işığı yak mıyor, pencerenin yanındaki küçük masada oturmuş, elinde bir kitap, okumadan, evdeki seslere, merteklerin, döşemelerin çatırdayışına, öksüren babana, odunla ısınan yemek ocağının üzerine yerleştirilmiş dökme demirden ızgaralara, yağmurun çinko oluklarda çıkardığı sese, yoldan geçen bir otomobilin uzaklaşmasına, tepenin yanındaki dönemeçte beliren yedi otobüsünün koma sesine şöyle bir kulak kabartarak kımılda madan duruyorsun.
Yazlıkçılar gitti. Kır evleri kapatıldı. Kasabadan geçer ken, yolunun üstündeki bir iki köpek sana havlıyor. Belediye binasının, postanenin, çamaşırhanenin yanındaki, kilise mey danındaki yırtık pırtık san afişler hfila açık arttırmalara, balo lara, geçmiş şenliklere çağın yor insan lan.
Bazen, dolaştığın oluyor hfilJ. Aynı yollan izliyorsun. Çizmelerinin tabanını kalın bir balçık tabakasıyla kaplayan sürülmüş tarlalardan geçiyorsun. Patikaların çamurlu çukurla n na batıp çıkıyorsun. Gökyüzü gri. Sis tabakaları manzarayı örtüyor. Birkaç bacadan duman yükseliyor. Astarlı kalın as ker ceketine, ayakkabılarına, eldivenlerine rağmen üşüyor sun; beceriksizce bir sigara yakmaya çalışıyorsun.
33
Tarlalardan ve korulardan geçerek yaptığın uzak geziler seni başka kasabalara ulaştınyor. Tek müşterisi olduğun büfe bakkalın uzun tahta masasına oturuyorsun. Sana bir tas sıcak et suyu ya da tatsız bir kahve getiriyorlar. Sırlanmış madeni bir lamba siperliğinden
ha.15. sarkan sinek kağıdına onlarca si
nek yapışmış. Aldınşsız bir kedi, dökme demirden sobanın yanında ısınıyor. Konserve kutularına, çamaşır paketlerine, önlüklere, okul defterlerine, eski gazetelere, sanşın nişanlıla rının içlerinde uyandırdığı güzel duygulan şarkılarında dile getiren bebek yüzlü askerleri gösteren şeker pembesi kartpos tallara, otobüs tarifesine, üçlü müşterek bahis rakamlarına, Pazar maçlarının sonuçlanna bakıyorsun.
Gökyüzünde, çok yüksekten kuş sürüleri geçiyor. Yonne nehrinin kanalında, iki iri boz atın çektiği, gövdesi metalik mavi uzun bir salapurya süzülüyor. Geceleyin, anayol boyun ca yürüyerek geri dönüyorsun; homurdanarak yanından geçen arabaların gözünü alan farlan, senin üzerine çevrilmeden ön ce, sanki yamaçlann altından, bir an gökyüzünü aydınlatmak istiyorlar.
PARIS'E DÖNÜYOR ve odana, sessizliğine kavuşuyorsun. Su damlası, kalabalıklar, sokaklar, köprüler; tavan, pembe plas tik leğen; dar sedir. Yüzünü oluşturan çizgilerin yansıdığı çat lak ayna.
Odan dünyanın merkezi. Bu in, kokunu hep saklayan bu izbe çatı katı; çatlaklannı, kabarmalannı, lekelerini, süslerini yüzbin kez saydığın bu tavan; bu küçücük, oyuncağa benze yen lavabo; bu leğen; bu pencere; üstündeki her çiçeği, her sa pı, her girişik süslemeyi tanıdığın, neredeyse şaşmaz kusur suzlukta basılmış olmalanna rağmen, birbirlerine tam olarak benzemediklerini bir tek senin söyleyebileceğin süsleriyle bu duvar kfiğıdı; tekrar tekrar okuduğun ve tekrar tekrar okuya cağın bu gazeteler; yüzünü ancak üç parçaya bölünmüş, hafif çe üst üste binen, eşit olmayan yüzeyler halinde yansıtan bu ayna, senin alışkanlık sayesinde alnındaki tek göz müsvettesi ni, yank bumunu, sürekli çarpık duran ağzını artık neredeyse görmezlikten gelebildiğin, eski bir kılıç ya da kırbaç darbesi nin hemen hemen silik ve unutulmuş izine benzeyen Y şeklin deki bir çizikten başka bir şey yansıtmayan bu çatlak ayna; bu dizilmiş kitaplar; bu dilimli radyatör; üstüne nar çiçeği ren ginden pegamoid bir kılıf geçirilmiş bavul biçimindeki bu pi kap: İşte krallığının başı ve sonu; seni dünyaya bağlayan tek
35
şey olan daima mevcut dost ya da düşman sesler, ortak mer kezli çemberler halinde çevreliyor bu krallığı; sahanlıktaki musluktan damlayan su, komşunun gürültüleri, boğazım te mizlemesi, açıp kapadığı çekmeceler, öksürük nöbetleri, çay danlığının ıslığı, Saint-Honore sokağının gürültüleri, şehrin dinmeyen uğultusu. Çok uzaktan, bir itf�iye aracının sireni sa na doğru yaklaşıp uzaklaşıyor, tekrar yaklaşıyor sanki. Saint Honorı� ile Pyramides sokaklannın kavşağında, fren sesleri nin, dur-kalklann, hızlanmalann düzenli dönüşümü, neredey s'e o ısrarlı su damlasının, Saint-Roch'un çanlannın şaşmazlı ğıyla ritm veriyor zamana. Çalar saatin uzun zamandır beşi çeyrek geçeyi gösteriyor. Sen burada yokken dunnuş olmalı, sen de kurmayı ihmal el tin. Odandaki sessizliğe zaman artık girmiyor, ama sürekli çevreliyor seni, bakmamazlık edebileceğin bir çalar saatin ak rebiyle yelkovamndan daha ısrarlı, daha mevcut ama yine de biraz çarpık, bozuk, şüpheli : Zaman geçiyor, ama sen saati bilmiyorsun, Saint-Roch'un çanı ne çeyreği, ne buçuğu, ne de üç çeyreği ayırdediyor, Saint-Honore ile Pyramides sokakla nnın kavşağındaki trafik ışıklan her dakika değişmiyor, su damlası her saniye düşmüyor. Saat on, belki de on bir, çünkü doğru duyduğundan nasıl emin olabilirsin ki, geç oldu, henüz erken, gün doğuyor, gece oluyor, sesler tam olarak kesilmiyor hiç, zaman bütünüyle hiç durmuyor, görünmez olsa bile: ses sizlik duvanndaki ufacık gedik, iki damla arasında yavaşla mış, unutulmuş, neredeyse yüreğinin atışlanyla kanşmış mı nltı.
Odan ıssız adalann en güzeli, Paris ise kimsenin hiçbir zaman aşamadığı bir çöl.Aıu dinginlikten, bu uykudan, bu sessizlikten, bu uyuşukluktan başka bir şeye ihtiyacın yok. Günler başlasın, günler bitsin, ağzın kapansın, ensendeki, çe ne kemiğindeki, çenendeki kaslar bütünüyle gevşesin, sadece
36
ve sadece göğüs kafesinin inip kalkması, yüreğinin atışları ta nıklık etsin h3.13. sabırla varkalmana./
Artık hiçbir şey istememek. Bekleyecek bir şey kalmaya na kadar beklemek. Avare dolaşmak, uyumak. Kalabalıkların, sokakların seni sürüklemesine seyirci kalmak. S u oluklannı, parmaklıkları, kıyılar boyunca akan suyu izlemek. Rıhtımlar boyunca gitmek, duvarlann dibinden yürümek. Zaman kay betmek. Tüm tasanlardao, sabırsızlıktan kurtulmak. Arzula mayan, gücenmeyen, isyan etmeyen biri olmak. Önünde, zamanlar boyunca, kıpırtısız, bunalımsız, karga şasız bir yaşam olacak: ne bir pürüz, ne bir dengesizlik. Daki kadan dakikaya, saatten saate, günden güne, mevsimden mev sime, hiç bitmeyecek olan bir şey başlayacak: bitkisel yaşa mın, iptal edilmiş yaşamın.
BURADA, süredurmayı öğreniyorsun. Bazen, zamanın efendi si, dünyanın efendisi olarak, ağının ortasında duran dik.katli küçük örümcek olarak, Paris'e hükmediyorsun: Kuzeyi Opera caddesinden, güneyi Louvre'un küçük kapılarından, doğu ile batıyı da Saint-Honore sokağından yönetiyorsun. Belki de tavanın bir bölümündeki çatlak ve gölgelerin karmaşık oyununun çiziktirdiği gizemli yüzü çözmeye kalkı şıyorsun bazen: gözler ve burun, ya da burun ve ağız, hiçbir saçın sınırlamadığı alın, ya da bir kulağın belirgin dış çizgisi, bir omuzla boyun başlangıcı.
X Vakit öldürmenin binbir yolu vardır ve hiçbiri ötekine
benzemez, ama hepsi de eş değerdedir; bir şey beklememenin bin şekli vardır, uydurabileceğin ve anında vazgeçebileceğin binlerce oyun vardır.
f
Öğrenecek çok şeyin var, öğrenilmeyen her şey: yalnız
lık, kayıtsızlık, sabır, sessizlik/film alışkanhklanndan, onca zaman yanyana yürüdüğün kişileri görünce yanlanna gitmek ten, başkalannın her gün senin için ayırdıklan, hatta bazen se nin adına savunduklan yerde kahveni içmekten, yemeğini ye mekten, bir türlü bitmek bilmeyen dostlukların sıkıcı suçor taklığında, yıpranan ilişkilerin ödlek ve oportünist kırgınlı ğında sürünmekten sıynlmalısın.
39
�
Yalnızsın, ve yalnız olduğun için de saate hiç bakmaman,
dakikalan hiç saymaman gerek. Postadan çıkan evrakı ellerin heyecandan titreyerek açmamalısın artık, içinden, seni topu topu yetmiş yedi frankçığa, hem de üzerine markan kazınmış
bir pasta takımına ya da batı sanatının en değerli eserlerine sa hip olmaya çağıran bir el ilanı çıktığında düş kırıklığına uğra mamalısın artık. Umut etmeyi, girişimde bulunmayı, başarmayı, diretmeyi !Jnutmalısın. Kendini koyveriyorsun; senin için neredeyse kolay bir şey bu. Çok uzun süredir izlediğin yollardan kaçınıyorsun. Yüzlerin, telefon numaralannın, adreslerin, gülümsemelerin, seslerin anısını silmeyi geçip giden zamana bırakıyorsun.
k
Unutmayı öğrendiğini, günün birinde unutmak için ken dini zorladığını unutuyorsun. Saint-Michel Bulvan'nda hiçbir şeyi tanımadan, vitrinlerden habersiz, bir aşağı bir yukan gi dip gelen öğrenci seli içinde meçhul biri olarak avare dolaşı yorsun. Kahvelere girmiyorsun artık, içeride kaygılı bir tavır la, kimbilir kimi -artık bunu da bilmiyorsun- aramak için ta dipteki salonlara kadar gidip tur atmıyorsun artık. Champolli on sokağındaki yedi sinemanın önünde her iki saatte bir olu şan kuyruklarda kimseyi aramıyorsun artık. Sorbonne'un bü yük avlusunda acı çeken bir ruh gibi dolaşmıyor, sını flann çı kış saatine" yetişmek için uzun koridorlan artık arşınlamıyor, merhabaları, gülümsemeleri, tanışıklık beli rtilerini yakala mak için kütüphaneye gitmiyorsun.
Yalnızsın. Yalnız bir adam gibi yürümeyi, aylak aylak dolaşmayı, sürtmeyi, bakmadan görmeyi, görmeden bakmayı öğreniyorsun. Saydamlığı, hareketsizliği, varolmayışı öğreni yorsun. Bir gölge olmayı ve insanlara sanki hepsi birer taşmış gibi bakmayı öğreniyorsun. Oturur durumda, yatar durumda kalmayı, ayakta durmayı öğreniyorsun. Her lokmayı çiğne-
40
meyi, ağzına götürdüğün her parça yiyecekte aynı manasız ta dı bulmayı öğreniyorsun. Resim galerilerinde sergilenen lab lolara sanki duvar parçalarıymış, tavan parçalanymış gibi, du varlara, tavanlara da yağlı boya resimlermiş gibi bakmayı öğ reniyorsun, üstlerindeki hep başa dönen onlarca, binlerce yo lu, amansız labirentleri, kimsenin çözemeyeceği metni, parça lanmakta olan yüzleri bıkmadan yorulmadan izliyorsun.
ile Saint-Louis'ye dalıyor, Vaugirard sokağına sapıyor, PCreire'e doğru, Chı1teau-Landon'a doğru uzanıyorsun. Ağır ağır yürüyor, aynı yoldan geri dönüyor, vitrinlerin önünde du ruyorsun. Eczacılann, elektrikçilerin, tuhafiyecilerin, eskici lerin vitrinleri. Louis-Philippe köprüsünün korkuluğuna otu ruyor ve kemerlerin altında bir oluşup bir kaybolan girdaba, mahmuzlann önünde sürekli olarak çukurlaşıp dolan huni bi çimindeki çöküntüye bakıyorsun. Nehir gemileri, mavnalar geçiyor uzaktan, bir süre sonra dalgalar çarpıyor kemer ayak lanna. Rıhtım boyunca kıpırdamadan oturan balıkçılar, olta mantarlarının şaşmaz sapmasını gözleriyle izliyorlar.
Önünde bir bardak bira ya da bir fincan sütsüz kahveyle, bir kahvenin terasında oturup sokağa bakıyorsun. Özel araba lar, taksiler, kamyonetler, otobüsler, motosikletler, motorlu bisikletler sıkışık gruplar halinde geçiyorlar; bu gruplan bir birinden seyrek ve kısa süreli duruşlar -trafiği düzenleyen ışıklann uzaktaki yansımalan- ayınyor. Kaldınmlarda, araç lann iki katı, ama çok daha akışkan ve kesintisiz bir yaya ka labalığı sel gibi akıyor. Suni deriden aynı evrak çantalannı ta şıyan iki adam, aynı yorgun adımlarla karşı karşıya geliyor lar; bir anneyle kızı, çocuklar, ellerinde filelerle yaşlı kadın lar, bir asker, iki elinde ağır birer valiz taşıyan bir adam, ve di ğerleri, paketli, gazeteli, pipolu, şemsiyeli, köpekli, göbekli,
41
şapkalı, çocuk arabalı, ünifonnalı, bazıları hızlı hızlı yürüyen, bazıları ayaklannı sürüyen, vitrinlerin yanında duran, selam laşan, birbirlerinden aynlan, birbirlerini geçen, ka�ılaşan, genç ve yaşlı, kadın ve erkek, mutlu ve mutsuz diğerleri. Dur madan dağılan sonra yeniden toplanan gruplar otobüs durak lannın yanına yığılıyorlar. Göğsünde ve sırtında birer rekJam la dolaşan bir adam el ilanları dağıtıyor. Bir kadın, geçen tak silere boş yere el kol ediyor. Bir itfaiye ya da polis arabasının sireni gittikçe büyüyerek sana doğru yaklaşıyor.
�). l
Kimbilir hangi acil durumlar için çağrılan tamir servisi
araçları son hızla geçiyorlar. Hayatında ilk defa geldiğin ve gidip gelen, koşuşturan, duran bu kalabalığa bakmaktan baş ka hiçbir işinin olmadığı bu sokakta birbirini tanımayan, se nin tanımadığın bu insanları bir araya getiren yasalar hakkın da hiçbir şey bilmiyorsun: Kaldınmlardaki bu ayakların, taşıt
yollarındaki bu tekerleklerin hepsi ne yapıyorlar? Hepsi nere ye gidiyorlar? Kim çağırıyor onlan? Kim geri getiriyor? Han gi güç ya da hangi giz onlann önce sağ sonra sol ayaklarını kaldırıma basmaları nı, hem de daha iyisi beklenemeyecek bir eşgüdümle basmalarını sağlıyor? Neredeyse nötr bakışlarının o daracık alanındaki binlerce gereksiz hareket, aynı anda bir araya geliyor. Sağ ellerini aynı anda uzatıyor ve karşılannda ki eli sanki ezmek ister gibi sıkıyorlar, görünürde anlam yüklü mesajlan ağızlarıyla iletiyor, yanaklannı, burunlarını, kaşlan nı, dudaklannı, ellerini her yöne oynatıyor, konuşmalarını an lamlı mimiklerle noktalıyorlar; ajandalarını çıkarıyor, birbir lerini geçiyor, selfimlaşıyor, birbirlerine sövüyor, birbirlerini kutluyor, itişiyorlar; seni görmeden yollarına devam ediyor lar, oysa sen onlardan birkaç santim ötede, bir kahvenin tera sına otunnuş, dunnadan onlara bakıyorsun.\J.
