POSTMODERNLİĞİN DURUMU Postmodernist argümanların yarattığı yaygara, zamanla azalmak bir yana yükselip duruyordu. Bir aşamada yapısalcılık-sonrasıyla (post-strüktüralizm), post-endüstriyalizmle ve bütün bir “yeni fikirler” cephaneliğiyle bağıntılı görünen postmodernizm, gittikçe artan ölçüde, birtakım yeni duygu ve düşüncelerin bir bileşimi olarak ortaya çıkmaya başladı. Hal böyleyken postmodernliğin durumunu incelemek amacıyla bu kitap ortaya çıktı. Çağdaş Kültürde Moderniteden Postmoderniteye Geçiş İlk olarak postmodernizmi tanımlayabilmek için modernliği anlamamız gerekmektedir. Terim olarak modern gerilere giden bir kavram olsa da Habermas’ın modernite projesi olarak andığı şey 18. yüzyılda ortaya çıkacaktı. Bu proje Aydınlanma düşünürlerinin “nesnel bilimi, evrensel ahlak ile hukuku ve kendi ayakları üzerinde duran sanatı, kendi iç mantıkları temelinde geliştirme” konusunda gösterdikleri düşünsel çabalara tekabül ediyordu. Ancak Aydınlanma düşüncesi de kendi içerisinde bir dizi zorlu sorun ve çelişkiyi içerisinde barındırmaktadır. Özellikle araç-amaç ilişkisi sorunu kendisini daima hissettirmiştir. Örneğin, tanımlanan özgürlük kimilerine tam anlamıyla bir özgürlük olarak yansıtılırken, kimilerine baskıcı bir nitelik olarak görünmekte, ya da Bacon bireyselcilik fikrinden bahsederken bunu yalnızca beyaz ırktan olan erkekler için ortaya koyuyor. Aydınlanmacılar ister istemez gerçek bir kurtuluşu akıl ve uygarlığın temeline yerleştiriyorlar. Üstelik birçok bakımından modern olarak nitelendirilecek olan Marx ise işçilerin evrensel kurtuluşuna gidecek yolun buradan geçmesi gerektiğini vurguluyordu. Ancak Weber modernitenin bu amaçlı-araççı akılcılığının tam da evrensel özgürlüğe katı kurallar yükleyerek bu özgürlüğü demir kafesin içerisine tıkmış olduğunu savunmaktadır. Moderniteyi anlamak için kullanılabilecek olan bir başka terim yaratıcı yıkmadır. Yaratıcı yıkma modernist projenin uygulanması sırasında karşılaşılan pratik duruma tekabül etmektedir. Eski dünyanın külleri arasından yepyeni bir dünya yaratan modernite bu etkisini en çok II. Dünya Savaşı sırasında gözler önüne sermiştir. Birinci Dünya Savaşından önce ortaya çıkan modernite üretim (makine, fabrika, kentleşme), dolaşım (ulaştırma ve haberleşme sistemleri) ve tüketim (kitle pazarlarının, reklamcılığın, kitleye yönelik modanın ortaya çıkışı) alanlarında yeni koşulların yaratılmasına öncü rolü oynamaktan çok bu koşullara bir cevap niteliğini taşımaktadır. Ancak bu cevabın etkisi küçümsenmeyecek derecededir. Bu cevap bu hızlı değişimi içselleştirmekle kalmayacak üstelik bu değişiklikleri değişikliğe uğratma ya da destekleme yönünde adımlar atacaktır. Enternasyonalizm ile milliyetçilik, küreselcilik ile taşralı bir etnosantrizm, evrenselcilik ile sınıf ayrıcalıkları arasındaki gerilimler hiçbir an arka plana düşmüyordu. En iyi anda modernizm bu gerilimlerle yüzleşmeye çalışıyordu ancak en kötü anda ise bunları politik çıkarlar uğruna sömürmekten geri durmuyordu. Ancak aslında modernizm insanın kendisini nereye ve hangi zamanda yerleştirdiğine bakılarak farklı görülür. Yerlerin özgül karakteri modernist görünüşün farklı yönlerine vurgu yapar. Yine de modernleşmenin kentsel bir olgu olduğunu söylemek mümkün. Kentlerin muhteşem büyümeleri, kırdan kente göç, sanayileşme, makineleşme, mimari ve bunların yarattığı sorunlar modernizmin fışkırmasına sebep oluyordu. Ya da de Certau’nun dediği gibi kent modernitenin hem mekanizması hem de kahramanı oluyordu. Zira modernizmin özellikleri de farklı dillerin konuşulduğu büyük kentlerin değişik özelliklerini de içerisinde barındırıyor.