Avare dolaşıyorsun. Sokakları, mahalleleri, binaları sınıf landınnayı düşünüyorsun: deli mahalleler, ölü mahalleler, p.
42
zar yeri-sokaklar, yatakhane-sokaklar, mezarlık-sokaklar, sı vası dökülmüş cepheler, çürümüş cepheler, paslanmış cephe ler, maskelenmiş cepheler. Meydanlardaki küçük parklar boyunca yürüyorsun, de mirden ya da tahtadan bir cetveli parkın parmaklıklarına çarp tırarak koşan çocuklar yanından geçip gidiyorlar. Dökme de mirden ayaklan aslan pençesi biçiminde, ıahıalan yeşil boyalı banklara oturuyorsun. Yaşlı, cılız bekçiler yaşıılan olmayan dadılarla çene çalıyorla� Ayakkabının burnuyla kumlu topra
ğa çemberler, kareler, bir göz, adının baş harflerini çiziyorsun. ,1
Hiçbir zaman hiçbir arabanın geçmediği, sanki kimse oturmuyormuş gibi görünen bir hayalet dükkfindan başka ma ğazası olmayan sokakları keşfediyorsun; tül perdelerle kaplı vitrininde, sanki oldum olası güneşten rengi atmış aynı soluk mankenin, aynı fantezi düğme levhalarının, bu yılın tarihini ıaşımalanna rağmen hiç değişmeyen aynı moda gravürlerinin sergilendiği bir kadın terzisinin, yaylarını, top, zeytin çekirde ği, iğ biçiminde karyola ayaklarını, kıldan ve pamukludan de ğişik kalitedeki mallarını sergileyen bir yorgancının, ya da naylon iplere dizilmiş rengarenk yassı plastik tıpalardan olu şan bir perdenin kapı yerine geçtiği küçük dükkanının köşe sinde oturan bir kunduracının bulunduğu sokaklar.
Pasajları keşfediyorsun: Choiseul Pasajı, Panoramas Pa sajı, Jouffroy Pasajı, Verdeau Pa�ajı; oralardaki model uçak ve benzeri maketler, pipolar, renkli camdan mücevherler, pul lar satan dükkanlar, ayakkabı boyacıları, sosisli sandviç tez giihlan. B i r kartvizit matbaasının vitrinindeki sarannış karıla n tek tek okuyorsun: Doktor Raphael Crubellier, Ağız Hasta lıkları Uzmanı, Paris Tıp Fakültesi Mezunu, lütfen randevu alınız, Marcel-Emile Bumachs S.S.A.Ş. Her Cins Halı, Bay ve
43
Bayan Serge Valene, Lagarde sokağı No.
1 1 , 2 1 4 07 35; Ge
offroy Saint-Hilaire Koleji Eski Öğrencileri Dostluk Derneği, Mönü: buza yatınlmış leziz istiridyeler, Perigord usulü yer mantarh kazciğeri, gölden gelen gümüş güzel.
Luxembourg Bahçesi'nde briç, bölot ya da tarot oynayan . emeklilere bakıyorsun. Az ötendeki bir bankta, bir deri bir ke mik kalmış bir ihtiyar, çenesini iki eliyle sıkı sıkı kavradığı bastonunun topuzuna dayamış, ayaklannı bitiştirmiş, kımıl damadan saatlerce karşısındaki boşluğa bakıyor. Hayranlıkla onu seyrediyorsun. Sımnı, zaafını bulmaya çalışıyorsun. Ama dokunulmazlığı vannış gibi görünüyor. Küp gibi sağır, yan kör, hatta felçli olmalı. Ama salyası bile akmıyor, dudak lannı oynatmıyor, neredeyse gözünü bile kırpmıyor. Güneş onun çevresinde dönüyor: Belki de dikkat ve özen gösterdiği tek şey kendi gölgesini izlemektir; işaret noktalannı çok uzun zaman önceden belirlemiş olmalı; onun deliliği, deliyse eğer, belki de kendini bir güneş saati sanmasıdır. Bir heykeli andın yor, ama heykellere nazaran bir üstünlüğü var; Eğer canı ister se, kalkıp yürüyebilir. Bir insana da benziyor, daha çok bir kuşunkini andıran kafasına, göğüs kafesine kadar çıkan pan tolonuna, tam ilkokulluk papyon kravatına rağmen; ama öteki insanlardan şu ayncalığı var ki bir heykel gibi kımıldamadan saatlerce ve saatlerce durabilir, hem de görünür hiçbir çaba harcamadan. Sen de bunu başarabilmeyi isterdin, ne var ki yaşlılık mesleğinde henüz pek toy olmandan kaynaklansa ge rek, çok çabuk sinirleniyorsun: Kendine rağmen, ayağın kum da kımıldıyor, gözlerin çevrede geziniyor, pannaklann dur madan kenetlenip çözülüyor.
Rasgele yürüyorsun yine, yolunu kaybediyor, aynı yerde dönüp duruyorsun. Bazen kendine gülünç hedeOer saptıyor sun: Daumcsnil, Clignancourt, Gouvion Saint-Cyr Bulvarı, Posta Müzesi. Kitapçılara giriyor ve okumadan, kitapların sayfalannı kanşıınyorsun. Sanat galerilerine giriyor, her tab lonun önünde durarak, başını sağa eğip gözlerini kısarak, tab lonun adını, tarihini ya da ressamın adını okumak için yakla şarak, daha iyi görebilmek için geri geri giderek, kılı kırk ya rarcasına dolaşıyorsun içerde. Dışan çıkarken defteri okunak sız koca bir parafla imzalayıp, yanına da sahte bir adres yazı yorsun.
Bir kahveye girip, dipteki masalardan birine oturuyorsun. Sistemli bir şekilde, satır satır Le Monde okuyorsun. Mükem mel bir egzersiz bu. İlk sayfadaki başlıkları okuyorsun, sonra "günü gününe"yi, dış haberleri, son sayfadaki çeşitli olaylan, küçük ilanları: eleman arayanlar, i ş arayanlar, temsilciler, ti cari teklifler, cmliik, arazi, arsa, daireler (satılık), daireler (in şaat halinde), daireler (alım), büro katlan, çeşitli kiralık eşya, ticarethaneler, sermaye, ortaklık, kurslar ve ders verenler, devredenler, vasıta, garaj, hayvanlar, kelepir eşya, diğerleri, davetler, doğum, ölüm, nişan, evlilik, teşekkür ilanlarını, Dro uot Oteli'ndeki açık artımnaları, ziyaretleri ve konferansları, tez savunmalarını; aşağı yukarı kafadan çözdüğün bulmacala rı (hangi renkler moral verir: mor ve al; sonuncu ne satar: un; "sohbet"teki rahatlama seslenişi: oh be; murat bozulunca ayı lar ona bayılır: armut; toparlak meyve: portakal*); hava tah minlerini; radyo, televizyon, tiyatro ve sinema programlannı, borsa kurlarını; turizm, toplum, ekonomi, gastronomi, edebi yat, spor, bilim, tiyatro, üniversite, tıp, kadın, çocuk, din, taş-
* Çevrilmesi olanaksız olan bu bulmacalann Türkçe benzerlerini ha zırlayan Ncvıat Erkmcn'e tcşckkiircdcriz. (ç.n.)
45
ra, havacılık, şehircilik, denizcilik, hukuk, sendikacılık sayfa larını; dünya politikasını, dış haberleri, Fransız politikasını, iç işlerini, kısa haberleri, üç ya da dört sayı süren büyük incele me-araştırma yazılarını, bir ülkeye, bir bölgeye, bir ürüne ay nlmış ekleri, reklam karelerini okuyorsun. Gözlerinin önünden beş yüz tane, bin tane haber geçti, öyle titizlikle ve öyle dikkatli baktın ki, bu sayının tirajını bile öğrendin ve bir kez daha, gazetenin sendikalı işçiler tarafın .
dan hazırlandığını ve
BVP ile OJD" tarafından kontrol edildi-
ğini teyit etmiş oldun. Ama belleğin bunların hiçbirini tutma maya özen gösterdi: Pont-3.-Mousson hisselerinin düştüğünü, çelik fiyatlarının gerilediğini, New York borsasının direndiği ni, Fransa'nın gayri menkul kredisi veren en eski bankasının deneyimine ve uzman kadrosuna güvenmek gerektiğini, Flo rida'da Barbara tayfununun yol açtığı zarann üç milyar oldu ğunu; Jean-Paul ile Lucas'nın küçük kızkardeşleri Lucie'nin doğumunu müjdelemekten gurur duyduklarını aynı ilgisizlik le okudun:
Le Monde okumak, bir saat, iki saat kaybetmek ya
da kazanmaktır sadece; bir kez daha, her şeyin senin için ne denli önemsiz olduğunu değerlendirmektir. Sını flandırmala
nn, tercihlerin geçersizleştirilmesi, yıkılması gerek. Otuz ka dar dizgi işaretiyle yapılan düzenlemenin -ki bu düzenleme son derece basit kurallara göre yapılır- her gün bu binlerce mesajı yaratabilmesine hala şaşırabilirsin elbette. Ama ne di ye bu mesajlarla beslenesin, ne diye bunlann şifresini çözesin ki? Senin için önemli olan tek şey zamanın geçmesi ve hiçbir şeyin sana erişmemesi: Gözlerin, acele etmeden, birbiri ardı na satırları okuyor.
* BVP (Bureaıı de virificaıioıı de /ıı Publicire): Yaymlann Doğrulu ğunu Denetleme Bürosu; OJD (Office de Jusıificaıioır ele la Diffusioıı des supporıs de publicirl): Yayın Dayanaklannın Yayımını Doğrulama Ofisi. (ç.n.)
46
Dünyanın karşısında, kayıtsız kişi ne cahildir ne de düş man. Niyetin okumazyazmazlığın sağlığa yararlı keyfini ye niden keşfetmek değil, okurken, okuduklarına hiçbir ayrıcalık tanımamaktır. Niyetin çınlçıplak gezmek değil, ille de özenli ya da bakımsız olmak anlamına gelmeyecek bir şekilde giyin mektir; niyetin kendini açlıktan öldürmek değil, sadece bes lenmektir. B u hareketleri alabildiğine masum bir tavırla harfi
g
harfine yerine getirmek değil istedi i n -çünkü masumluk çok kuvvetli bir terimdir- sadece, en basitinden, bu "en basitin den"in bir anlamı olabilirse eğer, istediğin şey bu hareketleri yansız, apaçık, her tür değerden, özellikle de işlevsellikten kurtulmuş -çünkü işlevsellik değerlerin en kötüsü, en sinsisi, en tehlikelisidir- aşikar, gerçek, değiştirilemez bir yere bırak maktır. Okuyorsun, giyiniksin, yiyiyorsun, uyuyorsun, yürü yorsun demek dışında söylenecek bir şey olmasın; bunlar bi rer davranış, birer hareket olsun; birer kanıl, birer değiş tokuş aracı değil. Giyimin, yiyip içtiklerin, okudukların senin adına konuşmayacaklar artık, onlar sayesinde karşındakinden daha açıkgöz davranamayacaksın artık. Seni temsil etmenin o yi yip bitiren, çekilmez, öldürücü görevini bunlara bırakmaya caksın.
Bundan böyle, Petite Source'un tezgahında, La Biere'de, ya da Roger la Frite'in yerinde yemek yerken, psikofizyolo jistlerin dediği gibi "besin almaktayken'', günde bir ya da iki kez, pek pek üç kez, ki o da nadiren, bir dilim ızgara sığır eti, kızgın yağa atılmış ince patates dilimleri, bir bardak kırmızı şaraptan oluşan, inceden inceye hesaplanabilir bir protein ve karbonhidrat bileşiği yutmaktasın. Yediğin şey, bazen biftek, hatta büftek olarak adlandınlsa da, sığır filetosu olmadığı ke sin bir et, kimsenin ince ince çubuklar halinde doğranmış de meye dilinin varmayacağı kızarmış patatesler, kimsenin men şe adını kontrol etmeyi ve kalite sınınnı belirtmeyi aklından
47
geçinneyeceği bir bardak kınnızı şarapıır. Ne var ki, miden farkı anlamıyor artık -tabii daha önce hiç anlamışsa-, dama ğın da öyle. Sözcükler daha dirençli çıktı: Etin ince, sinirli, kayış gibi olmaktan, patateslerin yağlı ve yumuşamış olmak tan, şarabın yapış yapış ya da ekşi olmaktan çıkması; başlan gıçta acıklı anlamlar taşıyan, yoksul yemeklerini, sokak serse risi yiyeceklerini, yoksullar aşevini, şehir dışındaki panayırla n anımsatan bu inanılmaz ölçüde değersizleştirici sıfatlann azar azar özlerinden kaybetmesi; bunlara şiddetle bağlı olan · hüznün, yoksulluğun, yokluğun, ihLiyacın, utancın -kızartma ya dönüşen bu yağın, ete dönüşen bu sertliğin, şaraba dönüşen bu ekşiliğin- seni etkilemekten, sende iz bırakıyor olmaktan çıkması oldukça zamanını aldı; aynı şekilde, bunun tersi bol luğun, ziyafetin, bayramın, şenliğin, yukarıdakilerin tam tersi olan seçkin belirtilerinin -yumuşak ve kanlı c/ıarolais "parça lan "nın, "kuşbaşı yumuşak sığır eti"nin, fıletolann yumuşacık orta kısmının, Hal'deki hamalların getirdiği pirzolaların kalın lığının, ince ince dilimler ya da kalın çubuklar halinde kızar tılmış patateslerin, patates suflelerinin, altın rengi patates köf telerinin gevrekliğinin, sepette duran nefis şarapların güzel kokusunun- seni kandınyor olmaktan çıkması da oldukça za manını aldı. Hiçbir kutsal enerji, hiçbir tannsal nektar, tabağı nı ve bardağını doldurmuyor artık. Yemeklerinin sonunu hiç bir ünlemle noktalamıyorsun artık. Et ve kızarmış patates yi yor, şarap içiyorsun. Hemen hemen her gün, Petite Source'a girer ginnez garsona ısmarladığın "günün yemeği" ile Villette sığır pirzolası arasındaki aşılmaz mesafenin senin üzerinde hiçbir hakimiyeti kalmadı artık.
HAVA ister güzel olsun ister kötü, yağmur yağsın, güneş açsın, rüzgar kasıp kavursun, ağaçlarda tek bir yaprak kımıldama sın, ağaran gün sokak lambalannı söndürsün, batan gün anlan yeniden yaksın, kalabalığın içinde kaybol ya da ıssız bir mey danda tek başına ol, hiilii yürüyorsun, halli sünüyorsun. Seni yolunu uzatmak zorunda bırakan, yasaklarla dolu, karmaşık geziler uyduruyorsun kendine. Anıtlan görmeye gi diyorsun. Kiliselerin, atlı heykellerin, umumi heJalann, Rus restoranlannın sayı mını yapıyorsun. Kıyı lar boyunca, şehrin eski kapılannın yakınlannda yapılan yol çahşmalannı, sürül müş tarlalara benzeyen delik deşik sokak.lan, kanalizasyonla n , yerle bir edilen binalan gönneye gidiyorsun.
Odana dönüyor ve kendini daracık sedirine atıyorsun. Tıpkı budalalar gibi, gözlerin faltaşı gibi açık uyuyorsun. Ta vandaki çatlak.lan sayıyor, bir düzene koyuyorsun. Gölgelerle lekelerin birleşmesi sayesinde, görsel uyum sağlama ve yön bulma yeteneğinin zenginliği sayesinde, doğmakta olan düzi nelerce şekil zahmetsizce, ağır ağır ürüyor; ancak bir an yaka layabildiğin kın lgan düzenlemeler; dağılıp parçalanmadan ve her şey yeni baştan başlamadan önce, anlan bir isim altında koruk, kolit, köy, kasaba, kafa- topluyorsun; bir el hareketi nin, bir devinimin, bir siluetin belinnesi, büyümesine kayıtsız
49
kaldığın içi boş bir işaretin başlangıcı, belirginleşen raslantı: Üzerine dikilen bir göz, uyuyan bir adam, bir girdap, yelkenli lerin hafif salınımı, ağaç parçası, fışkıran, sakınılan, yeniden kavuşulan küçük dal, bunun içinden noktası noktasına belir ginleşerek yine ortaya çıkan bir yüzün silik başlangıcı,
az
ön
cekinden azıcık farklı, belki daha karanlık, ya da daha dikkat li, bitirilmemiş bir yüz, kulaklannı, gözlerini, boynunu, alnını görmeden aradığın bir yüz; bu yüzden aklında kalan, bu yüz de bulduğun, bulur bulmaz da kaybetıiğin tek şey muğlak bir
gülümsemenin izi ile, utanç verici ya da anlı şanlı -kimbilir? bir yara izinin uzaııığı bir burun deliğinin gölgesi sadece.
Çoğunlukla tek başına iskambil oynuyorsun. Briç elleri dağıtıyorsun,
le Monde'da her hafta yayınlanan problemleri
çözmeye çalışıyorsun; ne var ki vasat bir oyuncusun sen, açtı
ğın oyunlar da zarafetten yoksun: Ne skiz, ne defos, ne de el sırasını değerlendinne bilgisi var sende. Bir gün, ellerinde toplam olarak yalnız iki onör, bir asla bir vale bulunan bir eki bin, tüm savunmalara rağmen, şikanlann ve longlann nefis dağılımı sayesinde bir granşlem yapmayı başarabildikleri müthiş bir oyun düşündün; sonra bu problemi gözden geçirir ken, deklare edilemez olduğu için söz konusu şlemin hiçbir il ginçliğinin kalmadığını ve o sonuca gitmek için öyle zeka kıvraklıklanna gerek olmadığını fark edince artık briçten pek bir şey beklemez oldun. Kendini iskambil fallannın büyüleyici zevkine kaptırdın. Sedirinin üzerine dört sıra halinde on üçer kart diziyor, içle rindeki dört ası çıkarıyorsun. Oyun, geri kalan kırk sekiz kar tı, asların çıkarılmasıyla boşalan yerleri kullanarak düzene koymaktan ibaret; eğer bu boşluklardan biri sıralardan birinin başındaysa, oraya bir ikili koyma hakkın var; yok eğer boş luk, diyelim, bir altılıdan sonra geliyorsa, oraya aynı rengin yedilisini koyabilirsin; yediliden sonra sekizliyi, sekizliden
50
sonra dokuzluyu, valeden sonra kızı koyabilirsin; eğer papaz dan sonrası boşsa hiçbir şey koyamazsın ve boşluğu kullanma hakk ı nı kaybedersin. B u iskambil falında şansın hemen hemen hiç rolü yoktur. Boşalan dört yerin, eğer bu yerleri diziliş sırasına göre oynar san, karşına papazlan çıkaracağı anı, yani kaybedeceğin anı çok çok önceden kestirebilirsin; ama boşluklan istediğin sıra ya göre kullanabilirsin, boşluklardan önce birini, sonra öteki ni kullanırsın, sonra yine birinciye dönersin, üçüncüyü, dör düncüyü oynar, sonra yine üçüncüye geçersin. Yine de, fal nadiren çıkar; oyunun tıkandığı bir an gelir hep, tam k§.ğıtla n n yansını ya da üçte birini sınıflayıp dizmişken, öyle bir an gelir ki boşlukları doldunnak için her elini attığında karşına bir papaz çıkar. İlke olarak, iki deneme daha yapmaya hakkın vardır: Dizilmiş olan k§.ğıtlan yerinde bırakıp, diğerlerini ka np, birerden dört boşluk bırakarak yeniden açman yeterlidir. Ama sana tanınan bu iki şansı nadiren kullanıyorsun; oyunun tehlikeye düştüğünü görür gönnez bütün kıiğıtlan topluyor, iki ya da üç kez kan yor, bir kez daha denemek için hepsini ye niden açıyorsun. K0.ğıtlan kanyor, açıyor, aslan çıkanyorsun, oyunun du rumuna bakıyorsun. Biraz rasgele başlıyorsun, sadece ilk baş ta bir papaza rastlamamaya dikkat ediyorsun, o kadar. Yavaş yavaş oyun bir düzene giriyor, güçlükler beliriyor, olasılıklar ortaya çıkıyor: Burada k§.ğıdın biri zaten yerinde duruyor, şu rada tek bir tanesini oynatmak beşliyi, altılıyı bir seferde yeri ne koymayı sağlayacak, orada işini güçleştiren bir papaz ye rinden kıpırdamayacak. Neredeyse hiç başaramıyorsun. Bazen azıcık hile bile ya pıyorsun, nadiren, gittikçe de daha seyrek olarak. Senin için önemli olan şey zafer değil, hem ı.aten senin ı.aferin de ne de mek; senin istediğin sadece tannlann yanında olmasıysa, on lann teveccühünü kazanmanın çok daha kolay yollan var. Ama giderek daha sık, daha uzun süre, bazen bütün bir öğle-
51
den sonra, sabah kalkar kalkmaz, ya da gece sabaha kadar oy nuyorsun, üstelik artık vakit öldürmek için de değil. Bu oyunda seni büyüleyen bir şeyler var, seni belki de köprülerin yanıbaşındaki suyun oyunlanndan, tavanlardaki labirentlerden, gözün saydam tabakasının yüzeyinde ağır ağır yön değiştiren bir ölçüde ışık geçinnez ince çubuklardan daha çok büyüleyen bir şeyler. Bulunduğu yere göre, ana göre, her ktiğıt neredeyse heyecan verici bir yoğunluk kazanıyor. Kayı nyor, yok ediyor, kuruyor, düzenliyor, plan üstüne plan yapı
}ıorsun; boş bir çaba, onaylanmayan bir tehl i ke, gülünç bir dü zenleme: Kırk sekiz kiiğıt seni odana bağlıyor ve sen, bir on lunun yerinde olmasından, bir papazın sana karşı gelmeme sinden neredeyse mutlu oluyor, ya da ağır aksak hesaplannın tümünün de aynı olanaksız sonuca varmasından mutsuz olu yorsun. Sanki bu yalnız ve dilsiz strateji senin tek yolunu oluşturuyormuş, senin varolma nedenin haline gelmiş gibi.
GECE OLDU. Tek tük araba yoldan fırtına gibi geçiyor. Sahan lıktaki musluktan su damlıyor. Komşundan çıt çıkmıyor; bel ki de evde yoktur ya da çoktan ölmüştür. Giyinik olarak sedi re uzanmış, ellerini ensende kavuşturmuşsun, dizlerin bükülü. Gözlerini kapıyor, açıyorsun. Gözünün içindeki ya da gözün saydam tabakası n ı n yüzeyindeki virüsümsü, mikrobumsu şe killer bir aşağı bir yukarı ağır ağır hareket ediyor, kayboluyor, birden ortada toplanıyorlar; pek değiştikleri söylenemez; bu yuvarlaklar ya da kabarcıklar, ince çubuklar, bükülmüş iplik ler bir araya gelince adeta bir masal hayvanını andıran bir şe kil çıkıyor ortaya. İzlerini kaybediyor, yeniden buluyorsun; gözlerini ovuşturuyorsun, iplikler parçalanıp çoğalıyorlar.
/ Zaman geçiyor, uyukluyorsun. Açık kitabı yanına, sedi
rin üzerine bırakıyorsun. Her şey puslu. uğultulu. Sol uman şa şılacak kadar düzenli. Büyük olasılıkla gerçekdışı küçük si yah bir hayvancık tavandaki çatlakların oluşturduğu labirent te kuşkuya yer vermeyen bir gedik açıyor. Gece gündüz sokaklarda avare dolaşıyorsun. Salonlann da dezenfektanların kalıcı kokusunun gezindiği mahalle sine malarına giriyorsun, büfelerde sandviç ve kağıt külfihlarda ve rilen kızarmış patates yiyorsun, panayırlardan geçiyorsun, tilt oynuyorsun, müzelere, pazarlara, garlara, halka açık kütüpha-
53
nelere gidiyorsun, Jacob sokağındaki antikacı dükkii.nlannın, Paradis sokağındaki cam eşya satıcılannın, Saint-Antoine mahallesindeki mobilyacıların vitrinlerine bakıyorsun.
Saatler, günler, haftalar, mevsimler boyunca her şeyden kopuyor, her şeyden soğuyorsun. Bazen, neredeyse bir tür sarhoşlukla, özgür olduğunu, seni bunahan, senin hoşuna gi den ya da gitmeyen hiçbir şey olmadığını keşfediyorsun. Ve 'oyun kfiğıtlannın ya da kimi gürültülerin, kendine sunduğun kimi gösterilerin sana sağladığı bu yıpratıcı olmayan havada, anların heyecanından başka şeye yer vermeyen bu yaşamda,
1
mükemmele yakın, büyüleyici, bazen de yeni heyecanlarla dolu bir mutluluk buluyorsu � . Tam bir huzur içindesin, her an esirgeniyor, korunuyorsun. Çok mutlu bir parantez içinde, hiçbir şey beklemediğin, vaatlerle dolu bir boşlukla yaşıyor sun. Görünmez, duru ve saydamsın. Yoksun artık: Saatlerin ardından, günlerin ardından, mevsimler geçerken, zaman akarken, ne�elenmeden, hüzünlenmeden, geleceksiz ve geç mişsiz, öylece, düpedüz, apaçık yaşayaduruyorsun, tıpkı sa hanlıktaki musluktan damlayan bir su damlası gibi, pembe plastik bir leğende suya bastırılmış altı adet çorap gibi, bir si nek ya da istiridye gibi, inek gibi, salyangoz gibi, bir çocuk ya da bir ihtiyar gibi, bir fare gibi.
BAZEN, karanlığın içinde, bir maça asının silueti beliriyor ön ce: Karşında bir nokta var, bu noktanın içinden iki çizgi çıkı yor; çizgiler birbirinden aynlıyor ve uzun bir dönemeçten sonra dönüp sana doğru geliyorlar.
Daha sonra, bir okyanus oluyor bu, üzerinde yol aldığın siyah bir deniz: Bumun sanki dev bir yolcu gemisinin bumu, ya da pruva bodoslaması. Her şey siyah. Gece olmamış, hava kararmamış, bütün dünya siyah; doğal bir siyahlık bu, bir fo toğrafın negatifi gibi; beyaz, belki de gri olan tek şey, sen ge çip giderken burnunun her iki kanadında ve belki de geminin yanlan olan gözlerin boyunca kabaran dalgalar - bir zamanlar maça ası da, sen karanlık sularda süzülürken önünde açtığın o beyazımsı ve kıvrıntılı izin, o çizginin habercisiymiş gibi bu kanatlarda beliriyordu. Su her yanını sanyor; siyah, kıpırıısız, çar.jaf gibi, hatta yakamozsuz bir deniz, oysa her ayrıntıyı, gök olsa en ufak bulutu, ufuk olsa en ufak kara parçasını seçe bileceğini sanıyorsun. Ama denizden başka bir şey yok ve sen, yolunun üstünde zahmetsizce, sessizce, hiç sarsılmadan tarlanın altını üstüne getiren bir saban demiri gibi- derin ve beyaz çizgiler oyan bir pruva bodoslamasısın tepeden tırnağa. Oysa, çok geçmeden, yukanlarda bir yerde, tıpkı bir çer çeve içindeymişcesine, sanki bir ekran belirmiş de bir sinema
55
filminin negatifi gösteriliyormuşcasına, aynı gemi beliriyor, ama şimdi bir bütün olarak, kuşbakışı görülüyor ve sen, gü vertedeki küpeşteye, ya da daha doğrusu üst güvertenin kü peştesine dayanmış, oldukça romantik bir poz almışsın. Aynı anda iki yerde birden bulunma duygusu uzunca bir süre, ke sinlikle belirgin bir şekilde sürüp gidiyor ve bir şeyler seni si nirlendirse de, canını sıksa da, bir türlü anlayamadığın şey şu: Sen, önce, siyah denizde beyaz dalgalan köpürterek tek başı na süzülen pruva bodoslamasısın da, sonra hemen hemen aynı anda, bu pruva bodoslaması olmanın bilincine benzer bir şey misin; yani, yukarıda, oldukça romantik bir pozda güvertede hareketsiz duran yolcusu olduğun geminin bütünü müsün, yoksa, aksine, önce siyah denizin üstünde, içinde kaptan köp rüsüne dayanmış tek yolcusuyla, seninle, süzülen bütün gemi vardı da, sonra bu geminin ölçüsüzce büyütülmüş tek bir ay nntısı, iki tarafındaki beyaz, kalın dalgalan -sahici dalga ola mayacak kadar iyi çizilmiş, daha çok kıvn mlan, kırmaları an dıran oldukça görkemli, neredeyse ağır bir hava verilmiş dal galan- köpürterek sulan yaran pruva bodoslaması mı vardı? Uzun süre, iki gemi, parçayla bütün, pruva bodoslaması olan burnunla yolcu gemisi olan vücudun birlikte yüzüyorlar, onları birbirinden ayırmanı sağlayacak hiçbir şey yok: Sen hem pruva bodoslamasısın hem de üstünde bulunduğun gemi. Sonra, ilk çelişki ortaya çıkıyor, ama belki de ölçülerin, pers pektiflerin farklılığına bağlanabilir optik bir yanılsamadır bu sadece: Gemi yavaşlıyor, gitgide yavaşlıyor gibi geliyor sana, sanki onu gitgide daha geriden, daha uzaktan, gitgide daha yukarıdan görüyormuşsun gibi; ne var ki sen, küpeşteye da yanmış olan sen, hiç de küçülmüyorsun, oysa pruva bodosla ması gitgide hızlanıyor, süzülmüyor artık, adeta siyah suyun üstünde uçuyor, bir yolcu gemisi gibi değil de, tıpkı bir hü cumbot gibi, hana bir sürat teknesi gibi. İşte o zaman, durum çok daha vahimleşiyor-ve sen, belki de deneyimlerine dayanarak, oluşmakta olan şeyin sonun baş-
56
langıcı olduğunu sanki biliyorsun- çünkü az sonra olacak olan şeyin yoğunluğuna birkaç dakika, birkaç saniyeden fazla katlanamayacak.sın; gerçi henüz ortada bir şey yok, belki de, olsa olsa, uyarıcı bir işareı, anlamı bile açık olmayan bir belir ti dışında; sen şimdi bu anlamın açığa çıkmasını bekliyorsun, her şeyin mümkün olduğu kadar uzun bir süre bulanık kalaca ğını boşuna umut ederek, çünkü daha şimdiden ne olduğunu biliyorsun: Uyanış seni kolluyor, onu harekete geçiren şey se nin sabırsızlığın oldu ve onu geciktirmek için harcadığın tüm çabalar onu daha da çabukl�tırmaktan başka bir işe yaramı yor, ve o sırada, her seferinde olduğu gibi, hem isteklendirici hem sıkıntılı, hem harikuliide hem umut kıncı, aşırı belirgin leşiveren, çabucak zonklayan ve neredeyse sancıya dönüşen bir duygu ortaya çıkıyor: Bu imgeyi daha önce yaşadığını bil menin saçma -ya da henüz o denli saçma değilse bile, saçma olmaya mutlaka aday- kesinliği, bunun gerçek bir anı olduğu nu kesinkes bilmek, hem de tüm ayrıntılarıyla: Deniz siyahlı, gemi her iki yanından beyaz köpük demetleri fışkırtarak kü çük kanalda ağır ağır ilerliyordu, sen tüm gemilerdeki tüm yolcuların martılara bakarken takındıkları tavırla, oldukça ro mantik bir pozda gezi güvertesinin korkuluğuna dayanmışım; şu anki duygunun aynısını duyuyordun, ne var k i şu anda hiç bir şey duymamaktasın, böyle bir anının hem olanaksızlığını hem de değişıirilemezliğini bilmenin tehl ikeli, giderek daha tehlikeli duygusu dışında.