Aydınlanma düşüncesinin bir başka veçhesini de Marx ve Engels’ın tezleri oluşturuyordu. Öyle ki modernist düşüncenin Saint Simon, Adam Smith gibi düşünürlerinin kapitalist modernliğin herkesin yararına olduğu yönünde savundukları söylemi sert biçimde reddediyorlardı. Marx ve Engels modernitenin bağrına sınıf farklılıklarını koyuyorlardı. Böylelikle modern proje içinde başka bir aktör ortaya çıkıyordu, işçi sınıfı. İki savaş arası dönemde modernizm bir dizi felaketle yüzleşmek zorunda kalmıştır. Avrupa’nın savaş kurbanı ekonomilerini yeniden inşa etmek için de kentsel-sınai dönüşümün yarattığı sorunlara çözüm bulabilmek için de bir şeyler yapılması gerekti. Bu sebeple modernizm tam da bu dönemde yüzünü akılcılığa, pozitivizme dönüyordu. Çünkü mantıksal pozitivizm kentsel mimariyle uyuştuğu kadar yeni gelişen teknoloji, sanayi ve her türlü ilerlemeyle uyuşan bir karakter niteliğini taşıyordu. Evler ve kentler bu noktadan sonra içinde yaşanılacak makineler olarak tasavvur ediliyordu. Bu makine uygulamaları zehri modernizmi Nazizm’e doğru götürüyordu. Böylelikle artık modernizm gerici gelenekçi ideolojilere karşı devrimci bir nitelikte olma özelliğini de yitirmiş oluyordu. Aydınlar sisteme bağlı kitle halini almıştı. 1960’ların karşı kültür hareketleri ve modernizm karşıt ayaklanmaları bu ortam içerisinde yetişti. Kurumsallaşmış iktidar, büyük tekeller ve devlet gibi teknik-bürokratik baskıcı sistemlere karşı bir put kırıcı akım olarak günlük yaşamın eleştirisini yapıyorlar, bireysel kendini gerçekleştirme alanlarını üzerinde duruyorlardı. İşte bu 1968 hareketleri postmodernist düşüncenin kültürel ve politik ilk nüvelerini oluşturmuş olarak görülebilir. Postmodern terimi hiç olmazsa şimdilik, Batı toplumlarında meydana çıkan büyük değişimleri ifade etmek için bütünüyle yeterlidir diyor Huyssens. Postmodernizm düşüncesi mimarlık, kentsel tasarım ve teoloji alanında birçok etkileri olmuştur. Aydınlanma düşüncesinin ortaya çıkardığı manevi kriz postmodernist teolojik projeye Tanrı’nın hakikatini yeniden ileri sürme imkanı veriyordu. Modernist duyarlılık zayıflamış, yapıbozumuna uğramış veya aşılmış olabilir ancak onun yerini alan sistemin iç tutarlığı hakkında pek bir kesinlik söz konusu değildir. Sözgelimi postmoderizm modernizimden bir kopuşu mu ifade eder yoksa yüksek modernizimi mi? Burada postmodernizmin birkaç veçhesini açıklamaya çalışacağız. Öncelikle en şaşırtıcı olan gerçeği ele alalım: Postmodernizm, Baulaire’nin modernite anlayışının yarısını oluşturan gelip geçicilik, parçalanma, süreksizlik ve kargaşayı bütünüyle benimser. Postmodernizm sanki dünyada başka hiçbir şey yokmuşçasına değişimin parçalanmış kaotik ortamında debelenip durur. Bu parçalanmışlık dolayısıyla postmodernizmin bir üst-dil üst teoriyi reddettiğini görebiliyoruz. Postmodern dünyanın çeşitli yerel özerk mücadeleleri mastır söylemleri gayri meşru kılmaktadır. Bunun yanı sıra bu reddediş bir başka duruma postmodernliğin bir başka unsuruna yok açmaktadır: ötekilik. İşçiler, kadınlar, azınlıklar, dinsel gruplar, siyahlar vs. hepsinin de kendi adlarıyla anılmayı kendi sesleriyle konuşmayı hak etmekte oldukları fikri postmodernizmin çoğulculuk tavrının temel davranışlarındandır. Ancak bu çoğulculuk anlayışı iletişim sorununu ve iletişime hakim olma yoluyla iktidar anlayışını gündeme oturtacaktır. Postmodernistler ayrıca dilin ve iletişimin doğası konusunda oldukça farklı teoriler benimsemektedirler. Modernistler söylenmekte olanla bunun nasıl söylendiği arasında sıkı ve tanımlanabilir bir ilişki olduğunu varsaymışlardı. Post-strüktüralist (yapısalcılık sonrası) düşünce ise bunların sürekli birbirinden koparak yeni birleşimler içinde bir araya geldiğini ileri sürer. 60’lı yılların sonunda Derrida’nın Martin Heidegger’i yorumlaması ile başlayan yapıbozumculuk bu noktada postmodernist düşünce tarzlarına güçlü bir itilim kazandıracak biçimde işin içine girer. Yapıbozumculuk metinler hakkında düşünmeye ve bunları okumaya