Daha sonra, çok daha sonra, belki de birçok kez uyandın, birçok ktz yeniden uyukladın, sağına döndün, soluna döndün, sırtüstü, yüzüstü yattın, belki ışığı bile yaktın, belki bir sigara içtin, daha sonra, çok daha sonra, uyku bir hedefe dönüşüyor, ya da hayır, aksine, sen uykunun hedefi oluyorsun. Işıyan, bir görünüp bir kaybolan bir ateş odağı bu. Karşında, ya da daha kesin söylemek gerekirse, gözlerinin önünde, bazen birazcık
57
solda, bazen birazcık sağda, asla ortada değil, onbinlerce kü çük beyaz nokta bir araya gelip, giderek kediye benzer bir şey çiziyor, profilden görünen bir panter başı, panter ilerliyor, iki keskin sivri dişini göstererek büyüyor, sonra kayboluyor, onun yerini ışıklı bir nokta alıyor, bu nokta büyüyor, eşkenar dörtgene, yıldıza dönüşüyor ve hızla üzerine atlıyor, son anda seni sağdan sıyırarak geçiyor. Bu, düzenli olarak birçok kez yineleniyor: Önce bir şey yok, sonra hafif ışıklı noktalar, ka bataslak çizilen bir panter başı beliriyor, sonra bu belirginleşi· yor, kükreyerek büyüyor, iki keskin sivri
ZAMANLA, duyarsızlığın inanılmayacak bir hal alıyor. Gözle rinde panltıdan eser kalmamış, siluetin tam anlamıyla çök müş. Bıkkınlıktan, burukluktan eser taşımayan bir dinginlik gelip yerleşmiş dudaklannın kenanna. Dokunulmaz biri ola rak, giysilerinin ağırbaşlı yıpranmışlığı. adımlannın yansızlı ğı tarafından korunarak sokaklarda geziniyorsun. Öğrenilmiş hareketleri yapıyorsun sadece. Ancak gerekli olan sözcükleri sarfediyorsun. İstediklerin şunlar: - bir kahve, - önden bir koltuk, - günün yemeği, bir kırmızı şarap, - bir bardak bira, - bir diş fırçası, - on tane bilet. Parayı ödüyor, cebine koyuyor ve yerine geçerek yiyip iç meye koyuluyorsun. Bulunduğu yığının üstünden
Le Monde'u
alıyor, satıcının çanağına iki adet yirmi santim bırakıyorsun. Lütfen, günaydın, teşekkür ederim, hoşçakalın demiyorsun hiç. Özürdilemiyorsun. Yolunu sormuyorsun. Avare dolaşıyorsun, dolaşıyorsun. Yürüyorsun. Tüm an lar birbiriyle eşdeğerde, tüm mekfinlar birbirine benziyor. Hiç acele etmiyor, hiç şaşırmıyorsun. Meydan saatlerine bakmı yorsun. Uykun yok. Aç değilsin. Hiç esnemiyorsun. Kahka halarla gülmüyorsun hiç.
59
Artık aylaklık da yapmıyorsun, çünkü ancak zamandan ça lanlar, günlük programlanndaki değerli dakikalardan tırtıkla mak için çaba gösterenler aylaklık yapabilir. Başlangıçta, ken dine güzergilhlar seçiyor, hedefler saptıyor, istemediğin halde sonunda birer Odysseus yolculuğuna dönüşen karmaşık gezi ler tasarlıyordun. Pek çok yer gördükten sonra, bir de Saint Julien le Pauvre Kilisesi'ni ziyaret enin, yeralıı mezarlannın girişinde dolanıp durdun, Eyfel Kulesi'nin alımda dikildin, birkaç anıtın tepesine çıktın, tüm köprülerden geçtin, tüm kı . yılarda yürüdün, tüm müzeleri gezdin, Guimet Müzesi, Cer nuschi Müzesi, Camavalet Müzesi, Bourdelle Müzesi, Delac roix Müzesi, Nissim de Camondo Müzesi'ni, Keşifler Sarayı' nı, Trocadero Akvaryumu'nu, Bagatelle'deki gülleri, akşam vakti Montmartre'ı, sabah vakti Hal'i, i ş çıkışı saatinde Sainı Lazare gan n ı ,
15 Ağustos'ta öğle vakti Concorde Meydanı'nı
gördün. Ne var ki, hedefin ister turistik olsun, ister külıürel, ya da düş kıncı, aptalca hatta kışkırtıcı olsun (la Pompe soka ğı, Saussaies sokağı, Beauvau Meydanı, Orfevres nhtımı), bu onun bir hedef olmasını, yani bir gerilim, bir niyet, bir heye can olmasını engellemiyordu. Senin turizmin, boşuna ve gü lünç de olsa, Gerçeküstücülerin uzaklarda kalmış anısına rağ men, bir özen kaynağı, günlük bir program, bir mekan ölçüsü olarak kalıyordu. Akşamlan saat sekiz, dokuz ya da on sularında, nasıl ay nnı gözetmeden ka�ına çıkan ilk sinemaya girip karanlık sa londa bir gölge seyirci olarak, geniş bir dikdörtgen üzerinde durmadan aynı serüveni -müzik, coşku, bekleyiş- biçimlen diren çeşit çeşit ışık ve gölge oyunlarının görünüp kaybolma sını izleyen bir gölgenin gölgesi olarak, artık gideceğin film leri seçmiyor.;an, yediklerinde bir değişiklik yapmak için la Petite Source'un tezg:i.hında sana beş tekliğe, günde harcaya cağın paranın üçte birine sunulan aşağı yukan üç yüz seçene ği sonuna kadar kullanmak için nasıl hiçbir girişimde bulun muyor, yemeklerini seçmiyorsan, uyku saatlerini, okuyacağın
60
şeyleri, giysilerini de seçmiyorsun . . . Kendini bırakıyor.;un, sürükleniyorsun: Champs-Elysees' de kalabalığın bir aşağı bir yukarı yürümesi, birkaç metre önünden giden ve gri bir sokağa sapan gri bir sırt, bir ışık ya da ışıksızlık, bir ses ya da sessizlik, bir duvar, bir grup insan, bir ağaç, su, bir kapı sundurması, parmaklıklar, afişler, kaldı rı m taşlan, bir geçit, bir vitrin, bir trnfik ışığı, bir sokak tabela sı, bir tütüncü levhası, bir tuhafiyecinin sergisi, bir merdiven, bir döner kavşak seni peşine takmaya yetiyor. ..
Yürüyorsun; yürümüyorsun. Uyuyorsun; uyumuyorsun. Altı kat merdiveni iniyorsun, çıkıyorsun.
Le
Monde alıyor
sun; almıyorsun. Yiyiyorsun; yemiyorsun. Oıuruyorsun, uza nıyorsun, ayakta duruyorsun, bir sinemanın karanlık salonuna süzülüveriyorsun. Bir sigara yakıyorsun. Sokağı. Seine nehri ni geçiyor, duruyor, yeniden yola koyuluyorsun. Tilt oynu yorsun; oynamıyorsun.
Bazen üç, dört, beş gün odanda kalıyorsun, kaç gün kaldı ğını bilmiyorsun. Neredeyse durmadan uyuyorsun; çoraplan nı, iki gömleğini yıkıyorsun. Daha önce yinni kez okuyup, yinni kez unuttuğun bir polisiye romanı okuyorsun. Yerde sü rünen eski bir
Le
Monde'un bulmacasını çözüyorsun. Sedirin
üzerine dört sıra halinde on üçer oyun kağıdını diziyor, aslan çıkarıyor, kupa yedilisini kupa altılısının arkasına, sinek se kizlisini sinek yedilisinin arkasına, maça ikilisini kendi yeri ne, maça papazını maça kızının arkasına, kupa valesini kupa onlusunun arkasına koyuyorsun.
61
Ekmeğin olduğu müddetçe, ekmeğin üzerine reçel sürüp yiyorsun, sonra varsa eğer, bisküvilerin üzerine sürüyorsun, daha da sonra kavanozun içinden kaşıkla yiyorsun.
Ellerini ensende birleştirip, dizlerini yukan çekerek dar sedirine uzanıyorsun. Gözlerini kapıyor, açıyorsun. Gözünün saydam tabakasının yüzeyinde, bükülmüş iplikler bir aşağı bir yukan ağır ağır yön değiştiriyorlar. Tavandaki çatlakları, kabarmaları, yarıkları sayıyor ve bir düzene sokuyorsun. Çatlak aynadaki yüzüne bakıyorsun.
Kendi kendine konuşmuyorsun henüz. Hele hiç haykır mıyorsun.
Kayıtsızlığın ne başlangıcı vardır, ne de sonu; değişmez bir durumdur kayıtsızlık; bir ağırlık. hiçbir şeyin sarsamaya cağı bir kıpııı.ısızlık, bir cansızlıktır. Dış dünyanın mesajlan hali sinir merkezlerine ulaşıyor kuşkusuz, ama organizmanın bütününü tehlikeye atacak hiçbir toplu cevap özümlenir duru ma gelebilecek gibi gözükmüyor. Ayakta kalan tek şey temel refleksler sadece: Kırmızı yandığında karşıdan karşıya geçmi yorsun, sigaram yakmak için rüzgardan korunuyorsun, kış sa bahlan daha sıkı giyiniyorsun, aşağı yukan haftada bir kez kazağını, çoraplarını, donunu ve fanilam, ayda iki kezden bi raz daha kısa sürede de çarşaflannı değiştiriyorsun. Kayıtsızlık, dili geçersiz kılıyor, işaretleri anlaşılmaz hale getiriyor. Sabırlısın ama beklemiyorsun, özglirsün ama seç miyorsun, müsaitsin ama hiçbir şey seni harekete geçirmiyor. Hiçbir şey istemiyor, hiçbir şey talep etmiyor, hiçbir şeyi da yatmıyorsun. Hiç dinlemeden duyuyor, hiç bakmadan görü yorsun: tavanlardaki çatlak lan. parkenin dilimlerini, yer karo-
62
I'
!arının
desenlerini,
gözlerinin
çevresindeki
k ı nşıklıklan,
ağaçları, suyu, taşlan, geçen arabaları, gökyüzünde bulut şe killeri çizen bulutlan.
Artık, tükenmez olanın içinde yaşıyorsun. Her bir gün ses ve sessizliklerden, ışık ve karanlıklardan, yoğunluklardan, bekleyişlerden, ürpennelerden oluşuyor. Olan tek şey, bir kez daha, sonsuza dek, her seferinde biraz daha fazla yitip gitmen, sonu olmadan başıboş dolaşman, uykuyu, bir tür vücut huzu runu bulman: vazgeçme, bıkkınlık, uyuşukluk, kendini koy veriş. Kayıyor, sürükleniyor, gevşiyorsun: boşluğu aramak, ondan kaçmak, yürümek, dunnak, oturmak, masaya otunnak, dirseğini dayamak, uzanmak. Robot hareketleri: kalkmak, yıkanmak, tıraş olmak, gi yinmek. Su üzerinde mantar: akıntıya kapılmak, kalabalıklan izlemek, sürtmek: yoğun sessizlikteki yaz, kapalı pancurlar, ölü sokaklar, yapış yapış asfalt, kıpırtısız yaprakların siyaha çalan yeşili : vitrinlerin, sokak lambalarının soğuk ışığı altında kış, kahve kapılarındaki buğular, ölü ağaçların güdük siyah dallan. ·salaş kahvelere, küçük barlara, ayaküstü barlarına giri yorsun, ışıksız, sirke ve kir kokan şarap ve kömür bayileri. Charles Michels'e ya da Chaıeau-Landon'a doğru, yağlı, pis, dar sokaklarda yırtık pırtık afişlerin sarktığı tahtaperdeler bo yunca yürüyorsun. Meydanlardaki küçük parkların ve bahçe lerin banklarında oturuyorsun, tıpkı bir emekli, bir ihtiyar gibi, oysa topu topu yirmi beş yaşındasın. Otellerin lobilerine girip suni deriden bir kanepeye oturuyor, bekliyorsun; girip çıkan insanlara bakıyorsun, tanıtım ilanlannı, katalogları, afişleri okuyorsun, turistik broşürleri (Geceleyin Paris, Hindistan'a Gemi Yolculuğu), dergileri (Fransız Otelciliğinden Haberler, Fransız Turing Kulubü Dergisi) okuyorsun; bisımevlerinin, gazete binalarının önündeki panolara asılan gazeteleri okuyor-
6.l
sun:
Le Mmıde, Le
Figam,
Le Capital, La
Vie Frmıçaüe. Be
lediye kütüphanelerinde boş boş dolaşıyor, bir fış dolduruyor, turih kitaplannı, bilimsel eserleri, Devlet adamlannın anıları nı, dağcılann, katolik papazların anılarını okuyorsun. Kaldırımlarda yürüyor, su oluklarının içine, yolun kenarı na parketmiş arabalarla kaldı nm arasında kalan genişçe boş luğa bakıyorsun. B i lyalar, küçük yaylar, yüzükler, bozuk pa ralar, bazen eldivenler, bir gün de içinde biraz para, kfiğıtlar, mektuplar, gözlerinden neredeyse yaş getiren fotoğraflar olan · bir para çantası buluyorsun. Luxembourg Bahçesi'nde kağıt oynayanlara, Chaillot Sa rayı'nın bahçesindeki fıskiyelere bakıyorsun, Pazar günü Lo uvre'a gidiyor, hiç durmadan bütün salonlardan geçiyor, so nunda tek bir tablonun ya da objenin karşısına duruyorsun: Bu, üst dudağının üstünde, solda, yani ona göre solda, sana göreyse sağda, küçücük bir yara izi taşıyan bir Rönesans ada mının inanılmaz derecede enerjik portresi, ya da üstü yazılı bir taş, arkana bakmadan çekip gitmezden önce karşısında bir saat, iki saat durduğun küçük bir Mısır kaşığı.
Bitmek bilmez, yorulmak bilmez yürüyüş. Elinde görün mez valizler taşıyan bir adam gibi yürüyorsun; gölgesini izle yen bir adam gibi yürüyorsun. Kör yürüyüşü, uyurgezer yürü yüşü; mekanik adımlarla, sonu gelmezcesine, yürüdüğünü unutana dek ilerliyorsun. Titiz bir aylak, kusursuz gece yürüyüşcüsü, uçuşan bir çarşafın haksız yere bir hayalete, küçük çocuklan bile korku tamayacak bir hayalete dönüştüreceği bir ruh gibisin. Yorulmak bilmez yürüyüşçü, her akşam, odanın kara deli ğinden, çürümüş merdivenlerinden, sessiz avlundan çıkıp, Pa ris'i bir uçtan bir uca geçiyorsun; büyük ses ve ışık bölgeleri nin -Opera, les Boulevards, Champs-Elysees, Saint-Germain ya da Montpamasse'ın- ötesine geçiyor, ölü şehire, Pereire ya
64
da Saint-Antoine'a, Longchamp sokağına, Hôpital Bulvan'na, Oberkampf sokağına, Vercingetorix sokağına dalıyorsun. Sabahçı kahveleri. Dirseğini camdan -yuvarlak kenarları bakır civatalarla kaidenin betonuna gömülmüş yan saydam kalın bir levha olan- tezgaha dayayarak başında üç denizcinin çekiştiği bir ıilı makinesine yan dönük halde, neredeyse kı mıldamadan ayakta duruyorsun. Kırmızı şarap ya da süzme kahve içiyorsun.
Sürprizsiz yaşam. Güvenliktesin. Uyuyor, yiyor, yürüyor, yaşamayı sürdürüyorsun, tıpkı gamsız bir araştırmacının labi rentinde unuttuğu bir laboratuvar faresi gibi; sabah akşam, hiç yanılmadan, hiç duraksamadan yemliğin yolunu tutan, önce sola, sonra sağa dönen, bulamaç halindeki günlük yem mikta rını almak için kınnızı kenarlı bir pedala iki defa basan bir la boratuvar faresi gibi. Ne bir aşama sırası, ne bir tercih. Dingin bir kayıtsızlık seninki: Gri rengin üzerinde hiçbir boğucu his uyandınnadığı gri adam. Duyarsız değil, yansız. Su kendine çekiyor seni, ta şın da, karanlık kadar aydınlığın, sıcak kadar soğuğun da seni kendine çekmesi gibi. Var olan tek şey yürüyüşün ve bakışın; bir şeye yönelen, sonra o şeyi yalayıp geçen; güzeli, çirkini, bildiği, şaşırtıcıyı tanımayan; sadece ve sadece, gözünde, ta vanlarda, ayaklarında, gökyüzünde, çatlak aynanda, suda, taş· ta, kalabalıklarda, her yerde dunnadan bir belirip bir kaybolan ışık ve şekil oyunlarını belleğinde tutan bakışın. Meydanlar, caddeler, meydanlardaki küçük parklar ve bulvarlar, ağaçlar, demir parmaklıklar, erkekler, kadınlar, çocuklar, köpekler, bekleyişler, kalabalıklar, taşıtlar, vitrinler, binalar, cepheler, sütunlar, sütun başlıkları, kaldırımlar, su olukları, çiseleyen yağmur altında parıldayan, küçük çakıltaşlanndan yapılmış, gri ya da kınnızımsı, beyazımsı, mavimsi kaldırım taşlan, sessizlikler, uğultular, patırtılar, garlardaki, mağazalardaki,
bulvarlardaki insanlar, kalabalıktan görünmez olmuş sokak lar, kalabalıktan görünmez olmuş nhtımlar, Ağustos Pazarla nnın ıssız sokaklan, sabahlar, akşamlar, geceler, gün doğum lan ve gün batımları.
Artık sen dünyanın adsız efendisisin, tarihin üzerinde ar
ı tık etki yapmadığı kişisin. yağmurun yağdığını artık hissetme ,
yen, gecenin gelişini artık görmeyen kişisin.
Kendi gerçekliğinden başka, süren yaşamının, soluk alıp verişinin, adımlarının, yaşlanışının gerçekliğinden başka bir şey tanımıyorsun. İnsanların gidip geldiğini, kalabalıklann ve şeylerin oluşup kaybolduğunu görüyorsun. Bir tuhafiyecinin ufacık vitrininde bir perde çubuğu görüyorsun; gözlerin ani den ona dikiliyor; geçip gidiyorsun: Sen ulaşılmazsın.
GÖZÜNLE yastığın karşılaşması bir dağın ortaya çıkmasına yola açıyor, oldukça yumuşak bir eğim, bir dar açının dörtte biri, daha doğrusu boşluğun geri kalanından daha karanlık, ön planda beliren bir çember yayı. Bu dağın ilginç bir yanı yok; olağan bir dağ. Şimdilik, zım
in yapman gereken ama bir türlü
tam olarak tanımlayamadığın bır işle meşgul; kendi içinde pek önemli olmayan bir görev söz konusuymuş gibi gözükü yor; belki de bu görev, şifreyi bilip bilmediğini anlamaya ya rayacak fırsauan, bahaneden başka bir şey değildir; görevi nin, başpannağını ya da tüm elini yastığın üstünden geçir mekten ibaret olduğunu varsayıyorsun örneğin, ve bu varsa yım anında doğrulanıyor, ama bunu yapmak sana mı düşer? Aşama sırasındaki yerin, hizmet yılların seni bu angaryadan bağışık tutmaz mı? B u soru elbette ki görevin kendisinden çok daha önemli, ancak elinde onu çözmek için hiçbir şey yok; bunca zaman sonra h<115 bu türden hesaplar vennek zo runda kalacağını sanmıyordun. Üstelik, bunun üzerinde biraz daha düşününce, sorunun çok daha karmaşık olduğunu fark ediyorsun: Sorun başparmağını mevkiine, derecene, kıdemine göre geçinnek zorunda olup olmadığını bilmek değil, sorun daha çok, her halükarda, er ya da geç, başparmağını geçirmen gerektiği, eğer yeterince kıdemliysen üstten, değilsen alttan, ve tabii
ki senin kıdemin hakkında hiçbir fikrin yok, sana çok
gibi gözüküyor, ama belki de yeterince çok değildir. B u soru-
67
yu sana sormak için, tam da kimsenin, en namuslu yargıcın bile, yeterince kıdemli olup olmadığını kesin olarak doğrula yamayacağı anı seçtiler belki de?
Bu soru ayakların ya da uyluklann için de sorulabilirdi. Aslında bir şey ifade etmiyor. Asıl sorun, temas sorunudur. İl ke olarak iki tür temas vardır; Vücudunun çarşaflarla olan te ması, ki bu sol uyluğun, sağ ayağın, sağ kolun, kamının bir "kısmı için geçerlidir ve bir kaynaşma, bir etkileşim, bir yo ğunluk azalması anlamına gelir; bir de vücudunun kendiyle olan teması, ki bu etinin etinle karşılaştığı, sol ayağının sağ ayağının üstünden geçtiği, dizlerinin birbiriyle karşılaştığı, dirseğinin midenle karşı karşıya geldiği yerde olur: B u temas lar sivri, sıcak veya soğuk, ya da sıcak ve soğuktur. Elbette, hemen hemen hiç riske girmeden, tüm bu işlem tersine çevri lebilir, bunu aksi olduğu, sol ayağın sağ ayağın altında, sağ uyluğun sol uyluğun altında olduğu ileri sürülebilir. Bütün bu olanlarda en açık görünen şey, senin bacaklarını hafifçe kıvırmış, kollarınla yastığa sıkıca sarılmış olarak, ne sağ ne de sol tarafa yatmış olmayıp baş aşağı durmandır, tıpkı kış uykusuna yatmış bir yarasa gibi, ya da daha doğrusu, bir armut ağacının üzerindeki fazla olgun armut gibi, ki bu da her an düşebileceğin anlamına gelir; ama bu durum ayrıca rahat sız edici gelmemektedir sana, çünkü başın yastık tarafından mükemmelen korunmaktadır; ancak gene de senin görevin, küçücük de olsa bu tehlikeden kaçınmaktır. Ama bildiğin ça releri gözden geçirirsen, durumun başta sandığından çok daha vahim olduğunu fark etmekte gecikmezsin, bunun nedeni de yatay olmayan bir konumun uykuya nadiren el vermesidir. Demek ki, bunun pek o kadar hoş bir şey olmayacağını tah min etsen de, düşmeye karar vermelisin; düşüşün ne zaman son bulacağı bilinmez, üstelik sen düşmek için ne yapman ge rektiğini bilmiyorsun, ancak düşmeyi düşünmediğin zaman
GB
düşmeye başlıyorsun, ama nasıl bunu düşünmeden edebilirsin ki, tam da bunu düşünüyorken? B u kimsenin hiçbir zaman ciddi olarak düşünmediği bir şeydir, oysa önemlidir: B u ko nuda metinler olmalıydı, güvenilir metinler, bu durumlara, genelde sanıldığının aksine çok sık rastlanan bu durumlara karşı koymayı sağlayacak metinler.
Vücudunun dörtte üçü başının içine sığınmış; kalbin ge lip kaşının içine yerleşmiş, yerine bütünüyle uyum sağlamış, canlı bir şeymiş gibi çarpıyor orada, olsa olsa birazcık fazla hızlı çarpıyordur belki. Vücudunu yoklaman gerek, kol ve ba caklannın, organlannın, iç organlarının, mukozalannın bü tünlüğünü denetlemen gerek. Başını dolduran ve onu ağırlaş tıran tüm bu parçalan başından atmak isterdin, ama aynı za manda da, elinden geldiğince fazlasını kurtardığın için kendi n i kutluyorsun, çünkü geri kalan ne varsa hepsi yok oldu, artık ne ayaklann ne de ellerin var, baldınn tamamıyla sıvılaştı.
Bütün bunlar gitgide karmaşık bir hal alıyor: Önce dirse ğini kaldırman gerekirdi, böylece boşalan yere hiç değilse kamının bir kısmını koyabilirdin, ve bu böyle sürüp giderdi, ta k i yeniden aşağı yukarı eski durumuna gelene dek. Ama bu korkunç zor bir şey: Parçalardan bazıları eksik, bazıları ise çift, ölçüsüzce büyümüş olanlar da var, kesinlikle çılgın top rak taleplerinde bulunanlar da: Dirseğin hiç olmadığı kadar dirsek, bu denli dirsek olunabileceğini unutmuştun, tırnağın biri elinin yerine geçmiş. Ve tabii k i cellatlar, müdahale et mek için yine tam bu anı seçiyorlar. İçlerinden biri ağzına te beşir dolu bir sünger tıkıyor, bir diğeri kulaklarına pamuk tı kıyor; birkaç hızarcı sinüslerine yerleşmiş, bir yangın çıkarma delisi mideni ateşe veriyor, sadist terziler ayaklarını sıkıştınp küçültüyorlar, kafana küçücük bir şapka geçiriyor, seni dara-
69
cık bir paltonun içine sokuyor, bir kravatla boğuyorlar; bir ba ca ıemizleyicisi ile yamağı soluk boruna düğümlü bir i p sok nuşlar ve övgüye değer tüm çabalanna rağmen, ipi geri çek
'\ 1
me � i bir türlü başaramıyorlar. / Hemen hemen her seferinde geliyorlar. Onlan iyi tanıyor sun. İçin neredeyse rahat. Eğer onlar oradalarsa, uyku çok uzakta değil demekıirt'Biraz canını yakacaklar, sonra bıkacak ve seni rahat bırakacaklar. Evet, canını yakıyorlar, ama duy.duğun ağnya ka111, algıladığın tüm duyumlara, aklından ge çen tüm düşüncelere, sende uyanan tüm duygulara karşı oldu ğu gibi, tam bir ilgisizlik içindesin. Hayret ettiğini hiç hayret etmeden, şaşakaldığını hiç şillj a kalmadan, cellatlar tarafından hırpalandığını hiç acı çekmeden görüyorsun. Sakinleşmeleri ni bekliyorsun. İstedikleri tüm organlan kendi rızanla teslim ediyorsun onlara. Kamın, bumun, boğazın, ayakların için çe kiştiklerini görüyorsun uzakmn.
Ama genelde, çoğu zaman, en son tuzak bu noktada olu yor. İşte o zaman en kötüsü çıkıyor ortaya. Ağır ağır, görün meden yükseliyor. Ö nce her şey sakin, olağan, fazla sakin, fazla olağan. Her şey bir daha hiç kımıldamayacakmış gibi görünüyor. Ama sonra biliyorsun ki, gittikçe amansızlaşan bir kesinlikle bilmeye b<ı!ii l ıyor.mn ki, tüm vücudunu kaybettin, ya da hayır, vücudunu görüyorsun, uzağında deği l , ama hiçbir zaman ona erişemeyecek, onunla birleşemeyeceksin. Bir gözden başka bir şey değilsin. Kocaman ve sabit bir göz, her şeyi gören, yığılan vücudunu olduğu kadar seni de, bakan, bakılan seni de gören, sanki yuvasında tamamen ters dönmüş de hiçbir şey demeden seni seyrediyormuş gibi, seni, senin içini, karanlık, boş, su yeşili, korkmuş, güçsüz içini. Sa na bakıyor ve seni olduğun yere çivi liyor. Kendini görmeyi hep sürdüreceksin. Hiçbir şey yapamazsın, kendinden kaça mazsın, kendi bakışından kaçamazsın, hiçbir zaman bunu ya-
pamayacaksın: Hiçbir sarsıntının, hiçbir seslenmenin, hiçbir yanığın seni uyandıramayacağı kadar derin uyumayı başarsan bile, bu göz hep olacak, senin gözün, hiç kapanmayacak, hiç uyumayacak olan gözün. Kendini görüyorsun, kendini gören kendini görüyorsun, sana bakan sana bakıyorsun. Uyansan bi le, görüntün aynı, değişmez kalacak. Kendine binlerce, mil yarlarca gözkapağı eklemeyi başarsan bile, hıilii, arkada, seni görmek için bu göz olacak. Uyumuyorsun, ama uyku artık gelmeyecek. Uyanık değilsin ve hiç uyanmayacaksın. Ölü de ğilsin ve ölüm bile seni kurtaramayacak . . .
BiR iNEK GiBi, bir istiridye gibi, bir fare gibi özgür!
Ama fareler uyuyabilmek için saatlerce çırpınmazlar. Sıçrayarak:, paniğe kapılarak:, ter içinde uyanmazlar. Düş gör mezler, hem sen düşlerine karşı ne yapabilirsin ki?
Ama fareler tırnaklarını kemirmezler, hele düzenli ola rak, saatlerce, tırnaklarının ucu cılk yara olana kadar hiç. Tır nağın ucunu tırnağın ortasına kadar, ete tutunduğu yerleri ya ra bere içinde bırakarak: koparıyorsun; tırnak dibinin üzerin deki ölü derileri kan çıkana kadar, parmakların canını fena halde yakana kadar sıyırıyorsun, saatlerce en ufak temas se nin için o derece dayanılmaz oluyor ki hiçbir şeyi tutamıyor ve ellerini kaynar suya sokmak zorunda kalıyorsun.
Ama bilesin ki, fareler tilt oynamazlar. Saatler boyu, ge celer boyu, büyük bir öfkeyle, tutkuyla aygıtlara yapışıyor sun. Makinenin üzerine kapanmış bir halde, çelik bilyanın sıçrayışlarına makineye vurduğun bel darbeleriyle eşlik ede rek ahlayıp ıhlıyorsun. Yaylara, ışıklara, sayılara, geçitlere saldırıyorsun.
73
Gözünde ışık yanan, yelpazesi aşağı inen kadın resimleri. Bir tiltle mücadele edemezsin. Oynarsın ya da oynamazsm. Diyaloğa giremezsin onunla, sana söyleyemeyeceği şeyi söy letemezsin ona. İstediğin kadar sokul, karşısında soluk soluğa kal, tilt, senin ona duyduğun dostluğa, elde etmeye çalıştığın
Sokaklarda sürtüyor, bir sinemaya giriyorsun; sokaklarda sürtüyor, bir kahveye giriyorsun; sokaklarda sürtüyor, Seine nehrine, kasap dükkanlanna, trenlere, afişlere, insanlara bakı yorsun. Sokaklarda sürtüyor, bir sinemaya giriyor ve orada az önce gördüğüne benzer bir film görüyorsun; fazla akıllı bir beyefendi tarafından anlatılan aynı alıkça hikiiye, incelik ve müzik dolu, sonra ara oluyor; yirmi kez, yüz kez gördüğün rek!am filmleri, haftanın belli başlı olaylan üzerine, bu kez, yirmi kez gördüğün kısa bir film, sardalyalar hakkında, ya da güneş hakkında, Hawaii ya da Ulusal Kütüphane hakkında bir belgesel, daha önce gördüğün ve yine göreceğin bir filmin parçalan, az önce gördüğün film bir kez daha başlıyor, parçalı jeneriği, Eıretat plajı, denizi, martılan, kumda oynayan ço cukları ile. Dışarı çıkıyor, fazla ışıklandınlmış sokaklarda sürtüyor sun. Odana dönüyor, soyunuyor, ça�aflann arasına sokulu yor, ışığı söndürüyor, gözlerini yumuyorsun. Bu, çok çabuk soyunan düşsel kadınların çevrene üşüştüğü saattir: bu, yüz kez okunmuş kitaplardan bunaldığın saattir; bu. bir türlü uyu yamadan yüz kez oradan oraya döndüğün saattir. Gözlerin ka ranlıkta fal taşı gibi açık, elin dar sedirin ayak tarafında bir küllük, bir kutu kibrit, son bir sigara aranırken, mutsuzluğu nun büyüklüğünü sakin sakin ölçtüğün saattir bu.