ilişkin bir tarzdır. Metinlerin başka metinlerle yollarının kesişmesiyle başka metinler üretir. Yazdığımız şeyler kastetmediğimiz, hiçbir biçimde kastetmiş olmayacağımız anlamlar nakleder. Metne hakim olmak beyhude bir çabadır, çünkü metinlerin ve anlamların aralıksız bir biçimde birbirlerine dokunmaları denetimimiz dışındadır. Yapıbozumculukta işte burada bunu kabullenerek bir metni bir başka metin içinde eritmek yada bir metni başkası içinde inşa etmektir. Bu yapıbozumculuk kültür üreticisinin otoritesi asgariye indirmek, halk katılımı ve kültürel değerin demokratik olarak belirlenmesi konularında fırsat yaratırken bunun bedeli olan bir tutarsızlık ve kitle manipülasyonuna açık olma durumunu getirir. Postmodernizm bu tutarsızlığı ve istikrarsızlığı kişilik olarak şizofreni durumunu andırır. Dilin ve söylemin parçalanmışlığı tek bir kişilikten bahsetmeyi mümkün kılmaz artık. Bu şizofreni durumu ayrıca Marx’ın yabancılaşma tezini de ister istemez çürütmektedir zira Marx’ın teorisi parçalanmış değil bütün bir benliğe yöneliktir. Kaldı ki Marx’ın işçilerin kurtuluşunu Aydınlanma düşüncesinin takibine ve bir ilerleme düşüncesine bağlar, ancak postmodernizmin parçalı benliği gelecek fikrini aklının ucundan geçirmez. Postmodernizm ilerleme fikrinden sakınır. Zamanı çökertir, bölük pörçük kullanır. Bu en çok postmodern ressam ve mimarlarda görünen bir yüzdür zira kendileri yeni bir şey yapma iddiasına sahip değildirler, geçmişin icraatları eklektik bir biçimde alıp kullanır. Zamansallığını yitiren ve anlık etkiler arayan postmodern düşünce burada derinliğini de yitirmiş hale gelir. Bu ise popüler kültür ile aydın kültürünün yaklaşmaya başladığına işaret etmektedir. Anlık etkiler arayan kültür üreticileri yeni iletişim araçlarını devreye sokarlar ve böylelikle postmodernizm metalaşmaya, ticarileşmeye başlar. Kimi yazarlar 1960’lı yılların karşı-kültür hareketlerinin bir karşılanmamış ihtiyaçlar ve bastırılmış arzular ortamı yarattığını, postmodernist popüler kültürel üretiminin ise bu ihtiyaç ve arzuları meta biçimi altında elinden geldiğince tatmin etmeye çalıştığını öne sürer. Kimi yazarlar ise, kapitalizmin, piyasaları canlı tutmak amacıyla arzuyu üretmeye zorlandığını savunabilirler. Ancak her iki durumda da 60’lı yıllardan beri tanık olduğumuz ve 70’li yılların hegemonik konumunu sağlayan kültürel evrimin bir toplumsal, ekonomik ve politik boşlukta gerçekleşmediği önermesini kabul etmemiz önemlidir. Modernizmin uzun tarihi ile postmodernizmin adını taşıyan akım arasında, farklılıktan ziyade süreklilik mevcuttur. Postmodernizmi modernizmin bağrında özgül bir kriz olarak görmek daha anlamlı görünüyor. Ancak postmodernizmin ötekinin anlaşılamayacağına yönelik ısrarı, çalışma üzerinde değil metin üzerinde yoğunlaşması, yapıbozum yönünde nihilizme varan eğilimleri, estetiği etiğe tercih etmesiyle çok fazla ileri gittiği söylenebilir. Postmodernizmin retoriği tehlikelidir, çünkü ekonomi politiğin ve küresel iktidar koşullarının gerçeğiyle yüzyüze gelmekten kaçınır. 20. Yüzyıl Sonunda Kapitalizmin Politik-Ekonomik Dönüşümü Bu bölümde üzerinde duracağımız hipotezde son dönemin gelişmelerini bikrim rejiminde ve onunla el ele giden toplumsal politik düzenleme tarzında bir geçiş olarak ele alacağız. Birikim rejimi net ürünün tüketim ve üretim arasındaki dağılımının uzun bir vade bpyunca istikrar kazanmasını tanımlar; hem üretim koşullarında, hem de ücretlilerin yeniden üretim koşullarında meydana gelen değişimler arasında bir karşılıklılığı içerir. Belirli bir birikim rejimini mümkün kılan yeniden üretim şemasının tutarlı olmasıdır. Kapitalist bir ekonomik sistemde, sistemin ayakta kalabilmesi için çözüme ulaştırması gereken iki sorun vardır. Bunlardan birincisi fiyatı belirleyen sistemin anarşik doğasından