74
Artık geceleri kalkıyorsun yataktan. Sokaklarda avare do laşıyor, barların, Rosebud'ın, Harry's'in taburelerine tünüyor, Saint-Honore sokağında, neredeyse odanın karşısına düşen Franco-Suisse'c gidip oturuyor. Hal'deki bir kahveye gidiyor ve saatlerce orada kalıyorsun. Sonuna kadar, bir biranın, süt süz bir kahvenin ya da bir bardak kırmızı şarabın karşısında oturarak. Girip çıkan ötekilere, kasap çıraklanna, çiçekçilere, gazete satıcılarına, akşamcı güruhlanna, yalnız sarhoşlara, fa hişelere bakıyorsun. Yalnızsın ve yalpalıyorsun. Issız caddelerde, cılız ağaç lar, sıvası dökülmüş cepheler, karanlık kapı sundunnalan bo yunca yürüyorsun. Baıignol\es'ün, Pantin'in bitmez tükenmez çirkinliğine dalıyorsun. Çoktan kurumuş Wallace çeşmelerin den, vıcık vıcık kiliselerden, delik deşik şantiyelerden, rengi atmış duvarlardan başka bir şey çıkmıyor karşına. Demir par maklıkları arasına hapsolduğun küçük parklar, kanalizasyon ağızlarının yakınındaki durgun su birikintileri, fabrikaların devasa kapılan. Europe mahallesindeki madeni yaya köprüle rinin altında, buharlı lokomotifler beyaz dumanlannı dalga dalga savuruyorlar. Barbes Bulvarı, Clichy Meydanı; sabırsız kalabalıklar gözlerini göğe doğru çeviriyorlar. Yalnızlığın büyülü çemberini kırmayacaksın. Yalnızsın ve kimseyi tanımıyorsun; kimseyi tanımıyorsun ve yalnızsın. Ötekilerin birbirlerine yapıştıklarını, birbirlerine sokuldukla rını, birbirlerini koruduklarını, birbirlerine sanldıklannı görü yorsun. Oysa sen, ölü bakışlı, saydam bir hayaletten, külrengi bir cüzzamlıdan, çoktan toza dönüşmüş bir siluetten, kimse nin yaklaşmadığı tutulmuş bir yerden başka bir şey değilsin. Olasılık dışı karşılaşmaların umuduyla kendini zorluyorsun. Ama deri, bakır, ağaç senin için ışıldamaya başlamıyor ki, ışıklar yoğunluklarını senin için azaltmıyorlar ki, sesler senin için duyulmaz hale gelmiyorlar ki. Ağırlaşan dumana, Lester
75
Young'a, Coltrane'e rağmen yalnızsın, barlann tüy gibi yumu şak ve sessiz sıcaklığında, ayak seslerinin çınladığı boş so kaklarda, kapanmamış içkili kahvelerin yarı ayık suçoıtaklı ğında yalnızsın. Sadece bir kez karşı karşıya geleceğin düşmanlar var; in sanın kanını donduran yılanlann soğuk ıslığını tanıyıp anlaya cak kadar zaman var, tam zamanında geri çekilecek kadar, yalnızlıktan ve sabırsızlıktan donmuş olarak, mahvolmuş ola rak; seni ele veren kendi bakışın, en ufak aynntıların gittikçe · anlamsızlaşan ve gittikçe keskinleşen algısı: bir saç buklesi, bir bardağın gölgesi, bırakılmış bir sigaranın oynak izi, kapa nan iki kanatlı bir kapının son sar.ıılışı. Gözünden bir şey kaç mıyor, ama yakaladığın bir şey de yok, yakalasan da çok geç, hep çok geç, gölgeler, yansımalar, çatlaklar, savuşmalar, gü lümsemeler, esnemeler, yorgunluk ya da vazgeçiş.
Mutsuzluk üzerine atılmadı, üstüne çullanmadı; yavaşça sızdı, neredeyse tatlılıkla sokuldu. Büyük b i r d i k.katle yaşamı na, hareketlerine, saatlerine, odana işledi, uzun süre gizli tu tulmuş bir hakikat, reddedilmiş bir gerçeklik gibi; direşken ve sabırlı, incecik, zorlu mutsuzluk, tavandaki çatlakları, çatlak aynadaki yüzünün kınşıklannı, dizilmiş oyun k5.ğıtlannı ele geçirip sahanlıktaki musluktan damlayan suyun içine girdi. Saint-Roch'un çanı her çeyrek saati vurduğunda onunla birlik te çınladı. Tuzak, bazen neredeyse coşku veren bu duygu, bu gurur, bu bir çeşit sarhoşluktu; sadece şehire, onun taşlarına ve so kaklarına, seni sürükleyen kalabalıklarına ihtiyacın olduğunu sanıyordun, sadece La Petite Source'un tezgahının bir parçası na, bir mahalle sinemasında önden bir koltuğa ihtiyacın oldu ğunu; sadece odana, inine, kafesine, yeraJtındaki yuvana, her gün döndüğün, her gün çıktığın bu neredeyse büyülü yere ih tiyacın olduğunu sanıyordun; artık oradaki hiçbir şey, tavan-
76
daki bir çatlak, etajerin ahşabındaki bir damar, duvar kağıdın daki bir çiçek bile sabnnın nesnesi olamıyor. Bir kez daha, el li iki kağıdı dar sedirine diziyorsun; biçimsiz bir labirentin olasılık dışı çözümünü bir kez daha an yorsun. Güçlerini kaybettin. Gözünün saydam tabakasının yüze yindeki kabarcıklann ve ince çubuklann ağır ağır yön değiş tinnesini izleyemiyorsun artık. Çatlaklann ve gölgelerin ara sından hiçbir yüz, hiçbir muzaffer atlı sefer, ufukta hiçbir şe hir senin on lan açığa çıkannana izin venniyor. Tuzak: O tehlikeli yanılsama -nasıl demeli?- aşılmaz ol manın, dış dünyanın hiçbir etkisine maruz kalmamanın, önü ne bakan açık gözlerle, her şeyi, en ufak aynntılan algılayan, ama hiçbir şeyi belleğinde tutmayan gözlerle, dokunulmaz olarak kayıp gitmenin o tehlikeli yanılsaması. Uyanık uyurge zer, gören kör. Belleksiz, korkusuz olmak. Ama çıkış yok, mucize yok, hiçbir hakikat yok. Kabuklar, zırhlar. Her şeyin başladığı, her şeyin durduğu o boğucu gün den beri. Karanlık sokaklann kirli duvarlannın dibinden geçi yorsun, sağ elinle seki taşlanna, cephe tuğlalarına çarparak. Seine'in üzerinden bacaklarını sallandırarak, bir köprü keme rinin oyduğu gözün göremeyeceği kadar küçük girdaba saat lerce bakarak oturuyorsun. Dizilmiş elli iki kağıdın içinden dört ası çıkarıyorsun. Aynı güdük hareketleri, hiçbir zaman hiçbir yere vardırmayan aynı yolculukları tekrar tekrar kaç kez yaptın. Üç kuruşluk sığınaklarından başka, aptalca sabnn dan başka, seni her seferinde çıkış noktana geri döndüren bin bir dönemeçten başka yardıma çağıracağın bir şey yok. Mey danlardaki küçük parklardan müzelere, kahvelerden sinema lara, su kıyılarından bahçelere; garlardaki bekleme salonları, büyük oıellerin lobileri, süpennarketler, kitapçılar, resim ga lerileri, metro koridorları. Ağaçlar, taşlar, su, bulutlar, kum, tuğla, ışık, ıii zgiir, yağmur: Önemli olan tek şey yalnızlığın: Ne yaparsan yap, nereye gidersen git, gördüğün hiçbir şeyin pnemi yok, yaptığın her şey boşuna. aradığın her şey sahte.
Var olan tek şey yalnızlık, her seferinde er ya da geç k�ında bulduğun, dost ya da yıkıcı yalnızlık; onun karşısında, her se ferinde yalnız kalıyorsun, yardımdan yoksun, şaşkın ya da afallamış, umutsuz, sabırsız. . -1
Şimdi sessizliğin dehşetinde yaşıyorsun. Ama sen herkes ten daha sessiz değil misin?
Yaşamına ucubeler girdi, fareler, benzerlerin, kardeşle rin. Onlarca, yüzlerce, binlerce ucube. Onları saptıyor, ayırde dilemez işaretlerden, sessizliklerinden. kaçamak gidişlerin den, oynak, titrek, ürkek bak.Jşlanndan, seninkiyle karşılaşın ca başka yöne çevrilen bakışlanndan tanıyorsun. Pis çatı oda lannın pencerelerinde geceleyin hala ışık yanıyor. Ayak ses leri yank.Jlanıyor gecede. Fareler birbirleriyle karşılaşınca konuşmazlar, bakışmaz lar. Ama yaşı olmayan bu yüzleri, bu zayıf ve pörsük siluetle ri, bu yuvarlak, gri sırtlan her saat yanı başında hissediyor, on lann gölgesini izliyor, onların gölgesi oluyor, s ı k sık onların yuvalarına, deliklerine gidiyorsun; onlarla aynı sığınaklara, aynı barınaklara sahipsin: dezenfektan kokan mahalle sine maları, meydanlardaki küçük parklar, müzeler, kahveler, gar lar, metrolar, haller. Senin gibi banklara oturup tozlu kumda aynı yamuk daireyi durmadan çizip silen umutsuzluk anıtları, çöp sepetlerinde bulunmuş gazetelerin okurları. En kötü hava nın bile durduramayacağı aylaklar. Güzergfilılan seninkiyle aynı; seninkiler kadar anlamsız, seninkiler kadar yavaş, senin-
78
kiler kadar umutsuzca kannaşık güzerg5.hlar. Metro planlan ma
önünde senin gibi duraksıyor, su kıyılarında oturup sütlü
ekmeklerini yiyorlar. Sürgünler, paryalar, dışlanmışlar, görünmez yıldız taşıyı cıları. Duvarlara sürtünerek, başlan önde, omuzlan düşük, cephelerin taşlarına tutunan elleri büzüşmüş, yeniklerin, sırtı yere gelmişlerin yorgun hareketleriyle yürüyorlar. Onlan izliyor, gözetliyor, onlardan nefret ediyorsun: hiz metçi odalanna kapanmış ucubeler, kokuşmuş pazar yerleri nin yakınlannda ayaklarını sürüyen bez ayakkabılı ucubeler, bufa balığı gibi ti�e gözlü ucubeler, mekanik hareketli ucube ler. Saçma sapan söylenip duran ucubeler. Onlara yanaşıyor, eşlik ediyor, onlann arasından kendine bir yol açıyorsun: uyurgezerler, hödükler, moruklar, budala lar, berelerini gözlerine kadar indirmiş sağır-dilsizler, sarhoş lar, yanaklarındaki, gözkapaklarındaki kesik kesik titremeleri engellemeye çalışarak boğazlarını temizleyen bunaklar, bü yük şehirde yolunu şaşınnış köylüler, dul kadınlar, sinsiler, her şeyi bilenler, her şeye bumunu sokanlar.
Sana geldiler, koluna yapıştılar. Sanki kendi şehrinde kaybolmuş bir yabancı olan sen, diğer yabancılardan başka kimseyle karşılaşamazmışsın gibi; sanki yalnız olan sen, tüm öteki yalnızlann senin üzerine atıldıklannı görüyonnuşsun gi bi. Sanki aynı tezgahta içilen bir bardak kırmızı şarap süresin ce, ancak hiç konuşmayanlar, kendi kendine konuşanlar ka�ı laşabilirmiş gibi. Yaşlı deliler, yaşlı ayyaş kadınlar, hayalpe restler, sürgünler. Ceketinin yakalarına, eteklerine, kollarına asılıyor, soluklarını yüzüne üflüyorlar. Kısa adımlarla sana geliyorlar, tatlı gülücükleri, tanıtım ilanları, gazeteleri, bayraklarıyla; büyük, aptalca davaların se
fil savaşçıları, çocuk felcine, kansere, yoksul konutlanna, se
falete, yan felce, körlüğe karşı savaş açan kemikli maskeler,
79
arkadaşları için dilenen hüzünlü şarkıcılar, küçük masa örtü leri satan dayak yemiş yetimler, evcil hayvanları koruyan el leri çekilmiş dul kadınlar. Sana yanaşan, seni alıkoyan, seni işleten, aşağılık hakikatlerini, sonsuz sorularını, hayır işlerini, doğru bildiklerini senin yüzüne tüküren herkes. Göğsünde ve sırtında birer ilanla dolaşıp dünyayı kurtaracak olan gerçek iman sahipleri. Acı çeken sizler O'na gelin. İsa dedi ki, Gör meyen sizler görenleri düşünün. .
Soluk benizliler, lime lime yakalılar, sana hayaılannı, ha pishanelerini, düşkünler yurdunu, sahte yolculuklannı, hasta hanelerini anlatan kekemeler. Yazım kurallarında reform yap mak isteyen yaşlı ilkokul öğretmenleri. Eski kftğıılan toplayıp üretime yeniden kazandırmak için yüzde yüz etkili bir sistem geliştirdiklerine inanan emekliler, strateji uzmanları, yıldız falcılan, su kaynağı arayıcıları. Üfürükçüler, mucize lanıkla n . Sabit fikirleriyle yaşayan herkes; insan müsveddeleri, in san kalıntılan, kahvelerde, barlarda patronların tepeleme dol durduklan bardakları ağızlanna götüremeyip onların eğlence si olan zararsız, bunak ucubeler, saygıdeğer görünmeye çaba layarak Marie Brizard'larını bir dikişte yuvarlayan kürklü, geçkin orospular.
Ve tüm diğerleri, en kötüleri, alıklar, hınzırlar, kendini be ğenmişler, bildiklerini sananlar, bilgiççe gülümseyenler, şiş kolar ve genç kalanlar, sütçüler, madalyalılar; çakırkeyif ak şamcılar, briyantinli kenar mahalle çocukları, tuzukurular, sa lozlar. Haklılıklarından güç alıp seni tanık gösteren, yüzünü uzun uzadıya süzen, bağırarak seslenip senden açıklama iste yen ucubeler. Kalabalık aileleri, ucube çocuklan, ucube kö pekleri olan ucubeler; kırmızı ışıklarda sıkışan binlerce ucube; ucubelerin cırtlak dişileri; bıyıklı, yelekli, pantalon askılı ucu beler; çirkin anıtların önüne paketler halinde boşaltılan turist ucubeler; bayramlıklannı giymiş ucubeler, ucube kalabalık.
80
Avare dolaşıyorsun ama kalabalık artık seni sürüklemi yor, gece artık seni korumuyor. H§.15. ve durmadan yürüyor sun, yorulmak bilmez, ölümsüz yürüyüşçü. Anyor, bekliyor sun. Fosil şehirde avare dolaşıyorsun, kiri pisi temizlenmiş cephelerin tertemiz beyaz taşlan, oldukları yerde duran çöp tenekeleri, kapıcılann gelip oturduktan boş sandalyeler; ölü şehirde avare dolaşıyorsun, delik deşik edilmiş binalann yakı nında terkedilmiş inşaat iskeleleri, sisin, yağmurun önüne ka tıp götürdüğü köprüler. Kokuşmuş şehir, iğrenç, çirkin şehir. Hüzünlü şehir, hü zünlü sokaklann hüzünlü ışıklan, hüzünlü müzikhollerin hü zünlü soytanlan, hüzünlü sinemaların önündeki hüzünlü kuy ruklar, hüzünlü mağazalarda hüzünlü mobilyalar. Karanlık garlar, kışlalar, hangarlar. Grands Boulevards boyunca ardar da sıralanan birahaneler, korkunç vitrinler. Gürültülü ya da ıs sız şehir; kurşuni mor ya da isterik, delik deşik edilmiş, yağ malanmış, kirleti lmiş şehir; yasaklarla, tel örgülerle, demir pannaklıklarla, kilitlerle dolu şehir. Toplu-mezar-şehir: ko kuşmuş haller, toplu konut kılığına bürünmüş gecekondu ma halleleri, Paris'in göbeğindeki sefiller bölgesi, aynasızlann ci rit attığı bulvarlann dayanılmaz korkunçluğu: Haussmann, Magenta, Charonne.
Hücresinde bir mahkOm, bir deli gibi. Labirentte çıkışı arayan bir fare gibi. Paris'i her yönde katediyorsun. Kıtlıktan çıkmış biri gibi, adresi olmayan bir mektubu taşıyan bir ulak gibi.
Bekliyor, umuyorsun. Köpekler sana bağlandılar, garson kızlar, kahvelerdeki garsonlar, teşrifatçılar, sinema gişelerin de çalışan kızlar, gazete satıcılan, otobüs biletçileri, müzele-
81
rin ıssız salonlannı bekleyen sakatlar da. Çekinmeden konu şabilirsin, sana her seferinde aynı ses tonuyla cevap verecek ler. Yüzleri artık tanıdık geliyor. Seni biliyor, seni tanıyorlar. Bu sıradan selfimlaşmalann, bu gülümsemelerin, bu önemsiz baş hareketlerinin seni her gün kurtaran tek şey olduğunu bil miyorlar; oysa sen, bütün gün onlan bekledin, sanki bunlar sözünü edemeyeceğin ama onlann az çok kestirebilecekleri şanlı bir olayın ödülüymüşcesine.
O zaman, bazen, sallantıdaki yaşamına kusursuz bir di siplinin zincirini vurmaya kalkışıyorsun umutsuzca. Her şeye bir çeki düzen veriyor, odanı topluyor, şaşmaz bir bütçe hazır lıyorsun: Ayda 500 frank, elindeki para bu, bunun içinden odan için 50 frank çıkannca, günde sana 15 frank kalıyor ki bu da şu kalemlerden oluşuyor: bir paket Gauloises
1 ,35
bir kutu kibrit
0, 1 0
bir öğün yemek
4,20
bir sinema bileti
2,50
yer gösterici kıza bahşiş
0,20
Le Monde
0,40
bir kahve
1 ,00
İkinci öğün için -ki ya bir üzümlü çörek ya da yanm baget olacaktır-, ikinci bir kahve için, metro için, otobüs için, diş macunu, çamaşırhane için geriye 5 frank 25 santim kalıyor. Yaşamını bir saat gibi kuruyorsun, sanki kendini kaybet memenin, tamamen dibe batmamanın en iyi yolu kendini gü lünç işlere vermek, her şeyi önceden kararlaştırmak, hiçbir şe yi rastlantıya bırakmamakmış gibi. Yaşamın, tıpkı bir yumur ta gibi dışa kapalı, pürüzsüz, yuvarlak olsun; hareketlerin her şeyi senin adına kararlaştıran, seni sana rağmen koruyan de ğişmez bir düzen tarafından saptansın.
82
Övgüye değer bir kesinlikle, gideceğin yerleri belirliyor sun. Pare Mont-Souris'den Buttes-Chaumont'a, Savunma Sa rayı'ndan Savaş Bakanlığı'na, Eyfel Kulesi'nden Yeraltı Me zarlan'na, Paris'i sokak sokak keşfe çıkıyorsun. Her gün, aynı saatte aynı yemeği yiyorsun. Garlan, müzeleri geziyorsun. Kahveni aynı kahvede içiyorsun. okuyorsun.
Le Monde'u beşle yedi arası
Yatmadan önce giysilerini katlıyorsun. Her Cumartesi sa bahı odanı baştan aşağı temizliyorsun. Her sabah yatağını ya pıyor, tıraş oluyor, pembe plastik bir leğende çoraplannı yıkı yor, ayakkabılannı boyuyor, dişlerini fırçalıyor, fincanını yı kıyor, kuruluyor ve etajerin üzerinde aynı yere koyuyorsun. Her sabah, aynı dakikada, aynı yerde, aynı şekilde, günlük Gauloises paketinin zamklı şeridini açıyorsun. Odanın düzeni. Zamanının kullanımı. Kendine çocukça yasaklar koyuyorsun. Yürürken, kaldınmlann kenanndaki kaldın m taşlannın kesişme çizgisine basmıyorsun. Kavşaklar daki yön işaretlerine, park yasağı levhalarına uyuyorsun. Geç kalmaya ya da erken gelmeye tahammül edemiyorsun. Sigara larını da her kırk beş dakikada bir yakmayı isterdin. Sanki her an, gösterdiğin en ufak gevşekliğin seni hemen çok ötelere sürüklemesini bekliyormuş gibisin. Sanki her an, kendine şöyle demek ihtiyacını duyuyor muş gibisin: B u böyle, çünkü ben böyle istedim; ben böyle is tedim yoksa ölürüm.
BAZEN, gecelerce, dar sedirin üzerine uzanıp çatı penceresin den sızan soluk ve dağınık ışıktan ve bu ışığı adeta düzenli aralıklarla canlandıran sigara ateşinin kızıl yansımalanndan başka ışık olmadan, komşunun gidip gelişini dinliyorsun. Odalarınızı ayıran bölme öyle ince ki soluk alışını işitiyorsun neredeyse, terliklerini sürüyerek yürüdüğünü de işitiyorsun. Onun yürüyüşünü, yüzünü, ellerini, ne yaptığını, yaşını, dü şüncelerini hayal etmeye çalışıyorsun !<.ık sık. Onun hakkında hiçbir şey bilmiyorsun, onu hiç görmedin bile, olsa oha bir gün onunla merdivende karşılaşmışsınızdır belki, geçebilsin diye duvara yapışmışsındır, ama bilmeden, o olduğunu kesin olarak söyleyemeden. Onu görmeye de çalışmıyorsun zaten, kattaki lavabonun musluğundan çaydanlığını doldunnak için sahanlığa çıktığını duyduğunda kapını aralamıyorsun, onu dinlemeyi, ona kendi istediğin biçimi vermeyi tercih ediyor sun. Tek bildiğin, odasında hareket edebildiğine göre, pence resine, yatağına, kapısına ya da dolaplarına ulaşabilmek için yer değiştirmek zorunda olduğuna göre, odasının seninkinden çok daha büyük olduğu; oysa sen odanın ortasından, sedirin aşağı yukan dörtte üçü hizasından, adımını atmadan, elini uzatarak herhangi bir noktaya, pencereye, kapıya, küçük lava boya, küçücük giysi dolabının durduğu köşeye, pembe plastik leğene, etajere ulaşabilirsin. Boğuk
boğuk öksürmesine, boğazını
85
temizlemesine,
ayaklannı sürümesine bakılırsa yaşlı olmalı; yalnızlığım yaş lı lığına bağlamak şart değil elbette, çünkü, senin gibi o da oda sında kimseyle görüşmüyor, sanki binanın, bildiğin kadanyla sadece ikinizin oturduğu bu son katı, bir zamanlar oraya ulaş mayı isteyebilecek olanlann güvenliği açısından bir süredir kimi tehlikeler arzediyormuş gibi; öte yandan sektirmeden, hatta daha da sıkı sıkıya uyguladığı günlük programı da yaşl ı lığına bağlamak şart değil; bu son nokta onun, yine biraz senin .
gibi, belli alışkanlıklara sahip bir adam -ama kuşkusuz, sen den birazcık daha sakin biri- olduğu olasılığım kuvvetlendirir ancak. Her gün, Pazarlan bile, öğleye doğru odasından çıkı yor ve hiç aksatmadan alacakaranlıkta geri geliyor, sanki ka zanç ya da keyif için yaptığı işi gün ışığına göre ayarlamış ve saati hesaba katmıyormuş gibi: Noel'e kadar her gün biraz da ha erken döndü eve, şimdiyse her gün biraz daha geç dönüyor. Onun satıcı olduğunu sanıyorsun; kravaılanm şemsiyenin içinde sergileyen bir kravat satıcısı, ya da belki de nasırlan, lekeleri, siğilleri, varisleri yok eden mucizevi bir ilacın tanı tımcısı, ya da daha iyisi dört madeni ayak üstünde açık duran portatif bir valizden oluşan tezgahında, Grands Boulevards'ın işsiz güçsüzlerine taraklar, çakmaklar, törpüler, güneş göz lükleri, koruyucu kılıflar, anahtarlıklar satan küçük bir tuhafi yeci. B u tahmin esas olarak, odasında oturduğu zamanlar, sanki her sabah gitmeden önce alması, her akşam günün biti nlinde de yerine koyması gereken önemli bir gereci varmış gi bi- sabah akşam asıl işinin çekmeceleri açmak ya da kapa maktan ya da açıp kapamaktan ibaret olmasına dayanıyor. Belki de o açık valize ihtiyacı vardır, onu başucu masası yerine ya da yazı yazmak, yemek yemek için kullanıyordur. Onu biraz yapmacıklı, biraz gülünç şekilde hayal ediyorsun: Valizinin üzerine, eski varlıklı günlerden kalan işlemeli bir örtü, adi mumlann yerleştirildiği değersiz bir şamdan, belki
de sattıklanyla eş bir sofra takımı, yani pembe plastik bir ta bakla maşrapadan ve içiçe geçen -kaşık çatalın izini taşıyor,
86
çatal bıçağınkini, bu üç parçanın üzerine, çatalla bıçağın için den geçip kaşığa raptedilen sahte yaka düğmesi biçiminde bir perçin çivisiyle deri bir halka tutturulmuş- alüminyum çatal bıçaklardan oluşan bir sofra takımı koyuyor; sanki, sonuç ola rak varolduğundan emin olunamayan bu valiz, zihninin garip bir oyunuyla hem gündüz vakti tuhafiyeci tezg5.hı, hem de ak şamleyin piknik çantası olabilirmiş gibi. Oysa komşunun ye mek yediği bile kesin değil, sevmesi en muhtemel yiyecek olan sakatatların, koç yumurtalannın cızırdadığını duymuyor, kokusunu da almıyorsun. Az çok emin olduğun tek şey, çay danhğını sahanlıktaki musluktan dolduracağı (çünkü odası her ne kadar seninkinden büyükse de, akar suyu yok) ve çay danlığı, ne şekilde çalıştığını bilmediğin, ama çaydanlığın ıs lık çalması, yani suyun kaynaması için geçen süreye bakılırsa modeli oldukça ilkel olan bir ocağın üzerine koyacağı.
Sen istediğin kadar dinle, kulak kabart, kulağını duvara daya, sonuçta, hemen hemen hiçbir şey bilmiyorsun. Algılan nın kesinliği arttıkça, yorumlarının doğruluğu azalıyor gibi . Her dakika çekmeceleri açtığına ya da kapadığına hiç kuşku yok, ama bu bile kanıtlanmış deği l, sözgelişi bilmediğin bir amaçla, ya da sadece seni yanılımak için iki tahta parçasını birbirine sürtüyor olabi lir pck
87
sahanlıktan su dolduruyor, su kaynadığında kuşkusuz çaydan lığı ıslık çalıyor; ama ıslığı çalan belki de odur, nereden bile ceksin?
Oysa bazen, yaşamı sana ait oluyor, gürültüleri senin olu yor, madem ki onları dinliyor, bekliyorsun, madem ki onlar seni hayatta tutuyorlar, tıpkı su damlası gibi, Saint-Roch'un çanları, sokağın, şehrin gürültüleri gibi. Yanılıyor, yanılmıyor "ya da uyduruyor olmana pek aldınnıyorsun. Portatif valizi, ıa raklan, çakmak.lan, güneş gözlükleriyle senin onu tuhafiyeci yapman tuhafiyeci olması için yeterli. Yaşamasına izin verdi ğin küçük hayatı yaşıyor; algı alanından çıkar çıkmaz yok ola rak, uykun gelir gelmez ölerek, geri kalan zamanda çaydanlı ğına su doldurmaya, öksürmeye, ayaklarını sürümeye, çek meceleri açıp kapamaya mahkOm olarak.
Ama belki de bilmeden, sırt sırta sessiz bir yaşamda sen de ona aitsindir. Belki o da senin gibidir, sen nasıl onun öksü rüğünü, ıslıklannı, çekmece gürültülerini kolluyorsan, belki onun için de senin etajerin üzerine koyduğun fincanın sesi, alıp alıp bıraktığın gazetelerin hışırtısı, dar sedirin üzerinde yerlerine yerleştirdiğin oyun k3.ğıtlannın kayışı, su seslerin, soluğun, su damlasıyla, çanla, sokak ve şehrin gürültüleriyle birlikte, akan zamanın, süreduran yaşamın kalın dokusunu oluşturuyordur. Belki de umutsuzca seni tanımaya çalışıyor, algıladığı her işareti sonu gelmez biçimde yorumluyordur. Gazeteleri buruşturan sen, dışarı çıkmadan günlerce odanda kalan ya da odana dönmeden günlerce dışarda kalan sen kim sin, ne yapıyorsun?
88
Ama o kadar az gürültü yapıyorsun k i ! Ancak senin varlı ğını ortaya çıkarabilir; eğer varlığına dikkat ediyorsa bunun nedeni korkması, senin onu endişelendirmendir: Asla tam an lamıyla korunaklı olmayan yeraltı ininde saklanan yaşlı por suk gibidir, yakınında bir yerlerde bir gürültü duyan, ancak bu gürültünün, hiç çoğalmayan fakat hiç de azalmayan, hiç kesil meyen bu gürültünün yerini bir türlü tam olarak saptayama yan o yaşlı porsuk gibi. Kendini korumaya çalışır, sana ace mice tuzaklar kurmaya kalkışır, seni güçlü olduğuna, senden korkup titremediğine inandırmaya çalışır: Ama öyle yaşlıdır ki ! Servetini tekrar tekrar saymaktan, ikide bir onu sakladığı yeri değiştirmekten başka bir şeye gücü yetmez.
Onun gözünü boyadığına, onu sahiden korkuttuğuna inanmak bazen hoşuna gitmiyor değil ; aptal: Olabildiğince uzun süre sessiz kalmaya zorluyorsun kendini; ya da küçük bir odun parçasıyla, bir törpüyle, bir kalemle, odalarınızı ayı ran bölmenin üst kısmını tıkırdatarak, küçücük ve sinir bozu cu bir ses çıkarıyorsun.
Y a da, tersine, içini aniden bir sempati kaplıyor ve yum ruğunla duvarlara vurarak ona yardımsever mesajlar yollama hevesine kapılıyorsun; A için bir kere, B için iki kere . . .
ARTIK SIÔ INAÔ IN KALMADI. Korkuyorsun; yağmurun, saatle rin, araba selinin, yaşamın, insanların, dünyanın, her şeyin durmasını bekliyorsun; her şeyin yıkılmasını bekliyorsun; surların, kulelerin, döşemelerle tavanların; erkeklerin, kadın ların, yaşlılann, çocuklann, köpeklerin. atların, kuşların felce, vebaya, saraya yakalanıp bir bir yere yıkılmasını, mennerin ufalanmasını, ahşabın toz haline gelmesini, evlerin sessizce yerle bir olmasını, tufanı andıran yağmurların yağlıboya re simleri eritmesini, yüzyıllık dolapları geçme yerlerinden ayır masını, kumaşlan lime lime etmesini, gazetelerin mürekkebi ni akıtmasını, için için yanan bir ateşin merdivenlerin basa maklannı keminnesini, sokakların tam ortadan yarılarak labi renti andıran fınn gibi açık lağımları ortaya çıkararak çökme sini, pasın ve sisin şehri kaplamasını bekliyorsun.
Bazen, uykunun seni saran yavaş bir ölüm, hem tatlı hem de korkunç bir anestezi, canlı dokuların bir bölümünün mutlu ölümü olduğunu düşlüyorsun. Soğuk. bacaklarından kolların dan yukarı çıkıyor, ağır ağır seni uyuşturuyor, felce uğratıyor. Ayak parmağın uzaktaki bir dağ, bacağın bir nehir, yanağın yastığın olmuş, bütünüyle başparmağına yerleşmişsin, eriyor sun, kum gibi, civa gibi akıyorsun. Bir kum tanesinden, kuru yup büzüşmüş bir cüceden, kassız, kemiksiz, bacaksız, kol-
91
suz, boyunsuz, elleriyle ayaklan birbirine kanşmış küçücük kof bir nesneden başka bir şey değilsin; bir de seni yuıan ko caman dudaklar. Sınırsızca büyüyorsun, patlıyorsun, ölüyorsun, çatlamış, taşlaşmış olarak: dizlerin sert taşlar, kavalkemiklerin çelik çu buklar, kamın bir buzdağı. cinsel organın yanan bir hamam, kalbin bir kazan. Başın sise bürünmüş geniş bir fundalık, hafif tüller, kalın örtüler, ağır palto . . .
KAŞLARIN KALKIYOR, çatılıyor; alnın kınşabiliyor, gözlerin dimdik sana bakıyor. Ağzın açılıp kapanıyor.
Aynada dikkatle kendine bakıyorsun, kendini yakından incelediğinde, yüzünü bildiğinden daha iyi durumda buluyor sun (doğru, akşam ışığı var, ışık kaynağını da arkana almışsın, öyle ki sahiden aydınlanan tek şey kulaklannı kaplayan ayva tüyü). Duru bir yüz bu, biçimi uyumlu, çizgileri neredeyse gü zel . Saçlann, kaşlann ve göz çukurlannın siyahı, canlı bir şey miş gibi, bekleyiş içinde olan yüzün bütününden fışkınyor. Bakışlar hiç de çökmüş değil, böyle bir şeyden eser yok, ama çocuksu da değil, inanılmaz ölçüde enerjik olduklan söylene bilir, tabii sadece gözlemci denmezse, tam da şu anda kendini gözlemlediğine ve kendini korkutmak istediğine göre.
Çatlak aynanda hangi sırlan, yüzünde hangi hakikati arı yorsun'! Bu yuvarlak, biraz topluca, hatta neredeyse şişkin su rat, bu bitişik kaşlar, dudağın üzerindeki bu ufak yara izi, bi raz patlak duran bu gözler, sanmtırak taşlarla kaplı, düzgün olmayan bu dişler, gözlerin altındaki, bumun üstündeki, şa kakların altındaki bu yığınla çıkıntı: sivilceler, lekeler, siyah noktalar, siğiller, çıbanlar, üstlerinde birkaç kılın çıktığı bu si-
93
yahımtırak ya da kahverengimsi benler. Yakından bakınca, derinin şaşılacak kadar çizgilerle dolu, kınşık, delik deşik ol duğunu seçebilirsin. Her bir gözeneği, her bir şişkinliği göre bilirsin. Burun kanatlan na, dudaklanndaki çatlaklara, saç dip lerine, gözlerinin akında kınnızı çizikler oluşturan çatlamış küçük damarlara bakıyor, onları dikkatle inceliyorsun.