kaynaklanır, ikincisi ise üretime değer katılmasını garanti altına almak adına emek gücü üzerinde yeterli kontrol sağlanması ihtiyacından. Öncelikle ilk sorunu ele alırsak Adam Smith’in görünmez elinin hiçbir zaman kapitalizmin düzenli büyümesini garanti altına almadığını görüyoruz. Fiyat belirleyen piyasalar özelliği gereği üreticinin kararları ve tüketicinin arzuları yanında birçok farklı sinyale maruz kalmaktadır. Piyasanın başarısızlıklarını dengelemek, piyasa gücünün aşırı yoğunlaşmasını engellemek ya da bunun yapılamadığı durumlarda tekel ayrıcalığın suistimalini denetlemek, savunma, eğitim, altyapı beklentilerini karşılamak vb. için tedbirler bir ölçüde gereklidir. Bunun yanında sisteme etki eden çeşitli baskı araçları vardır. Bunlar büyük şirketlerin ya da dolaylı bir şekilde onların reklamları dolayısıyla gelebilmekle beraber çeşitli psikolojik süreçlerinde dürtüsüyle , örneğin yaşam tarzı , toplumsal statü, biteycilik vesaire gibi şeylerden de sistemin doğası yani tüketici arzularıyla üretim kararlarının eşgüdümlü bir şekilde karşılaşmasını engelleyen unsurlar olarak karşımıza çıkmaktadır. İkinci sorun ise insanların çalışma kapasitelerinin kapitalistlerce mülke çevrilebilme sürecine dönüştürülmesidir. Emeğin yoğunlaşmaya, öz disipline, farklı üretim aletlerine alışkanlığıa ve çeşitli hammaddelerin dönüştürülmesine ilişkin gerekli olanların bilgisine ihtiyacı vardır. Emek gücünün sermaye yararına disipline edilmesi çok zorlu bir süreçtir. Bu işçilerin yalnızca işyerinde değil toplum çapında da örgütlenmesi gerekir. İşçinin toplumsal entegrasyonu, fiziksel ve zihinsel süreçleri, eğitimleri, motivasyonları, sağlıkları her biri bu emeğin verimliliği konusunda güçlü etkiler yapar ve her biri sorunu da daha da karmaşıklaştırır. Savaş sonrası 1945’ten 1973’e kadar süren uzun canlılık döneminin temelinde , emek üzerinde belirli denetim pratiğinin, bir teknolojik birikimin, tüketim alışkanlıklarının, politik ekonomik iktidarın belirli bir biçimlenişinin yattığı ve bu biçimlenişe Fordist-Keynesçi denmesinin makul olduğu görüşü genel anlamda kabul edilebilir. Bu sistemin 1973’ten itibaren yıkılışı ise yeni bir esnek üretim düzenini getirmiştir. Bu yeni düzene geçmeden önce Fordizm’i anlatmak yerinde olacaktır. Fordizmin sembolik başlangıç tarihi 1914’tür. Zira bu tarihte Henry Ford, bir yıl önce Michigan’ın Dearborn kentinde kurmuş olduğu otomobil montaj hattında çalışan işçilere çabalarının karşılığı olarak sekiz saatlik bir iş günü için beş dolar ücret vermeye başlıyordu. Aslında Ford’un iş örgütlenmesinde ve teknolojide yarattığı yenilikler eskinin yalnızca bir uzantısıydı ancak onun yaptığı yenilik ayrıntıda işbölümün rasyonalizasyonu ve yerinden kıpırdamayan işçiye işin akıtılarak üretkenlikte büyük bir artışı yakalamasıydı. Ford yeni tür toplumun, büyük şirketlerin elindeki gücün doğru uygulanmasıyla kolayca kurulabileceğine inanıyordu. Sekiz saatlik iş gücü ve beş dolar uygulaması da bunun içindi zaten. İşçilerin hem kitle üretimi yaparken hem de parası ve boş vakti olmasını sağlayarak kitle tüketimini gerçekleştirmesi hedefleniyordu. Ancak yinede Fordizmin yayılmasını vegüçlenmesini sağlayan nokta 30’larda ekonomide yaşanan büyük kriz oldu. Bu krizle birlikte Roosevelt’in New Deal yasalarıyla birlikte devlet düzeni Fordizme uygun bir hale getirilecekti. Fordizm 1945 sonrası bütünüyle olgunlaşacak ve özgül bir birikim rejimi ortaya çıkacaktı. Savaş sonrası Fordizm büyük ölçüde uluslar arası bir olguydu. Savaş sonrası uzun canlılık dönemi dünya ticaretinde ve uluslar arası yatırım akımlarında can alıcı bir şekilde bağlıydı. ABD’nin küresel gücünde faydalanan Fordizm, sömürü ağlarına takılanlar kadar Marshall Planı çerçevesinde yatırım yapılan ülkelerde de yaygınlaştırılıyordu. Ancak bu en güçlü olunan dönem yavaş yavaş çatlaklarında meydana çıktığı bir dönem olmaya başlamıştır.
Bir yandan sistemin kendi içerisindeki eşitsizlikler Fordizmin kuyusunu kazarken bir yandan da tüketiciler seri üretimin renksizliğini vurgulayarak kapris yapıyorlardı. Tüm bunlara rağmen kar hadlerinde bir düşüş görünse de 73’e kadar sistem ayakta kaldı ancak 70’lerin petrol krizi ve uluslar arası ekonomik daralması bu birikim rejiminde hızlı bir değişim sürecini başlatacaktı. Tüm bu yaşananlar ise yepyeni bir birikim rejimine ve bununla bağlantılı olarak bütünüyle farklı bir politik toplumsal düzenlemeye geçişin kapılarını açmıştır. Esnek birikim bu sürecin sonunda ortaya çıkan sistemdir. Bu birikim sistemi emek süreçleri, iş gücü, üretim ve tüketim kalıpları bakımından esnekliğe yaslanır. Yepyeni üretim yöntemleri, örgütsel yenilikler yeni sektörler ortaya çıkmaya başlamıştır. İşgücü artık çekirdek işgücüne dayanır. Şirket için büyük umutlar vadeden, yükselme ve beceri şansları yüksek kişiler yalnızca şirketin haklarından faydalanabilmekte ve tam zamanlı çalışabilmektedir. Esnek üretim sisteminde diğer işçiler ise çevre işgücünü oluşturur ve bunlar her an bulunabilecek vasıflara sahip, rutin işlerde çalışan tam zamanlı kişiler ile bunlardan daha düşük iş güvencesine sahip geçici işçiler, taşeron işçileri, stajyerleri kapsar. Bu sistem piyasaların dalgalanmasına çok daha kolay ayak uydurabildiği gibi hızlı problem çözme kapasitesini artırmıştır. Mekan ve Zaman Deneyimi Kapitalizmin örgütlenmesi mekansal-zamansal ritimleri, bireylerin farklı roller içinde toplumsallaşması yönünde yaygın olanaklar sağlar. Her şeyin yeri ve zamanı vardır algısı hala geçerliliğini korur. Mekansal ve zamansal pratikler hangi toplumda olursa olsun birçok karmaşıklık ve incelik içerir. Bu pratikler toplumsal ilişkilerin yeniden üretimi ve dönüşümü süreçleriyle yakından ilgilidir. Mekansal pratiklerin toplumsal yaşamdaki etkileri ancak içinde yer aldıkları toplumsal ilişkilerin yapısından kaynaklanır. Mekansal pratikler anlamlarını sınıf, cinsiyet, cemaat, etnik grup, ırk temelindeki toplumsal ilişkilerden alırlar ve toplumsal eylemlilik içinde ya tüketilirler ya da değişikliğe uğrarlar. Zaman konusunda ise temel tez belirli toplumsal formasyonların belirli bir zaman anlayışına bağlı olduğudur. Mekan ve zamanın bu toplumsal ilişkilerden bağımsız olamayacağı görüşü bizi ister istemez mekansal ve zamansal pratiklerin içinde ki iktidar ilişkilerini incelemeye sevk eder. Mekan üzerindeki hakimiyet, günlük hayat içinde ve üzerinde toplumsal iktidar kurmanın temel ve kapsayıcı bir kaynağıdır der Lefebvre. Burada bizim öne süreceğimiz temel iddia, genel olarak parasal ekonomilerde, özel olarak kapitalizmde, para, zaman ve mekan üzerinde birbirleriyle kesişen hakimiyet, toplumsal iktidarın görmezden gelemeyeceğimiz bir öznel bağlantısını oluşturur. Mekanlar ve zamanlar üzerindeki hakimiyet her türlü kar arayışının hayati unsurudur. Mekan ve zamanın nesnel özelliklerinde meydana gelen değişiklikler, toplumsal mücadeleden büyük oranda etkilenebilirler. Toplumsal iktidarın iç içe geçmiş kaynakları niteliğindeki para, mekan ve zamanın karşılıklı ilişkilerine kısaca bir göz atalım. Para değeri ölçer, ancak değer nedir? Değer toplumsal emeğin nasıl tahsis edildiğine vurgu yapar, bu ise emeğin zamanını ölçmek anlamına gelir, mekan ise burada ticaret ve mübadelenin gerçekleştiği alan olarak bu süreçte yerini alıyordu. Buradan çıkan sonuç ise toplumsal hayatta parasallaşmanın edindiği yer zaman ve mekanın dönüşümüne neden olmaktadır. Burada ise oluşturulan takvimler, zamansal disiplinler ilk önce kilise tarafından kullanılmakla beraber burjuvanın eline geçmesiyle örgütlenme ve disipline etme