Bazen bir ineğe benziyorsun. Patlak gözlerin karşılaştık 'lan şeylere hiç ilgi göstermiyor. Kendini aynada görüyorsun ve bu sende hiçbir duygu uyandırmıyor, düpedüz alışkanlık tan doğacak bir duygu bile. Deneyimlerin sana, yüzünün en güvenilir imgesi olarak tanımlamayı öğrettiği bu öküzümsü yansıma sana yakınlık duyar, seninle tanışırmış gibi gözük müyor; sanki sahiden seni tanımazmış ya da tanınnış da hiç bir şaşkınlık belirtisi göstermemeye dikkat edermiş gibi. Sana kızdığını ya da kafasından başka bir şey geçirdiğini ciddi ola
rak düşünemezsin. Sadece bir inek gibi, bir taş ya da su gibi,
sana söyleyecek özel bir şeyi yok. Sana nezaket gereği bakı
yor, çünkü sen de ona bakıyorsun.
ı
Kendine Çinli havası vermek için gözlerinin ucunu yuka n doğru geriyorsun, gözler fırtlamış, yüzünü buruşturuyor sun: çarpık ağızlı tek gözlü adam, dilini üst dudağının ya da alt dudağının altına kaydırmış maymun, çukura kaçmış ya naklar, şişiri l m i ş yanaklar; ama çatlak aynadaki inek, ister Çinli olsun ister yüzünü gözünü oynatsın, hiçbir şeye karışmı yor ve tepki göstermiyor. Uysallığı o denli apaçık ortada ki, seni önce rahatlatıyor sonra kaygılandırıyor, çünkü eninde so nunda bu i ş can sıkıcı olmaya başlıyor. Bir insanın ya da bir kedinin karşısında gözlerini indirebilirsin, çünkü insan da ke di de sana bakarlar, çünkü bakışları bir silahtır (bakışın iyi ni yetliliği ise belki de silahlann en kötüsüdür; nefret bir şey ya pamazken o, senin elinden silahını alan bir silah olur), buna karşılık, bir ağacın karşısında gözlerini indirmek kadar terbi-
94
yesizce bir hareket olamaz, aynı şekilde bir ineğin ya da ayna da sana ait olan yansımanın karşısında.
Vaktiyle, New York'ta, Atlantik'in son dalgalarının gelip çarptığı kör kayaların birkaç yüz metre ötesinde, bir adam kendini ölüme terk etmişti. Bir kanun adamının yanında kii tiplik yapıyordu. Bir paravananın arkasında duran yazı masa sında oturur, hiç kımıldamazdı. Zencefilli çöreklerle beslenir di. Pencereden elini uzatsa neredeyse dokunabileceği karar mış tuğlalardan bir duvara bakardı. Ondan herhangi bir şey yapmasını, bir metni yeniden okumasını ya da postaneye git mesini istemek boşunaydı. Ne tehditler ne de ricalar etki eder di ona. Sonunda, hemen hemen kör oldu. Onu kovmak zorun da kaldılar. Binanın merdivenlerine yerleşti. Onu içeri ııktır dılar, o da hapishanenin avlusunda oturdu ve önüne konan ye meklere el sürmedi.
ÖLMEDiN; daha aklı başında biri de olmadın. Gözlerini kavurucu güneşe çevirmedin.
İkinci sınıf iki yaşlı aktör seni aramaya gelmediler, sana yapışıp üçünüzden ikisini ortadan kaldırmadan birinizi yok edemeyecekleri bir bütün oluşturmadılar seninle. Bağışlayıcı yanardağlar seninle ilgilenmediler.
ı
İnsan ne harikulfide bir buluş! Isınsın diye ellerine, soğu
sun diye de çorbasına üfleyebilir. Çok tiksindinniyorsa bir kınkanatlıyı başparmağıyla işaret parmağı arasında hafifçe tu tabilir. Bitki yetiştirebilir, besinini, giyimini, kimi ilfiçlan, hatta kötü kokusunu gizlemeye yarayacak parfümleri onlar dan sağlayabilir. Madenleri dövüp kap kacak yapabilir (bir maymunun yapamayacağı bir şeydir bu).
ı
Büyüklüğün, çektiğin acı nice örnek hikayede yücelti li yor. Nice Robinson'lar, Roquentin'ler, Meursault'lar, Lever kühn'le r ! ' İyi şeyler, güzel görüntüler, yalanlar: Doğru değil bu. Hiçbir şey öğrenmedin, tanı klık edemezsin. Doğru değil • Sırasıyla D. Defoc'nun Robimoıı Crıı.mr'sunun, J. P. Sanrc"ın Bu· lmııı"smın, A. Camus'niin Yllbmıcı'sınm, T. Mann'm Doktor Fmısıııs"unun haş ki�ilcri. (ç.n.)
bu, inanma onlara, kurbanlara, kahramanlara, seıii vencilere inanma! Sadece aptallar İnsan'dan, Hayvan'dan, Kaos'tan alay et meden söz ediyorlar hfila. Böceklerin en önemsizi bile hayatta kalabilmek için, bir Şirket'in saat/hız denemelerinin kurbanı olan, üstelik o şirkette çalışmaktan gurur da duyan ve artık adı sanı unutulmuş bir havacının, dünyanın en yüksek dağı bile olmayan bir dağı aşmak için sarfettiği enerjiden daha fazla de ğilse bile, ona yakın bir enerji sarfeder.
Fure, labirentinde hakiki hünerler gösterebilir: Yemini alabilmek için basmak zorunda olduğu pedallan bir piyano nun ya da bir orgun klavyesine akıllıca bağlamak yoluyla hay vanın "İsa sevincim daim olsun"u doğru olarak çalması sağla nabilir; onun bundan sonsuz bir zevk aldığını düşünmemize de hiçbir engel yoktur. Oysa sen, zavallı Dedalus: senin labirentin yoktu. Sahte mahkCim, senin kapın açıktı. Ne kapının önünde nöbcıçi duru yordu, ne dehlizin sonunda nöbetçi şefi, ne de bahçenin küçük kapısında Engizisyon Yargıcı.
Dibe ulaşmak, hiçbir anlam taşımaz. Ne umutsuzluğun dibine, ne nefretin dibine, ne alkole bağlı düşüşün, ne de ki birli yalnızlığın dibine. Ayağını dibe kuvvetle çarparak su yü züne çıkan dalgıcın aşın güzel imgesi, gerektiğinde kendine, düşen kişinin her türlü saygıya hak kazandığını hatırlatman içindir: Tann'nın bağışlayıcılığı, yiyecek bahşeuiği yeryüzü ve gökyüzü sakinlerine ulaştığı gibi, ona da ulaşır. Günahkflr adamlar tıpkı balıkadamlar gibi, gün§hlannın bağışlanması için yaratılmışlardır. •
Girit'tcki labirentin kurucusu olan Yunan miman. (ç.n.)
98
Ama hiçbir gezgin Rachel," Pequod'nun mucize kabilin den korunan enkazının üzerinde bir yetim olarak sen de gelip tanıklık edesin diye yardım elini uzatmadı sana.
Annen giysilerini onarrnadı. Mi lyonuncu kez, ne deneyi min gerçekliğini aramak, ne de ruhunun örsünde soyunun ya ratılmamış bilincini dövmek için çıkıyorsun yola. Geçmiş çağlardaki atalanndan, zanaatçilerden hiçbiri ne bugün ne de başka zaman eşlik edecek sana.
Yalnızlığın bir şey öğretmediğinden, kayıtsızlığın bir şey öğretmediğinden başka hiçbir şey öğrenmedin. B u bir aldat macaydı, göz alıcı ve tuzaklı bir yanılsamaydı. Yalnızdın, hepsi bu, ve kendini korumak istiyordun; dünyayla senin arandaki köprüler sonsuza dek atılsın istiyordun. Ama sen bir hiçsin, dünya ise öyle kocaman bir sözcük ki: Büyük bir şehir de başıboş dolaşmaktan, birkaç kilometre uzunluğundaki cep heler, vitrinler, parklar ve nhtımlar boyunca yürümekten baş ka bir şey yapmadın hiç.
Kayıtsızlık işe yaramaz. İsteyebilir ya da istemeyebilir sin, ne fark eder! Bir parti tilt oynamak ya da oynamamak; na sıl olsa biri aygıtın deliğine bir yirmibeşlik atacak. Her gün aynı yemeği yemekle kararlı bir hareket yaptığını sanabilir sin. Ne var ki reddedişin işe yaramaz. Yansızlığın hiçbir an lam taşımaz. Cansızlığın öfken kadar abes. • Eski Ahit'ıe Jacob'un kansı. Hcrman Melville'in Mobı· Dick roma· nında. Pequod adlı geminin karşılaşıığı bir başka geminin adı� (ç.n.)
99
Kayıtsız bir halde caddelerden geçtiğini, yürüdüğünü, şe hirde ikide bir yön değiştirdiğini, ka\abahklann yolunu izledi ğini, gölgelerin ve çatlakların oyununu kavradığını, çözdüğü nu sanıyorsun. Ne var ki hiçbir şey olmadı: hiçbir mucize, hiçbir patlama. Birbiri ardınca sıralanan her bir gün, gülünç çabalanndaki ikiyüzlülüğü ortaya sermekten, sabnnı aşındırmaktan başka işe yaramadı. Zamanın tamamen durması gerekirdi, ne var ki hiç kimse zamana karşı savaşacak kadar güçlü deği l . Hile ya ·pabildin, zaman kırıntı lan, saniyeler kazanabildin: Ama Saint Roch'un çanlan, Pyramides sokağıyla Saint-Honore sokağı nın kavşağındaki trafik ışıklan, sahanlıktaki musluktan dam layan su damlasının tahmin edilebilir düşüşü, saatleri, dakika Jan, günleri ve mevsimleri ölçmeyi hiçbir zaman durdunnadı lar. Zamanı unutur gibi yapabildin, geceleyin yürüyüp gündüz uyuyabildin: Ama onu hiçbir zaman tamamen aldatamadın.
Uzunca bir süre kendine sığınaklar kurup yıktı n : düzen ya da eylemsizlik, başıboş sürüklenme ya da uyku, geceleyin devriye gezmeler, yansız anlar, gölgelerin ve ışıklann kaçışı. Daha uzun bir süre kendine yalan söylemeyi, kendini sersem leştirmeyi, kendi oyununa gelmeyi sürdürebilirsin belki. Ama \
oyun bitti, büyük şen lik, ertelenmiş yaşamın yalancı sarhoşlu ğu bitti. Dünya yerinden kıpırdamadı ve sen değişmedin. Ka yıtsızlık seni farklı kılmadı.
Ölmedin. Delirmedin.
Felaketler yoktur, başka yerdedirler. Ufacık bir beli seni kurtarmaya yeterdi belki de: Her şeyini kaybederdin. savuna cak bir şeyin olurdu, ikna etmek için, duygulandırmak için
100
söyleyecek sözcüklerin olurdu. Ama sen hasta bile değilsin. Ne gündüzlerin ne de gecelerin tehlikede, gözlerin görüyor, ellerin titremiyor, nabzın düzenli, kalbin çarpıyor. Eğer çirkin olsaydın, belki çirkinliğin gözalıcı olurdu, oysa çirkin bile de ğilsin, ne kambursun, ne kekeme, ne çolak, ne de kötürüm, to pal bile değilsin.
Hiçbir uğursuzluk dolaşmıyor başında. Bir ucubesin bel ki, ama bir cehennem ucubesi değil. Kıvranmaya, ulumaya ih tiyacın yok. Hiçbir sınama beklemiyor seni, hiçbir Sisyphos kayası, hiçbir kupa hemen elinden alınmak üzere sana sunul mayacak, hiçbir karga göz yuvarlarına göz dikmedi, hiçbir ak baba sabah, öğle ve akşam gelip senin karaciğerini didikle mek gibi sıkıcı ve tatsız bir işi başına almayı düşünmedi. Yar gıçlarının önünde af dileyerek, merhamet dilenerek sürünmek zorunda değilsin. Kimse seni mahküm etmiyor, suç da işle medin. Kimse sana bakışlarını derhal iğrenerek çevinnek üze re bakmıyor.
Her şeyi gözetip kollayan zaman, sana rağmen çözümü açıkladı. Cevabı bilen zaman akmaya devam etti.
Yine böyle bir günde, biraz daha önce, biraz daha sonra, her şey yeniden başlıyor, her şey başlıyor, her şey devam edi yor.
püş gören bir adam gibi konuşmaktan vazgeç. 101
Bak ! Onlara bak. Oradalar, binlerce ve binlerce sessiz nö betçi, hareketsiz Dünyalı, rıhtımlar, kıyılar boyunca, Clichy Meydanı'nın yağmurdan yıkanmış kaldınmlan boyunca diki lip duruyorlar, okyanus hayalleri kurarak, dalga serpintilerini, gelgitlerin akınını, deniz kuşlarının boğuk çığlıklarını bekli yorlar.
Hayır. Sen artık dünyanın adsız efendisi, tarihin üzerinde h içbir etki yapmadığı kişi, yağmurun yağışını hissetmeyen, ge cenin gelişini görmeyen kişi değilsin. Sen artık ulaşılmaz, du ru, saydam değilsin. Korkuyorsun. Bekliyorsun. Clichy Mey danı'nda yağmurun dinmesini bekliyorsun.
~Nakkal.in Kütüphanesi~
YA ViNCiNiN
NOTU
Bu romanın otobiyografik olup olmadığı tanışmalı bir konudur. Kısa bir hatırlatma yapacak olursak. Gcorses Perec 1 936 yılında Fransa'ya söÇmü;ı Polonya Yahudi si bir ailenin oğlu olarak Paris'te doğmUilUr. Babası kek Judko Percc il. Dllnya Savaiı'nın hemen baiında cephede. annesi Cyrla Percc ise tahminen 1 943 ba;ılannda Auschwiız toplama kampında ölmüililr. Aynca üç aile büyllğilnll de toplama kamplannda kaybetmişıir. Perec adlandırılamayan bu dönemi çocukken, "uyanık uyurge1.er, gören kör" olarak yaşamıilır. Belki de romanda anlaıtığı gibi kişiliğini oluituran acı. kaynağının dile getirilmesine izin verme yen türdendi. Uyuyan Adam'da bu geçmişin hiç sözü edilmez. Ama bir yandan belleğin rcddedi lınc5i ("belleksiz. korkusuz olmak"), öle yandan aynı bellekle yaşam dıiı bir yerde, düşlerde çakıima is ıeği; şehri bir gctıo gibi yaşayıp kendini gezgin bir Yahudi'ye çevir· mek; insanlann hep uzağında olup onlann içine hiç karışmamak ro manın temel örgilsllnil oluşıurur. Romanda sıradan adlar arasında sayılıveren, Gestapo'nun iş kence yuvasının yer aldığı Pompe sokağı, Geslapo merkezinin bu· lunduğu Sıussaies sokağı, Nazi iibirlikçilerinin elindeki lçiileri Bakanlığı'nın bulunduğu Beauvau Meydanı: san yıldız takarak ıe;ı· hir edilen Yahudileri çağ:nştıran ve toplum dışılan betimlemekte kullanılan "görıınmez yıldız ıaşıyıcılan" sözleri; "ıarihin üzerinde anık eıki yapmadığı kili" olmak: "yıldıza dönüşüp üzerine atlayan panter başı" gibi göıilntll ve SÖZcilkler, bize romanın bir de yazann kiiisel larihi açısından okunabileceği izlenimini verdi. Nitekim 1974'ıe romandan kalkarak Bemard Queysanne'la birlikte çekıiği lilmin baş oyuncusu için Perec'in söyledikleri de bu konuda bir ipu cu vermektedir: "Jacques Spicsser, üst dudağında ııpkı benimkine benzer bir yara taşıyordu: Bu basil bir tesadüften başka bir f!CY de· ğildi, ama benim için belirleyici oldu." Bununla birlikte okurun romana bak.ışını koşullandırmamak için bu notu kitabın sonuna koymayı yeğledik.