aracı olarak kullanılmaya başlandığını görüyoruz. Aynı şekilde oluşturulmaya başlanmış haritalar da mekanın üzerinde hakimiyet kurup bir mülk edinmenin yolu haline gelmektedir. Kapitalist modernizasyon , ekonomik süreçlerde ve dolayısıyla toplumsal hayatta büyük ölçüde tempo artışına ve hızlanmaya dayanır. Anlar karın unsurlarıdır ve kapitalistler karı kendi mallarıymış gibi mülk edinme gücünü daha baştan kazandıran da başkalarının emek zamanı üzerinde ki hakimiyetten kaynaklanmaktadır. İşgününün uzunluğuyla ilgili işçilerin mücadelesi de Marksist anlamda ki sınıf çatışmalarının bir göstergesi niteliğindedir. Bugün de benzer şekilde süren bu işgünü tartışmaları kısmen parça başı ya da üretim primleri gibi yöntemlerle işverenler tarafından aşılmaya çalışılmaktadır. Mekanla ilgili durumlar içinde aynı şey geçerlidir. Dünya pazarını genişletme, mekansal engelleri azaltma hep önde duran sorunlardır. Ve bu mekansal organizasyonu, üretim, dolaşım ve tüketimin etkin olarak sürdürülmesi için dönüştürmek gerekmektedir. Mekanın bu dönüşümü ise yine özgül mekanlar yapılarak dönüştürülebilmektedir, demiryolları, telgraf, altyapı, karayolu, liman vb. gibi. Mekanın hakimiyeti toplumsal gücün artırılmasında önemli bir etkiye sahiptir. Mekanın düzeninde ki hemen hemen her değişiklik toplumsal gücün yeniden dağılımına da sebep olmaktadır. Mekanın üretimini etkileme kapasitesi toplumsal gücün nasıl artırıldığına kanıt oluşturmaktadır. Bu ise çoğu zaman maddi yarar elde etme anlamına gelir. Örneğin bir yerin arazi değerinin artırılması için kanalizasyon bağlatarak değerinin artırılması gibi. Mekanın iktidar mücadelelerinde bir başka önemli örneği olarak işçi hareketlerinin mahalli örgütlenmelerini verebiliriz. Mekansal ve zamansal pratikler toplumsal meseleler karşısında hiçbir zaman tarafsız değildirler. Bunlar çoğu zaman toplumsal mücadelenin bir konusunu oluşturmaktadırlar. Zaman ve mekanın her ikisi de meta üretimi için temel olan toplumsal pratiklerin düzenlenmesi aracılığıyla tanımlanır. Ancak sermaye birikiminin dinamik gücü ile toplumsal mücadelenin yarattığı koşullar bütün ilişkileri istikrarsız hale getirmektedir. Zaman mekan algılamasıyla ilgili bahsedeceğimiz yeni kavram; zaman-mekan sıkışması. Bu kavramla kastedilmek istenen şu mekan ve zamanın nesnel niteliklerinde öylesine devrimci değişimler olur ki, dünyayı görüş tarzımızı bazen çok köklü bir biçimde değiştirmek zorunda kalırız. Sıkışma terimini kullanmamızın sebebi ise bir yandan kapitalizmin tarihine hayatın hızlı akışı damgasını vururken, bir yandan da mekansal engellerin aşıldığını iddia etmenin mümkün olmasıdır. Avrupa örneğinde zaman ve mekanın köklü değişimler geçirdiği dönem Rönesans ile birlikte gerçekleşecektir. Keşif seyahatleri sonrası baş döndürücü bir hızda bir bilgi akışı yaratılıyor ve kar elde etme arzusuyla yanan toplumda coğrafi bilgi git gide daha bir değerli haline geliyordu. Servet, güç ve sermaye birikimi, mekan konusunda kişiselleşmiş bilgiye ve mekan üzerinde bireysel denetime bağlanmaya başladı. Rönesans tarihini bir haritalar tarihi olarak nitelemek mümkün. Öyle ki deniz seferlerinde yön bulma, toprakta mülkiyet haklarının belirlenmesi, siyasi sınırlar, geçiş ve ulaştırma hakları vb. ekonomik ve politik bakımdan hayati hale geldiğinden bunlar çok önemli bir nitelik taşıyorlardı. Hatta İspanya Kralı II. Felipe haritaları devlet sırrı altında kilit altında tutacak kadar tehlikeli buluyordu. İşte Rönesans’ın yarattığı bu devrim Aydınlanma düşüncesinin temelini oluşturacaktı. Modernist aşamanın ilk adımı olarak görülen insanın özgürleşmesi için doğayı hakimiyeti altına alması burada ortaya çıkıyordu. Zaman açısından da benzer şeyler söz konusu idi. Zaman giderek daha çok yelkovanının oku ile belirlenen mekanik bir olgu halini alıyor,
zaman geçmişin ve geleceğin doğrusal bir çizgi halinde yer aldığı bir biçim haline indirgeniyordu. Bu ise mekanda doğanın hakimiyeti gibi zamanda ise geleceğin öngörülmesi, geleceğin düzenlenip hakimiyet altına alınması anlamına geliyordu. Aynalı Ekonomi Ronald Reagen’ın 80 seçimlerinde öne sürdüğü ekonomik canlanma programının adı aynalı ekonomi. Bu ekonomi politikası vergilerde yapılacak indirimin vergi tabanını genişleteceği için vergi gelirlerinde artış olacağını öngörüyordu. Reagen’ın imajı sayesinde seçilmesinin ardından sınıf çıkarlarını geliştirmeye yarayan bu politika uygulanmaya başladı ve kısmen başarılı oldu. İstihdamın imalattan hizmet sektörüne kayması ile birlikte işçi sınıfından yığınların işsiz kalması ve halkın büyük bir kısmının güç duruma düşemesiyle yoksul ailelerin sayısında muazzam artışlar gerçekleşti. Toplumun en yoksul 1/5’lik kısmının milli gelirden aldığı pay %4.6’ya kadar düştü ve tüm bunların sonucu olarak etnik ve ırkçı çatışmalarda artışlar gözlendi. Bunun dışında bu gelişmelere farklı bir boyuttan, zenginler, eğitimliler, gençler boyutundan bakarsak her şey olabileceği kadar iyiydi. Emlak, finans ve iş dünyası büyüyordu, ayrıca imaj, kültür, estetik gibi alanlarda da bir büyüme gerçekleşmeye başlamıştı. Borsa oyunları yaygın bir hal almaya ve ticaretin en canlı dönemlerindeki kadar bu kağıt ticareti de çok canlıydı. Modanın, tasarımın, kentsel yaşamın yoğunlaştığı, imajın, göstergelerin yaygınlaştığı bir yapı düzeni oluşmuştu. 87’lerde evsiz barksızlara verilen yardımlardan 35 milyon dolarlık bir kesinti yapılıyordu. Bu ise Amerikan toplumunda duyarsızlığının doruk noktasına geldiğini anlamak için en güzel örneği oluşturuyor. Başkanların seçimlerinde etkili olan yemini okurken çıkan seslerinin tonu. Diğer adıyla imaj ve gösteriş, yanılsama toplumu sarmış durumda. Evsiz barkların ses tonunu ise fark eden yok. Fordist Modernizme Karşı Esnek Postmodernizm ya da Bir Bütün Olarak Kapitalizme Karşıt Eğilimlerin İçiçe Geçmesi Postmodenlerin en çok başvurduğu yöntemlerden biri olan kolaj yöntemini uygulayarak bu konuda bir tablo çıkarttık. Elbetteki Fordist modernite türdeş değildir, ancak durumu süreçlerinden bağımsız bir şekilde ele aldığımızda Fordist modernitenin ters yüz olmuş hali olarak postmoderniteyi anlamdırabiliriz. Ortaya çıkan tablomuz ise; Fordist Modernlik Ölçek ekonomileri/ bütünsel kod/ hiyerarşi/ türdeşlik/ayrıntılı işbölümü Paranoya/ yabancılaşma/ sosyal konut/ tekelci sermaye Amaç/ tasarlama/ hakim olma/ belirlenmişlik/ üretim sermayesi/ evrenselcilik Devlet iktidarı/ refah devletçiliği/ metropol
Esnek Postmoderite Çeşit ekonomileri/kişisel dil/ anarşi/ çeşitlilik/ toplumsal iş bölümü Şizofreni/merkezsizleşme/ evsiz barksızlık/ girişimcilik Oyun/ rastlantı/ tüketme/ belirsizlik/ hayali sermaye/ yerelcilik Finansal güç/ bireycilik/ yenimuhafazakarlık/ kentsizleştirme
Etik/ para meta/ Tanrı Baba/ maddeselcilik Üretim/ mavi yakalı/ avangardacılık/ çıkar grubu politikası/ semantik Merkezileşme/ bütünselleştirme/ sentez/ toplu pazarlık Operasyonel iş yönetimi/ bütünsel kod/ fallik/ görev teklilği/ köken Üst-teori/ anlatı/ derinlik/ kitle üretimi/ sınıf politikası/ teknik bilimsel rasyonalite Ütopya/ ruhu andıran sanat/ yoğunlaşma/ uzmanlaşmış çalışan/ toplu tüketim İşlev/ gösteren/ gösterilen/ sanayi/ Protestan çalışma ahlakı/ mekanik çoğalma Oluş/ epistemoloji/ düzenleme/ kent yenileme/ göreli mekan Devlet müdaheleciliği/ sanayileşme/ enternasyonalizm/ kalıcılık/ zaman
Estetik/ kaydi para/ Ruhul Kudüz/ maddesel olmayan Röproduksiyon/ eklektizim/ beyaz yakalı/ ticari mantık/ karizmatik politika/ retorik Ademi merkezileşme/ yapıbozum/ antitez/ yerel sözleşmeler Stratejik iş yönetimi/ kişsel dil/ androjin/ görev çeşitliliği/ iz Dil oyunları/ imaj/ yüzey/ küçük üretim/ toplumsal hareketler/ çoğulcu ötekilik Heterütopyalar/ seyirlik/ dağılma / esnek işçi/ sembolik sermaye Kurgu/ kendine gönderme/ gösterilen/ hizmetler/ geçici sözleşme/ elektronik çoğalma Varlık/ ontoloji/ deregülasyon/ kenti yeniden canlandırma/ mahal Bırakınız yapsınlar/ sanayisizleşme/ jeopolitik/ gelip geçicilik/ mekan
Sermayenin Dönüştürücü ve Spekülatif Mantığı Sermaye toplumsal hayatın meta üretimi aracılığıyla yeniden üretimi sürecidir. Sermayenin içsel kuralları toplumu sürekli dönüştüren dinamik ve devrimci bir toplumsal organizasyon tarzı olmasını sağlayacak bir yapıya sahiptir. Bu süreç büyümeyi yaratıcı yok etme aracılığıyla sağlar, yeni ihtiyaçlar yaratır, hayatın temposunu hızlandırır, aşırı birikim sorunlarına yol açar. Bu yasalar bütün iş gücü piyasalarında aynıdır. Sorumuz ise hep ‘karlı mı?’ sorusudur. Kapitalist toplumsal ilişkiler bu şekilde gelişmeye başlamışlardır. Yukarıda ki tabloda gerçekleşmiş olan dönüşüm eseri de bu sermayenin dönüştürücü etkisinden kaynaklanmaktadır. Ekonomik gelişmeden kültür etkilenmez diye yaygın bir görüş var. Ancak iki nedenden ötürü buna katılmıyoruz. Birincisi girişimcilerin yürüttüğü ekonomik faaliyetlerin gelişimi ile kapitalizm koşullarında kültürel, politik, ideolojik gelişmeler ilke olarak aynı kanaldan beslenmektedirler. İkincisi karlılık bu alanların gelişmesiyle sıkı sıkıya örüntülü bir hal almıştır. Bu sebeple sermaye ekonomik etkinlikleri dönüştürdüğü gibi kültürel ve toplumsal etkinlikleri de dönüştürüdür. Zaman Mekan Sıkışmasına Tepkiler Zaman-mekan sıkışmasına gelen ilk tepkiler her şeyin ne kadar kavranamaz bir hale geldiğinin düşünülüp sesiz bir köşeye çekilme şeklinde olmuştur. Zaten ilk edebi türler de bu tepkinin birer ürünleridir. Bunlar değişimi hiçbir kelimenin anlatamayacağı söylemektedirler. Postmodernizmin bu veçhesi yapı bozumcular tarafından daha da güçlendirilir. Tutarlı her anlatı karşısında kuşkucu olan ve üst-anlatıları reddeden bu grup bu sıkışmayı açıklamaya yönelik tüm anlatıları reddederek , bilgileri adeta birer moloz yığınına indirgerler.
İkinci tepki, tüm bu karmaşalığın yadsınıp, her şeyin basite indirilip retorik önermelerle temsil edilmesi eğilimidir. Burada sloganlar bolca kullanılır, hayali yolculukların insana geniş ufuklar kazandıracağı söylenir ancak bu yolculuk önyargıları kuvvetlendirir. Üçüncü tepki, ilk ikisi arasında bir tutumun benimsenmesi şeklindedir. Bunlar büyük anlatıları reddederken sınırlı bir mücadelenin varlığını benimserler. Postmodernizme ilerici bir açıdan yaklaşımdır bu. Toplulukları ve yerelliği, mahal ve bölgeye dayalı direnişleri, toplumsal harekleri, ötekiliğe saygıyı vurgularlar. Ancak sermayenin dolaşımı ve dönüştürücü etkisi dikkate alındığında bu taşralığa vurguyu devam ettirmek zordur. Dördüncü tepkimiz ise, zaman-mekan sıkışmasını yansıtacak ve denetim altına alacak bir dil ve söylemn inşa edilmesidir. Postmodern durumun bu retoriği en ürkütücü sorumsuzluklara yol açabilecek düzeydedir. Çünkü teklif ettiği yöntem adeta bir şizofreni durumudur. Aynalardaki Çatlaklar Kenarlardaki Kaynaşmalar Bir mimar artık “postmodernliğin bittiğini düşünüyoruz, bundan sonra önümüzdeki beş yıllık projelerde görevlendireceğimiz insanları yeni mimarlardan seçmeyi düşünüyoruz” diye bir konuşma yapmıştır. Mimari de görünen bu çatlama ekonomi ve düşünce dünyasında da görülmektedir. 87’de yaşanan kriz ile bir gecede kağıt değerlerin üçte biri yok oldu. 29 krizini hatırlayan piyasa acele ile hareket edip paniğe kapıldı, ne yapacağını bilemedi. Ekonomik hayatta hızlı bir çöküş anı oldu. Benzer şekilde postmodern yazarlarda kendi ilkeleriyle çelişmeye başladılar. Lyotard’ın tüm kavramları etik anlayışı reddetmesine rağmen adalet kavramını teorisine yerleştirmesi gibi, Nazizm’in ve anti-semitizmin savunucuları olan hocaları Heidegger ve Paul de Man’ı daha sonra aklamak isteyen Hills Miller olgular, adillik ve akla yakınlık gibi ilkelere başvurarak bunu açıklamaya kalkışmaktadır. Oysa ki çok sıklıkla karşı çıktığı üst anlatılar olan liberal ve pozitivist değerlerin ta kendilerini oluşturur bu öğeler. Emek dünyasını, finans akımını, coğrafi düzeni etkileyen politik-ekonomik güçlerden soyutlayarak cevap vermenin mümkün olmadığı bir soruyla bitirelim, postmodernizm de değişecektir tüm diğer sistemler gibi ancak nasıl ve neye?